Uzaktan eğitim ve İstanbul’da bir öğretmen
İstanbul'dan bir sınıf öğretmeni uzaktan eğitimde yaşadığı sorunları Evrensel'e yazdı.
Fotoğraf: DHA
İstanbul'dan bir öğretmen
İstanbul’da devlet okulunda çalışan bir sınıf öğretmeniyim. On sekiz yıldır sürdürdüğüm öğretmenlik görevimi yaptığım sürece kendimi başarılı ve mutlu hissettim. Çünkü çocuklara katkı sağladıkça sonuçlarını görebilmek inanılmaz bir doygunluk hissi verdi bana. Mutluydum uzaktan öğretmenliğe başlayana kadar. ‘Uzaktan öğretmen’ adı ilk zamanlar çok rahatsız etmedi. Çünkü birinci sınıfları okutuyordum, mart ayının ortalarına gelmiştik ve vermem gereken tüm bilgileri vermiştim. Bu sebepten uzaktan öğretmenlik yapmaya başladığımda hiç zorlanmadım. Zaten bildiklerini tekrar ediyorduk ve günde 1 saat zaman ayırmam onlar için yeterli oluyordu. Tek sorunum yıllardır teknolojiyle hiç alakası olmayan biri olarak online platformları anlamak için verdiğim çaba idi.
Teknolojiyi anlamaya çalışırken bu sefer de karşıma yabancı dil sorunu çıktı. Çünkü online platformların hepsi İngilizce idi ve ben basit düzeydeki İngilizcem ile hiçbir şey anlamıyordum. ‘Ona sor buna sor’ derken az çok ZOOM kullanmaya başladım.
ZOOM sayesinde küçücük ekranın karşısındaki kutucuklardan, yirmi sekiz sevimli yüz heyecanla bana bakmaya başladı. Zaten yorulmuş olan ve tatil olmasına sevinen çocuklarımla, günde 1 saat bir araya gelerek öğrendiğimiz konuların üzerinden geçmeye başladık.
Karantinanın ilk günlerinde yanı başımıza ulaşan ölüm korkusu; eğitimin zaten uzaktan yapılması gerektiği, hatta ölümlü dünyada eğitim almasak da olur düşüncesini oluşturmuştu. Mart ve haziran ayları arasında güvenli alanımızda derslerimizi işlemeye devam ettik. Bu güvenli alan 1 ay sonra yerini sıkıntıya ve çaresizliğe bırakmaya başladı. Sosyal canlılardık ve eve kapanmıştık.
Derken eylül ayı geldi ve okullar açılacak açılmayacak tartışmaları arasında okula başladık. Telafi eğitimi yapılacağı duyurulunca yine ekranlarımızın önüne oturduk. Zaten bildikleri ve mart-nisan-mayıs aylarında işlediğimiz konuları tekrar işlemeye başladık. Uzun süredir okuldan ve öğretmenden uzak olan çocuklar ekran karşısında da olsa birbirlerini görmekten mutluydular ama ben öğretmen olarak hiç mutlu değildim artık. Yaz boyunca dışarıdaydım ve artık eve girip tutsaklık ve ölüm arasında karar vermek istemiyordum. Okulumu, gerçek öğretmenliği, çocukları çok özlemiştim.
Bu arada veliler de bir yandan sağlık kaygısı bir yandan da çocuklarının eğitimden eksik kalacağı kaygısını yaşıyorlardı. En yakın bilgi kaynakları olarak gördükleri öğretmenlerine sorular sormaya başladılar.
‘Öğretmenim süreç nasıl işleyecek?’
‘Bilmiyorum.’
‘Öğretmenim okullar açılacak mı?’
‘Bilmiyorum.’
Üzüldüğüm nokta bakanlığın önceden bir planlama yapıp yaşanabilecek durumlar karşısında öğretmenleri bilgilendirmemesi oldu. Yapılan her değişikliği veliler ile birlikte basından öğrendik. Yarın ne olacağının belirsizliği ve velilerin bilgi kaynağı olarak beni muhatap alması karşısında hem şaşkın hem çaresizdim.
Derken okulların açılmayacağı ve uzaktan eğitimin devam edeceği açıklandı, EBA’dan derslere girme zorunluluğu getirildi. Böylece EBA kabusumuz da başlamış oldu. Aynı anda milyonlarca insanın girmeye çalıştığı sistem kısa sürede çöktü. Ekranın karşısında çaresizce ne yapacağımı bilmeden oturmak beni en çok yoran kısmı oldu. Velilerin muhatabı tabii ki yine bendim ve ‘Bağlanamıyoruz, çocuklar ekran karşısında bekliyor, ne yapmamız gerekiyor?’ mesajları karşısında nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Milli eğitimde de ek ders tartışması başlamıştı. Sosyal medyalarda öğretmenler ve ek dersleri gündemdeydi. ‘Öğretmenler boş boş oturuyor?’
Kahraman olarak başladığım karantina öğretmenliğimden eser kalmamıştı. Veli ile yüz yüze tek başıma kalmış, sisteme küsmüş ve yorulmuştum.
Yaklaşık bir ay sonra her okul kendi sistemini kurabilir noktasına geldik. Çünkü EBA ile sağlıklı bir şekilde bağlantı kuramamıştık. Team’s ile derslere başladık. Bu uygulama ile ders anlatmamız yaklaşık bir hafta sürdü sanırım.
Alıştık alışıyoruz derken milli eğitimin yaptığı açıklama ile ekimin ortalarında öğrencilerin bölünmüş gruplar olarak haftada iki gün okula gelmeleri kararının alındığı açıklandı. Çocuğu okula gönderip göndermeme kararı velilerin inisiyatifine bırakılmıştı. Yine cevabını bilmediğim sorular ile baş başa kaldım. ‘Gelmeyen öğrenciler ne yapacak?’ Cevap verememenin üzerimdeki ağırlığını sanırım anlatabilmişimdir.
Ara tatil ve ardından artan hasta sayısı ile tekrar uzaktan eğitim günlerimize döndük. Aralık ayının sonlarına geldiğimiz şu günlerde uzaktan eğitime hepimiz az çok alıştık.
Tek sorun çocuklara ne kadar ulaşabiliyorum, verdiğimin ne kadarını alabiliyorlar, kontrol edebilme şansım yok. Evde bulunan aileler çocuklardan daha meraklı ders dinliyorlar ve sürekli müdahalede bulunuyorlar.
Çocuklar eğitimde aktif değiller, daha çok dinleyici konumdalar. Küçücük ekrandan her birini aynı anda takip etmem çok zor.
Zorluklarının yanında bana katkıları da olmadı diyemem. Çocukların motivasyonunu düşürmemek için derslerde daha dikkat çekici etkinlikler düşünmeye ve uygulamaya başladım. Örneğin ressamlardan bahsederek onların resimlerini taklit etmeye başladık. Şairler ve şiirlerini inceledik. YouTube’dan resim çizme teknikleri üzerine videolar izledik.
Aynı şekilde çocuklar da teknolojiyi daha aktif ve bilinçli kullanmaya başladılar. Bunlara rağmen yüz yüze eğitimdeki etkileşim olmadığı sürece uzaktan eğitimin verimli olmadığını gözlemleyebiliyorum. Özellikle küçük yaş grubu sürekli onay ve kontrol istiyor. Uzaktan eğitimde sadece anlatıcıyım, gözlemci değilim. Yüz yüze eğitime döneceğimiz günleri iple çekiyorum.