03 Şubat 2021 00:00

Boğaziçi sergisi ve demokratik üniversite talebi

Boğaziçi örneğinde de bu yok sayma ve tanımama siyaseti, dini bir kurgunun değil, ideolojik ve politik bir kurgunun ürünü.

Fotoğraf: Mürsel Ç.

Paylaş

Zehranur ÖZÖCAL

MSGSÜ

 

Sanat üretimi akımlar olarak tabir edebileceğimiz farklı periyotlarla sanatın tarihini oluşturur. Burada belirleyici olan, dış dünya ve sanatçının kurduğu ilişkide, sanatçının yorumu ya da algıladığı biçim iken bunun yanında sanatın o günkü koşulları tasvir etmekte kullandığı, materyal, yöntem, yöneldiği araçlar olarak içeriğin dışa vurumunun da önemi su götürmez. Böylesi genel bir girişin ardından, post modern sanatın biçim ve içerik belirlemede yöneldiği yöntem ve araçların değerlendirmesini, Boğaziçi öğrencilerinin sergisine devlet erkleri ve BİSAK tarafından yapılan hedef göstermelerin meşruiyeti bağlamında tartışmaya açalım.

KAPİTALİZM VE POST MODERN SANAT

AKP iktidarının Siyasal İslam’dan beslenen bir politika güdüp gütmediği tartışmasına, baskı rejiminin meşruiyet kazanmasında önemli bir unsur olarak İslami değerler, öğretiler, ümmet gibi kavramlara sıkça başvurmasından hareketle, iktidarın kazanılmış haklara ve toplumun en geniş kesimlerinin çıkarlarına karşı yürüttüğü topyekun saldırının bir katalizörü olarak kullandığı yanıtı en azından bu metnin sınırları bağlamında verilebilir.

Kabe’nin yanında LGBTİ+ bayrağı koyarken, Kabe’nin aşağılanmasını mı, yoksa bu ikisinin aynı görsel içinde bir imaja bürünerek bir anlam yaratmasını mı amaçlıyor sanat işi? Bir sanat işinin, politik bir anlamı içine almadan üretilmesi, herhangi bir materyalle; birleştirme, parçalama, üst üste ya da yan yana getirerek halihazırda nesnesinin bizde yarattığı kavramsal bütünlüğü çağrışım düzeyinde bozma, izleyicide o materyalde öncesinde bulunmayan bir anlamın yaratılmasını sağlama gibi temel nitelikleri düşünüldüğünde, aksi yönde çok çok özel bir çaba gerektirir. Dolayısıyla politik anlam, nesnelerin kavramsal bütünlüğü içerisinde kimi zaman örtük olsa da var olur. Bunun farklı düşünsel pratikleri temsil eden ya da içeren semboller yoluyla farklı imajlar üretmesi de bu açıdan doğaldır, hatta zorunluluk teşkil eder.

Halihazırda, değerlerle oynama, yüceliği alaşağı etme, tasvirin ve klasik sanatın putlarını, gündelik ve politik olanın put kırıcı rolü ile alaşağı etme, sanatın bugün kendisini kurduğu hatta “kurmaya bile ihtiyaç duymadığını” ifade ettiği bir zeminin içeriksel ve pratik karşılıklarıdır. İslamiyet ya da başka bir din, ideolojik tutum, değer… İçerik ve ideoloji bakımından kurumsallık atfedilen yapının tümünü yapı söküme uğratmak, farklı ilişkiselliklerle verili imajların karakterleriyle uğraşmak bugünün sanatını tanımlamada birçok pratiği içine aldığından kabul edilebilir bir tanımdır. Sanatın özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ortaya koyduğu bu birikimin kendisinin, beslendiği kaynakları tanımlamada da, endüstri toplumunun, kitlesel imhaların, savaşın ve yıkımın bıraktığı yabancılaşmanın yanında, emek süreçlerinde hızla ivme kazanan toplumsallaşmanın ve emeğe yabancılaşmanın belirleyici olduğu kabul gören bir yargıdır. Bu yargılardan hareketle kapitalizm ve post modern sanat ilişkisinde hakim olan yapı sökümün, verili değerler ve imajlarla hissedilen uyumsuzluk, savaşın, Lenin’in de ifadesiyle çelişkilerin en yoğun olarak gün yüzüne çıktığı bir durumu yaratmasının toplumsal açıdan yarattığı boşluk, huzursuzluk, bunalım, kavram ve içerik arasında çıkan tutarsızlık gibi bir kümeden beslendiği söylenebilir.

YOK SAYMA VE TANIMAMA SİYASETİ NEYİN KURGUSU?

Bir ifade biçimi olarak sanat işinin, hakaret, sapkınlık gibi eleştirilere tabi tutulmasının koşulu, yalnızca mevcut iktidarın ortaya koyduğu pratikler üretilen imajın karşısında konumlanıyorsa ortaya çıkar. Başta sorduğumuz soruya dönelim, Soylu’nun, Diyanet İşleri Başkanının, Valiliğin, atanmış Melih Bulu’nun açıklamalarındaki sapkınlığı ve hakareti mi üretiyor sanat işi? Kabe görselinin üzerinde başka görseller yoluyla bir çağrışım oluşturmanın hakaret içerikli bir ürün yaratma girişimi olduğu sonucuna nasıl varıyoruz? LGBTİ+ bireylerin bayrakları yerine başka semboller düşünüldüğünde, hakaret ya da sapkınlık olmaktan kurtulacağını söyleyebilir miyiz bu eserin? Kadınların, Kürt halkının ya da iktidarın bugün doğrudan karşısında kendini konumlandırdığı ve terörist, işe yaramaz, bozguncu olarak tanımladığı herhangi bir kesimi temsil eden bir görüntünün burada bulunması senaryosunda karşılaşılan tepkinin farklılaşacağını iddia edebilir miyiz? İktidar cephesinin bugüne kadar yürüttüğü politika göz önünde bulundurulduğunda, kendi politikasına yedeklenmekte dirayet gösteren her kesimi doğrudan hedef gösterme, tanımama hatta alaya almaya yönelik söylemleri, hamleleriyle her gün karşılaşıyoruz. Kamusal alandan dışlamaya yönelik olduğu gibi, özel alanlarına yönelik müdahalelerin de açıktan iktidar ağızlarından dile getirildiği örnekleri hatırlamakta da zorluk çekmiyoruz. Dolayısıyla, Boğaziçi örneğinde de bu yok sayma ve tanımama siyaseti, dini bir kurgunun değil, ideolojik ve politik bir kurgunun ürünü. Evrensel Gazetesi’ne Newroz görseli yüzünden kesilen cezayı düşündüğümüzde, iktidarın kendi dayatması dışında kalan bütün sembollere, imaj üretimine yönelik saldırgan tutumunu olabildiğince geniş bir yelpazede işlettiğini bir kez daha görebiliriz.

İslamiyet’in ya da Müslüman olmanın bir gereğinin, LGBTİ+ bireyleri sapkın olarak tanımlama, ontolojik olarak da epistemolojik olarak da varlıklarını reddetme olduğu iddia edilebilir, bugün iktidar tarafından yapılan açıklamaların her birinde, bu iddiadan beslenen cümleler bulmak zor değil. Nitekim kurumsal olarak dini temsil ettiğini iddia eden diyanetin “hukuksal yollara başvuracağını” belirtmesi de, bu temsiliyetin bir tarafı olarak Müslümanlar ve sapkınlar ayrımının bir üst kimlik olarak doğrudan iktidar eliyle kurulduğuna da işaret ediyor. Bu noktada, siyasi ve dini otoriteler ve kurumlar tarafından, karşıt olarak konumlandırılan LGBTİ+ ve sembollerinin, bu karşıtlığa rağmen birlikte bir imaj üretileceği iddiasında bir sanat işinde yan yana ya da üst üste gelebilmeleri, çok basit bir teknikle birbirlerine yapıştırılabilmeleri, değerlere saldırı, hadsizlik, sapkınlık, Müslümanların tamamına açılmış bir saldırı olduğu anlamına geldiği söyleniyor.

ASIL HADSİZLİK NEFRET SUÇUNU ÜRETENLERİN KENDİSİ

Sonuç olarak, hali hazırda Kabe’nin bugün Türkiye gençliği açısından yarattığı imajın kendisinin, iktidarın ideolojik ve pratik olarak kendisini konumlandırdığı ve bu konumlandırışın kitleler üzerindeki yansımalarının bir ürünü olarak görmek ve sanat işinin eleştirelliğini de buradan okumak gerekir. İki farklı sembolün yan yana gelmesi bu imajı imler, iktidarın dini bir otorite gibi hareket ettiği son on yılda gençliğin farklı kesimlerinin yaşantısı, baskı ve zor aygıtlarının hem Boğaziçi sergisi hem de demokratik üniversite talebi bağlamında kendini konumlandırışının reddedilmesi, devletin tanımama, yok sayma siyasetinin reddedilmesinin “hadsizliği”dir bu.

Yukarıda tanımlanan, verili sembolleri değiştirme, oynama, bütünlüğe karşı savaş açma, kabul görmeyen bir kimliğin değerleri ile iktidarın sahiplendiği bir kimliğin ancak karşıtlık ilişkisinde bulunabileceği iddia edildiğinden “sapkınlık” ve “hadsizlik” olabiliyor. Bu formülizasyonda, iktidar, dini bir kimliğin tarafı olması, bütün kurumlarınca bireyleri hedef göstermesi bakımından açıktan suç işlemektedir. Bunun en başında, sapkınlık değil, iktidarın var olan bir kesimin olduğu iddiasını reddetmesi, açıktan bir yadsıyıcılık, bu anlamda gericilik olduğunu söylemek gerekir. İktidar temsilcileri, öğrencileri hedef göstermiştir. Devlet aygıtı bugün saldırganlığı, üretilen muhalif söylemi, imajları yok etmek üzerine konumlanmıştır, tüm kurumlarıyla, polis şiddetiyle topyekun bir saldırılarla birleşmiştir. Yok sayma ve yok etme, kendisine yedeklenmeyen tüm içerikleri baskı ve zor aygıtlarıyla kökten sökme. Boğaziçi öğrencilerinin kayyum rektöre karşı verdiği mücadeleyi, diğer bütün üniversiteleri de kapsayan demokratik üniversite talebinin meşruiyetini sarsmaya, seçim talebini silikleştirmeye, hareketi terörize ederek öğrencileri tartışılır hale getirmeye yöneliktir. AKP’nin klasik siyaset tarzının bir örneğidir. İktidarın mevcut politikası, İçişleri Bakanı’nın Tweet yoluyla sapkınların göz altına alındığını duyurabilmesinde özetlenebilir. Açıktan nefret suçu işleyebilen bir İçişleri Bakanı, öğrencilerin tam da eserde eleştirdiği yok sayma, varlığını reddetme işini pratikte bir kez daha göstermiştir. Hadisenin cereyan ettiği yer asıl burasıdır. Asıl hadsizlik ve suç buradadır.

ÖNCEKİ HABER

ODTÜ Biyolojik Bilimlerde "Atanmış Rektörler ve Demokratik Üniversite" tartışıldı

SONRAKİ HABER

Mansur Yavaş, kayyum rektör Melih Bulu’yu istifaya çağırdı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa