Siyaset Bilimci Ahmet Murat Aytaç: Baskı koşullarında zayi olan ilk şey hakikattir
Siyaset Bilimci Ahmet Murat Aytaç, “Şimdiki otoriter siyasi iktidarların pratikleri bize gösteriyor ki siyasal baskı koşullarında zayi olan ilk şey hakikattir.” dedi.
Fotoğraf: Can Candan
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Boğaziçi Üniversitesine yapılan rektör atamasına tepkiler, gözaltı ve tutuklamalara rağmen sürüyor. İktidarın “algı operasyonu” söylemine Boğaziçi eylemlerinde de başvurduğunu söyleyen Siyaset Bilimci Ahmet Murat Aytaç, “Şimdiki otoriter siyasi iktidarların pratikleri bize gösteriyor ki siyasal baskı koşullarında zayi olan ilk şey hakikattir.” dedi.
Rektörün öğrenciler tarafından kayyum olarak nitelendirilmesini “Direnişin iktidardan çok daha yaratıcı ve kabiliyetli olduğunun kanıtı” olarak değerlendiren Aytaç, iktidarın kayyum politikasına işaret ederek “Kayyum kelimesinin anlamı seçilmiş olmanın karşıtı, esasen yerel topluluğa ait olan bir yetkinin merkezi hükümet tarafından gasbedilmesinin aracı olarak tescil edilmiş oluyor. Bundan sonra ister bir belde ister bir üniversite, isterse de bir ülke ölçeğinde olsun, halkın kendini yönetme hakkının gasbedildiği her yerde bir kayyum ve kayyum olarak adlandırdığı kişiye direnen bir halk kesimi olacaktır” ifadesini kullandı.
Siyaset Bilimci Ahmet Murat Aytaç sorularımızı yanıtladı.
ÇEŞİTLİ SEMBOLLERLE DİRENCİ KIRMAK İSTİYORLAR
Boğaziçi Üniversitesine yapılan rektör atamasını, öğrenciler ‘kayyum’ olarak nitelendirerek, protesto eylemlerine başladı. Protestolardan önce olan bir resim üzerinden LGBTİ+ ‘lar nefret söylemi üzerinden linç edildi. Diyanet İşleri Başkanı, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı ve daha birçok yüksek düzeyli resmi devlet erkanı da bu öğrencileri deyim yerindeyse ‘lanetledi’. Ve beklenen oldu, önceki iki öğrenci tutuklandı. Ardından öğrencilerin eylemleri sert müdahalelerle engellendi, tutuklanan öğrencilerde oldu. Yaşananlar ve bu tutuklama siyaseten nasıl okunmalı?
Rektörün öğrenciler tarafından kayyum olarak nitelendirilmesi bence direnişin iktidardan çok daha yaratıcı ve kabiliyetli olduğunun kanıtı. Kayyum, temelde seçilmiş belediye başkanlarının yerine hükümet kararıyla belli kişilerin atanmasıyla siyasi bir problem halini aldı. Ancak bu haliyle içeriği, biçimi ve işlevleri iktidar tarafından belirlenmiş bir adlandırma niteliğindeydi. İktidar, kayyımın “terörle mücadele” çerçevesinde huzur ve güvenin geri dönüşünün, hizmet kalitesinin ve refah artışının bir simgesi olarak kabul edilmesini istiyordu. Aslında üniversite bileşenlerinin seçimiyle göreve gelmesi gereken rektörün makamına dışardan atama yapılmasını öğrencilerin kayyum siyasetinin bir parçası olarak nitelemesi bu bakımdan son derece anlamlıdır. Bununla kayyum kelimesinin anlamı seçilmiş olmanın karşıtı, esasen yerel topluluğa ait olan bir yetkinin merkezi hükümet tarafından gasbedilmesinin aracı olarak tescil edilmiş oluyor. Bundan sonra ister bir belde, ister bir üniversite, isterse de bir ülke ölçeğinde olsun, halkın kendini yönetme hakkının gasbedildiği her yerde bir kayyum ve kayyum olarak adlandırdığı kişiye direnen bir halk kesimi olacaktır.
“LGBTİ+ AKTİVİSTLERİN DEMOKRASİ VE HAK MÜCADELESİ İÇİNDE HER ZAMAN İÇİN SAYGIN VE ÖNEMLİ”
Buradan çok net anlaşılıyor ki sadece devlet gücünün kullandığı makamların değil konuştuğumuz dilin de gerçek sahibi halktır. Dolaşımda olan simgelerin asıl anlamını, farklı siyasi simgeler arasındaki eşdeğerlikleri herhangi bir dil kurumu veya siyasi iktidar değil, o kelimeler hayat veren insanlar belirler. İktidar Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerinin direncini çözmek, gelişen hareketi itibarsızlaştırmak adına LGBTİ+ hareketine özgü simgeleri kullanıyor ve bu hareketin simgeleri ile özgürlük mücadelesinin genel talepleri arasında belli eşdeğerlikler kuruyor. Üstelik sadece Boğaziçi’nde de değil, iktidar uygulamalarına meşruiyet kazandırmak istedikleri her durumda LGBTİ+ tartışmasını öne çıkarıyorlar. Anlaşılan kendilerini en fazla bu konuda güçlü görüyor, en çok bu konuda haklı olduklarına inanıyorlar. Örneğin karşı oldukları bir partinin genel başkan yardımcısını en çok kızlarının LGBTİ+ hareketine destek verdiği bir eylemin fotoğrafıyla sıkıştırabileceklerine inanıyorlar. Yahut İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili yürüttükleri kampanyada en çok Sözleşme’nin “sapkınlığı normalleştirdiği” iddiasını ileri sürdükleri anda güvende olduklarını sanıyorlar. Boğaziçi’nde öğrencilerle sözüm ona “terör örgütleri” arasında kurdukları bağlantılar üzerinden yapılan şimdiki tutuklama ve gözaltılarla hem bu güveni pekiştirmeye hem de oraya attıkları iddialarının bir hukuki gerçekliği olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Ancak sonuç hiç de düşündükleri gibi olmuyor, olmayacak da. Kayyuma karşı LGBTİ+ simgeleri üzerinden kurmaya çalıştıkları yeni eşdeğerlik zinciri (sapkınlık=LGBTİ+=terör=hak mücadelesi) bekledikleri etkiyi yaratmayacak. Zira LGBTİ+ hakları için verilen mücadele temelde bir insan hakları mücadelesidir ve bu açıdan ezilenlerin tarihinin bir parçasıdır. Bu çerçevede LGBTİ+ aktivistlerin demokrasi ve hak mücadelesi içinde her zaman için saygın ve önemli bir yeri olacaktır.
“PSİKOLOJİK OPERASYONLAR YAPILIYOR”
19 yıllık AKP iktidarları döneminde, yapılan hak arama eylemleri -Boğaziçi Üniversitesi örneğinde olduğu gibi- dini referanslarla kimi suçlamalara maruz kaldı. En ünlüsü Gezi direnişi sırasında ortaya atılan ve sonrasında yalan olduğu ortaya çıkan iddialardı. Camiye ayakkabılarla girdiler ve meşhur Kabataş meselesi… İktidar ve iktidar medyası bu istismarı nasıl ve neden bu kadar rahat biçimde yapıyor?
İktidar sözcülerinin dilinden düşürmediği ve hep gündemde tuttuğu stratejik bir kavram var: algı operasyonu. Algı derken insanların dünyaya düzen kazandırmak ve olaylara anlam vermek için hangi verileri önemli kabul edeceklerine, bunların nasıl organize edileceğine ve yorumlanacağına karar vermelerini sağlayan süreçleri kastediyorlar. Buna göre hakikate dair fikirlerimiz aslında gerçekliğin ne olduğunca değil nasıl algılandığınca şekillendirilir. Bu yüzden yazılı-görsel basında veya sosyal medyada aldatma, hile ve yalan üzerine kurulu olan ve kamuoyunu yönlendirecek psikolojik operasyonlara sık sık başvuruyorlar. Gezi sürecindeki meşhur Kabataş yalanı bu operasyonların en meşhur ve başarısız örneklerinden birini temsil ediyor. Ama böylesi girişimlerin daha etkili ve başarılı örnekleri de vardır. Genellikle siyasal alana yönelik böylesi müdahalelerde yalan tek başına olmaz, bazı gerçek kırıntılarıyla bir arada ve objektiflik görünümü altında kamuoyuna sunulur. Zira geniş toplumsal kesimlerin bakış açılarını şekillendiren dünya görüşleri, yaşanan tarihsel deneyimlerle ilişkili bir şekilde onlarda bazı “yatkınlıklar” yaratır. Sözünü ettiğim yatkınlık sadece İslami kesimlere özgü olmayıp ideolojik süreçlerin genel işleyişiyle ilgilidir. Türkiye’de İslami kesimin tarih anlatısında onların inandıkları değerlerin, kutsal saydıkları inançların dinine yabancılaşmış, yolunu şaşırmış Batıcı aydınlar tarafından aşağılandığı iddiası kurucu bir önem taşır. Bu durum dindar kitleleri, aksi ispatlanıncaya kadar, hatta bazen ispatlandıktan sonra bile, böylesi iddialara inanmaya yatkın hale getirir.
İktidarın bu yola çok rahat ve sık bir şekilde girmesinin nedenini kısmen bu çerçevede anlayabiliriz. Ancak bundan çok daha derinde yatan ve esasen bizim hakikat anlayışımızla ilgili olan bir neden daha vardır ki bundan söz etmeden geçemeyeceğim. İnsanlar hakikate çok büyük bir güç atfeder ve yalanın çok daha dayanaksız olduğunu düşünürler. Oysa modern kamu hayatı her biri kendi bakışını hakikat, rakiplerinin söyleminiyse yalan olarak eleştiren farklı dünya görüşleri arasında paylaştırılmış gibi görünüyor. Bu durum siyasi hakikati son derece kırılgan ve savunmasız hale getiriyor. Bu yüzden modern yalan sadece hakikati çarpıtsın veya üstünü örtsün diye söylenmiyor. Yalanın en derindeki amacı hakikatin yerine geçmektir. Şimdiki otoriter siyasi iktidarların pratikleri bize gösteriyor ki siyasal baskı koşullarında zayi olan ilk şey hakikattir. İktidarın bu kadar rahat, bu kadar kayıtsız bir şekilde yalan söyleyebilmesinin ardında aslında hakikatin kimsesiz olduğunu düşünmesi yatar. Böylesi bir dünyada hakikati savunmak gerekir, savunmazsanız yalan döner dolaşır sonunda hakikatin kendisi haline gelir.
“CHP SİYASETİNİN TAKTİĞİ SOL-SEKÜLER SEÇMENLERE KARŞI”
Devlet kurumları öğrencilere yönelik düşmanlaştırıcı ifadeler kullandı. Kimini şaşırtan kimini ise şaşırtmayan bir biçimde CHP Sözcüsü Faik Öztrak’ın, “İnsanlığın mukaddes değerlerine yönelik hiçbir saldırıyı ve aşağılamayı kabul edemeyiz. Bu alçak provokasyonu şiddetle kınıyoruz. Görünen ve görünmeyen sorumlularının bir an önce ortaya çıkarılmasını bekliyoruz” dedi. Ardından CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “öğrenciler velilerine” seslen görüntülü mesajı geldi. Bu mesajda eleştirildi. CHP’nin bu ‘taktiği’ kendi tabanından da demokrat kamuoyundan da ciddi tepki aldı. Bu ifadelerin gösterdiği ‘taktiği’ nasıl buluyorsunuz?
CHP’nin bu gibi durumlarda yaptığı açıklamaların çelişkili tutumları bir araya getirdiğine ilk defa tanık olmuyoruz. Genellikle herkesi memnun bırakmak için savunulması gereken ve birbirini dışlayan iki çelişkili görüş bir arada savunulur. Bu görüşleriyse CHP içindeki farklı görüşlerin temsilicisi olan farklı genel başkan yardımcıları dile getirir. Bu sefer de durum ilk başta öyleymiş gibi göründü. Faik Öztrak’ın olayın provokasyon olduğuna yönelik açıklamasının ardından Özgür Özel’in kısmen sürece sahip çıkarmış gibi yaptığı zıt bir açıklama geldi. Ancak tepkilerin giderek artması üzerine CHP el arttırmak zorunda kaldı ve bizzat Kılıçdaroğlu’nun ağzından görüntülü bir açıklama yayımlamak durumunda kaldı. Ama tam da bu açıklamayla CHP’nin kendini aştığını ve geleneksel tavrının ötesine geçtiğini gördük. Bence değişimin esas boyutu içerikle değil muhatap aldığı kesimle ilgiliydi. Kılıçdaroğlu, bir yandan “kayyum rektör” veya “gençleri serbest bırakın” gibi söylemleri sahipleniyor, diğer yandan gençleri aktif bir özne, bir fail olmaktan çıkaran ve onların sorunlarını aileleriyle müzakere eden muhafazakar bir anlayışın sözcüsü gibi konuşuyordu. Bu davranış tarzı örneğin eylemci gençlerin ailelerine mektup yazan eski rektörleri, çocuklarına sahip çıkmaları için aileleri korkutan valilerin ve emniyet müdürlerinin açıklamalarını andıran bir yan barındırıyordu.
İşaret ettiğim bu nokta, CHP siyasetinin taktik yanının aslında muhafazakar-dindar seçmenlere karşı olmaktan çok sol-seküler seçmenlere karşı olduğunu gösteriyor bence. Çünkü taktik olan anlamını ve değerini genel stratejik tablo içinde kazanır ve stratejiye göre ikincil önemdedir. Parti davranışlarının mevcut ittifak siyasetinin stratejik mantığına tabi olduğu günümüz dünyasında CHP için de siyasetin mantığı kökünden dönüşmüş durumdadır. Kimilerinin kutuplaşma siyasetinden uzaklaşma, herkesi bir araya getirme, muhafazakar seçmeni kucaklama şeklinde selamladığı bu stratejik dönüşümün öznesi sol-seküler seçmen değildir. Yapılan açıklamalar yaşanan zihniyet dönüşümünün açık bir göstergesidir. Yeni stratejik yönelimi içerisinde CHP kutsal değerlere saygılı, güvenlik söylemini özgürlük taleplerinin önüne çıkaran, “yapıcı” bir muhalefet profili çizmeye çalışıyor. Dönüşümü toplumsal tabanına kabul ettirmek için örneğin “kutsala saygı” adı altında tuhaf eşdeğerlikler kuruluyor. Atatürk ve peygamber, Kabe ve Anıtkabir arasında kurulan paralellikler karşı tarafı anlamanın, onunla empati kurmanın aracı olarak öne çıkarılıyor.
Toplumun ağır baskılarla karşı karşıya olduğu koşullarda hak mücadelesi veren insanları provokatörlükle suçlamak sık rastlanan bir durumdur. İktidar söyleminde anahtar bir rol oynayan “terör” ve “terörist” kavramlarına paralel bir görevi muhalefetin söyleminde “provokasyon” ve “provokatör” kavramları yerine getirir. İkisi de değişik açılardan geniş toplumsal kesimleri siyasetten uzaklaştırmanın, hakikati savunmayı yanlış ve zararlı göstermenin bir aracı olarak işlev görürler. Bununla provokasyonların hiç olmadığını söylemek istemiyorum, elbette ki böyle provokasyonlar mümkündür. Ama yapılması gereken şey hak arayan kişi ile provokatörü, adalet talebi ile provokasyonu birbirinden ayırt etmektir. Oysa CHP sözcüleri bunun yerine provokasyonun “görünen” sorumlusu olarak bazı öğrencileri, “görünmeyen” sorumlusu olarak da karanlık güçleri, büyük ihtimalle iktidarı işaret etmekle yetiniyor.