Siyaset Bilimci Şebnem Oğuz: Anayasa tartışmasına ortak olmak iktidarı meşrulaştırır
Erdoğan daha önceki anayasa tartışmalarında olduğu gibi bu kez de yeni anayasa talebini “darbe anayasasına karşı sivil anayasa” çerçevesinde meşrulaştırmaya çalışıyor.
Şebnem Oğuz | Fotoğraf, kişisel arşivinden alınmıştır
Serpil İLGÜN
İstanbul
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanan Melih Bulu protestoları, Meclis grup toplantılarından belediye meclis toplantılarına, her yere sirayet ediyor. Yanı sıra, suç örgütü liderinden ilahiyat dekanına “Biz gece vakti işi bitirir, ertesi gün işe gideriz” şeklindeki tehditler de devam ediyor. Protestolar tehdit ve baskılara rağmen genişleyerek sürerken, Erdoğan yeni anayasa çıkışına giderek daha fazla abanıyor. Son grup toplantısında buna, yeni anayasanın toplumun tüm kesimleriyle istişare edilmesi iddiası da eklendi. Ortağı Bahçeli ise, yeni anayasa hazırlığının Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni pekiştirceği amacına, Anayasa Mahkemesi’nin de buna göre yapılandırılacağı bilgisini ekledi.
Cumartesi söyleşisinde bu hafta, Siyaset Bilimci Prof. Dr. Şebnem Oğuz’la siyaset gündemine Boğaziçi eylemleri üzerinden bakmaya çalıştık. “Boğaziçili öğrenci ve akademisyenlerinden, işçi ve emekçilere, hak taleplerinin bu kadar sert yanıtlandığı, kutuplaştırma dilinin yükseltildiği bir iklimde Anayasa tartışmasına ortak olmak sadece siyasi iktidarı meşrulaştırma işlevi görür” diyen Oğuz, içinde bulunduğumuz atmosferde yapılacak yeni bir anayasanın egemen sınıfların Anayasası olacağı ve rejimin daha da kurumsallaşmasını sağlayacağını vurguluyor.
Erdoğan ve Bahçeli, Boğaziçi direnişi konusunda öğrenciler, akademisyenler ve destek veren tüm kesimlere yönelik aldıkları pozisyonlarını sertleştirerek sürdürüyor. Ancak sertleşme ve tehditler direnişi etkilemediği gibi daha da meşrulaştırıyor. Buna rağmen neden geri adım atılmıyor ve sertlik sürdürülüyor? Direnişin toplumda bu kadar sahiplenileceği hesap edilmedi mi, yoksa mesele sadece Boğaziçi değil mi?
Aslında iktidarın üniversiteler üzerindeki baskısının yeni olmadığını biliyoruz. Bu süreci siyasi rejimin faşistleşme doğrultusunda geçirdiği dönüşüm bağlamında değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Günümüz Türkiye’sinde siyasal rejimin faşist ögelerin ağır bastığı yeni bir biçime evrilme sürecinde temel dönüm noktası 2013’de AKP-Cemaat ittifakının bozulması ve Gezi direnişidir. Bu süreçte ortaya çıkan siyasal krizi aşmak üzere devletin baskı aygıtları ile ideolojik aygıtları arasındaki ilişki köklü bir dönüşümden geçti. Bu dönüşüm 2015’den itibaren daha da derinleşti ve 15 Temmuz sonrasında ilan edilen OHAL ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle birlikte faşizme özgü yeni boyutlar kazandı. Faşist rejimlerde, devletin ideolojik aygıtları içinde özellikle üniversitelerin baskı aygıtından ya da yürütmeden görece özerkliği azalır.
Bu süreç ne zaman başladı?
Türkiye’de bu süreç 2016’da barış akademisyenlerinin üniversitelerden tasfiye edilmesiyle başladı. Hatırlarsanız bugün suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı’nın Boğaziçi direnişçilerini terörist olarak nitelendirmesine benzer biçimde o zaman da mafya lideri Sedat Peker barış akademisyenlerini “kanlarında duş alacağız” sözleriyle tehdit etmişti. Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun rektör olarak atanması bu sürecin devamı niteliğini taşıyor. Fakat aynı zamanda sembolik bir anlamı da var. Faşist ideolojinin önemli ögelerinden biri milletin şanlı geçmişi yeniden inşa etmeye dönük olarak topyekûn bir değişimle ayağa kalkışı anlamında diriliş motifidir ve bu motifte bazı tarihler ve yıldönümlerinin yeniden anlamlandırılması sembolik bir önem taşır. Erdoğan’ın Selçuklu ordularının Bizans karşısındaki ilk zaferinin bininci yıldönümü olan 2071 tarihine atıfta bulunması ya da 1453’e referansla 2053 vizyonundan söz etmesi bunun örnekleridir. Barış bildirisine imza atan akademisyenlerin kamu görevinden çıkarılması için çıkarılan ilk KHK’nın 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne denk gelmesi bu anlamda rastlantı değildi. Benzer biçimde Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanması için 1 Ocak tarihinin seçilmesini de rastlantı olarak görmemek gerekir. Batı kültüründe önemli bir yeri olan yılbaşında siyasi iktidarın Alaattin Çakıcı’nın deyişiyle “Amerikalı misyonerler tarafından Osmanlı coğrafyasında eğitim adı altında açılan Amerikan kolejlerinin devamı” olarak kurulan Boğaziçi Üniversitesi’ni fethetme girişimi sembolik bir anlam taşıyor. Bu durumu sadece Boğaziçi, ODTÜ, Mimar Sinan Üniversitesi gibi üniversitelerin “son kalelerinin” de iktidarın kontrolü altına alınması çabası olarak yorumlamak eksik olur. Burada aynı zamanda faşist rejimlere özgü bir biçimde kitlelerin hıncını yeniden diriliş motifiyle uygun bir hedefe yönlendirme motivasyonunu görmek mümkündür. Siyasi iktidar bu yolla özellikle pandemi ve kriz koşullarında işçi sınıfının ve geniş kitlelerin kendisine yönelen öfkesini bastırmaya çalışmıştır. Bu anlamda iktidarın Boğaziçi direnişi karşısındaki sertliği daha önceki Ayasofya çıkışı, Karadeniz’de bulunan doğal gaz “müjdesi”, iki gün önce açıklanan “Milli Uzay Programı” gibi söylemlerle aynı amacı taşıyor. Süleyman Soylu’nun "Kabe-i Muazzama'ya hakaret eden LGBT sapkınları” söylemini de bu çerçevede değerlendirmek mümkün.
FAŞİST REJİMLERİN EN ÖNEMLİ ÖGELERİNDEN BİRİ PARAMİLİTER GÜÇLERİN VARLIĞIDIR
Alaattin Çakıcı’nın veya bir ilahiyat dekanının Boğaziçi konusunda da bu tehditlerini bu kadar rahat sürdürmesi nasıl mümkün oluyor?
Boğaziçi direnişçileri konusunda İçişleri Bakanı’ndan ilahiyat dekanına bu kadar çok sayıda aktörün söylem üretmesini de faşist rejimlere özgü bir özellik olarak değerlendirmek gerek. Poulantzas’ın Faşizm ve Diktatörlük kitabında belirttiği gibi faşist rejimlerde devletin baskı ve ideolojik aygıtları işlev değiştirir. Örneğin baskı aygıtı ideoloji üretmeye başlar. Boğaziçi ile ilgili olarak özel bir televizyon kanalında Süleyman Soylu’yla görüşme yapan bir programcı sözlerine “Sizin için çok konuşuyor deniyor, neden bu kadar çok konuşuyorsunuz?” diye başlamıştı. Bu sorunun yanıtını yürütme aygıtının bir parçası olan İçişleri Bakanı’nın ideolojik işlev üstlenmesinde aramak gerek.
Öte yandan Alaattin Çakıcı gibi bir suç örgütü liderinin Boğaziçi direnişçileri hakkında bu kadar açıkça söz söyleyebilmesi de faşistleşme sürecinin bir başka göstergesi. Zira faşist rejimlerin en önemli ögelerinden biri de paramiliter güçlerin varlığıdır. Özellikle 2015 sonrasında Cizre’de ortaya çıkan Esadullah, PÖH gibi oluşumlar, Osmanlı Ocakları, SADAT, 15 Temmuz’dan sonra gündeme gelen Halk Özel Harekât gibi yeni/İslamcı paramiliter gruplar yanında, geçtiğimiz ekim ayında Mehmet Ağar, Alaattin Çakıcı, Engin Alan ve Korkut Eken’in Bodrum’da çektirdiği fotoğrafla birlikte eski “ülkücü” paramiliter güçlerin de yeniden sahneye çıkması önemli bir gelişmeye işaret ediyor. Paramiliter oluşumlar üzerine çalışan akademisyen Ayhan Işık’ın geçtiğimiz günlerde Birartıbir dergisinde yayınlanan bir söyleşisinde belirttiği gibi, burada 1990’lardan farklı olarak paramiliterleşmenin inkârdan aleniliğe doğru evrilmesi ve sadece devletin değil toplumun da paramiliterleşmesi söz konusu. Alaatin Çakıcı’nın, Kılıçdaroğlu’na yönelik tehditlerinden sonra Boğaziçi direnişçilerini de bu kadar aleni bir biçimde hedef gösterebilmesi rejimin faşizm doğrultusunda geçirdiği dönüşüm konusunda önemli ipuçları sunuyor. Erdoğan’ın “yürekleri yetse neredeyse cumhurbaşkanı istifa diyecekler” sözü, başka bir deyişle “Cumhurbaşkanı istifa” demenin bile “yürek isteyen” bir cesarete dönüştürülmüş olması da yine faşist rejim unsurlarının başında gelen lider kültünün ne kadar güçlendiğini gösteriyor.
BOĞAZİÇİ’NDEN ÇEKİLMESİ GEREKEN “DİRENİŞÇİ ÇOCUKLAR” DEĞİL, KAYYUM REKTÖRDÜR
Erdoğan her fırsatta “Boğaziçi’nden Gezi çıkaramayacaksınız” diyor. Ortada böyle bir emare yokken, Erdoğan’ın kendisine, politikalarına karşı yapılan her muhalefeti Gezi’yle eşleştirmesine sebep ne?
Bunun nedeninin faşist rejimlerin sürekli olarak bir iç düşmana ihtiyaç duyması olduğunu düşünüyorum. Faşist rejimler kendilerini yeniden üretebilmek için iç ve dış düşmanlar yaratır. Klasik faşizmden farklı olarak günümüz faşist rejimlerinde düşmanı yok eden fiziksel şiddetin yerini sembolik şiddet alıyor. Faşist politikacılar düşmanı yok etmek yerine kendi karşılarında konumlandıracakları bir rakip olarak kullanmayı tercih ediyorlar. Başka bir deyişle iç ya da dış düşmanlar üreterek onlara karşı kendi söylemlerini yeniden kurup güç devşiriyorlar. Günümüz faşizminin klasik faşizmden farklı olarak meclisin açık olduğu, seçimlerin askıya alınmadığı bir zeminde var olmasının nedeni de buradan kaynaklanıyor. Bu noktada geçtiğimiz günlerde “Faşizmden Popülizme” kitabı Türkçeye çevrilen Federico Finchelstein’ın günümüz popülizmini “faşizmin kılık değiştirmiş biçimi” olarak tanımlamasını anlamlı buluyorum.
Şu günlerdeki söylemlerde aynı kuvvette vurgulanmıyorsa da, Boğaziçi üniversitesi’nin “seçkinci”, “elitistler” şeklinde etiketlenmesi nereye oturuyor?
Boğaziçi direnişi aynı zamanda popülist stratejiyi kullanan faşist politikacıların başvurduğu anti-elitist söylemin de sınırlarını gösterdi. Bildiğiniz gibi popülizm yekpare bir bütün olarak halk karşısında kültürel olarak yozlaşmış, halka uzaklaşmış bir elit tanımlar. Elit dediğimiz şey aynı zamanda aydınları da içerir. Dolayısıyla popülist stratejiyi kullanan faşist politikacılar o elite karşı halkın içinden çıktıklarını söyleyerek, aynı zamanda yine faşist rejim unsurlarının başında gelen anti-entelektüelizm ya da cehalet taraftarlığını öne çıkarırlar. Bunun bir örneğini daha önce 2016’da Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Bülent Arı’nın kullandığı “ülkeyi ayakta tutacak olanlar cahil kitlelerdir” ifadesinde görmüştük. Siyasi iktidar anti-elitizm ve anti-entellektüelizm söylemini Boğaziçi direnişçilerine karşı da kulllanmaya çalıştı, fakat öğretim üyeleri ve öğrencilerin bunun karşısında sağlam durduğunu ve öğrencilerin özellikle “12. Cumhurbaşkanına Açık Mektup”ta kullandıkları kapsayıcı söylemle demokratik hak ve özgürlükleri gaspedilen bütün kesimlere sahip çıkarak bu hamleyi boşa çıkardıklarını düşünüyorum. Bu mektup aynı zamanda CHP’nin öğrencileri ve ailelerini sağduyuya çağırarak “çocuklarınızı çekin” olarak yorumlanan sözlerine de anlamlı bir yanıt oluşturuyor. Kılıçdaroğlu’nun bu konudaki talihsiz sözlerinin aksine Boğaziçi’nden çekilmesi gerekenin direnişçi “çocuklar” değil, kayyum rektörün kendisi olduğunu hatırlatan direnişçileri bu vesileyle selamlıyorum.
FAŞİST DEVLETİN İNŞA SÜRECİ, NEOLİBERAL DEVLETİN İNŞA SÜRECİNE ÇOK BENZİYOR
Direniş sürerken, Cumhurbaşkanı kararıyla Boğaziçi Üniversitesi’ne hukuk ve eğitim fakültülerinin açılacağı duyuruldu. Buradaki strateji ne?
Aslında bunun da yeni bir strateji olmadığını belirtmek gerekir. Her karşı-devrimci hareket siyasi iktidara geldiğinde önünde bir önceki dönemin kuralları ve normlarıyla işleyen bir devlet aygıtı bulur. Devrimci oluşumlardan farklı olarak karşı-devrimci hareketler iktidara geldiklerinde devlet aygıtını parçalamazlar. Bu nedenle devlet-içi direnç noktalarıyla karşılaşırlar ve bunları aşarak ilerleyebilmek için öncelikle var olan devlet aygıtı içinde kendi ilkeleri doğrultusunda işleyen adacıklar yaratırlar. Bunun en yakın ve tipik örneği neoliberal karşı devrimci iktidarlardır. Örneğin 1980’lerin başında Türkiye’de devletin neoliberal ilkeler doğrultusundaki dönüşümü başladığında, ANAP hükümetleri devlet içindeki farklı kurumların ve toplumsal kesimlerin direnciyle karşılaştıkça, öncelikle devlet aygıtına yeni kurumlar ve kurullar ekleyip yeni kadrolarla doldurarak “neoliberal adacıklar” oluşturmuşlardı. Devlet aygıtının neoliberalizm doğrultusundaki bütünsel dönüşümü ise ancak 1999’da Anayasa’ya özelleştirme maddesinin eklenmesiyle hızlandı. Faşist devletin inşa süreci bu anlamda neoliberal devletin inşa sürecine çok benziyor.
ANAYASA ÇIKIŞI, YENİ BİR ENSTRUMAN OLARAK DEVREYE SOKULDU
Erdoğan’ın yeni anayasa çıkışı, siyaset gündeminde tartışılmaya devam ediliyor. Siz bu çıkışın maksadını nasıl okuyorsunuz?
Hukukta, yargıda, ekonomide reform vaadinin iktidar bloğu tabanında bile beklenen etkiyi yaratmadığı koşullarda, yeni anayasa çıkışı, içerde ve dışarıda beklentiyi sürdürmek için yeni bir enstrüman olarak devreye sokuldu. Erdoğan ve Bahçeli’nin yeni Anayasa çıkışının içerik olarak hangi temeller üzerinden ilerleyeceğini kestirmek şimdilik güç. Öncelikle Erdoğan’ın Rusya örneğindeki gibi iktidarda kalma süresini uzatacak bir formül üretebileceğini söyleyen yorumlara katıldığımı söyleyebilirim. Erdoğan ve Bahçeli’nin parlamenter sisteme dönüş olmayacağına, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin güçlendirileceğine dair açıklamalarını da göz önünde bulundurunca, yeni Anayasa çıkışının birkaç amacı olabileceğini düşünüyorum. Bunlardan ilki Bahçeli’nin dün (çarşamba) dile getirdiği, hala tam anlamıyla yürütmenin kontrolü altına girmemiş olan Anayasa Mahkemesi’ni yeniden yapılandırmaya dönük bir değişiklik olabilir. Eski İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan’ın Erdoğan'ın imzasıyla Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmesi süreci, bu konunun iktidar bloğu açısından ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi. İkinci neden, günümüz faşist rejimlerinin sürekli bir söylemsel kitlesel seferberlik için yeni gündem maddeleri üretme ihtiyacı ile ilgili olabilir. Bu bağlamda yeni Anayasa tartışmalarında özellikle laiklik, Kürt sorunu gibi başlıklarda yeniden kutuplaşma yaratılabilir ve bu başlıklarda iktidarın tabanını yeniden seferber ederek konsolide etmeye çalışması beklenebilir.
Bu süreçte siyasi iktidarın sıklıkla 1921 Anayasası’na referans vermesinin de özel bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün, yaptığı, “Bugün 1921 Anayasası'nın ruhuyla, yine cumhuriyetimiz ikinci yüzyılına girerken yeni bir toplumsal sözleşmeyi yine Gazi Meclisimiz’in iradesiyle, milletimizin iradesiyle yeni anayasayla taçlanacağına olan inancımız tamdır” sözleri tam da 2021’in 1921 Anayasası’nın 100.yılına denk gelmesi nedeniyle söyleşinin başında belirttiğim yeniden dirilişçi söylem açısından sembolik bir önem taşıyor. Ayrıca 1921 Anayasası’nın bir kurucu iktidara dayanması, faşizmin kuramcısı Carl Schmitt’in “egemen diktatörlük” kavramını hatırlatıyor. Schmitt iki tür diktatörlükten söz eder: “egemen diktatörlük” ve “komiseryal diktatörlük”. Egemen diktatörlük, anayasal düzeni değiştirme gücüne sahip olan kurucu iktidardır. Komiseryal ya da atanmış diktatörlük ise, halk tarafından görevlendirilmiş bir kişinin mevcut hukuku korumak üzere varolan yasaları askıya alarak krizi yönetme yetkisidir. Egemen diktatörlük, düzenin kurucu iktidar tarafından kalıcı biçimde yeniden yapılandırılmasını sağlar. Erdoğan’ın Anayasa değişikliği değil, yeni bir Anayasa vurgusunu böyle bir iddia bağlamında yorumlamak da mümkün.
AKP, PASİF KONSENSUSA DAYALI HEGEMONYAYI 2010 REFERANDUMUNDA DA UYGULAMIŞTI
Erdoğan’ın “toplumun tüm kesimleriyle istişare edilecek” vaadi için ne düşünürsünüz? Toplumun en az yarısını “törorist”, “zillet” gibi kavramlarla yaftalanmaya ve kutuplaştırıcı dil en üst seviyede kullanılmaya devam edilirken, bu ne kadar inandırıcı?
1921 Anayasası’nın bir özelliği de toplumun farklı kesimlerine hitap edebilen bir metin olmasıydı. Erdoğan’ın dün yaptığı açıklamada “kimi siyasi partiler kendini sürecin dışında tutsa bile biz toplumun tüm kesimleri ile oturup konuşarak yeni anayasa çalışmalarının içinde olmalarını temin edeceğiz” ifadesi ile birlikte ele alındığında bu süreçte siyasi iktidarın Millet İttifakı cephesinin önerdiği “güçlendirilmiş parlamenter sistem” talebini boşa düşürme ve bu ittifakı bölerek bazı kesimlerini kendi yanına çekme çabasına girişeceğini beklemek yanlış olmaz. Bu noktada Gramsci’nin hegemonya kavramına dönmek yerinde olur. Gramsci’ye göre hegemonya iki türlü kurulabilir: Bunlardan ilki toplumun tümüne entelektüel ve moral liderlik yapmayı temel alan kapsayıcı hegemonyadır. İkincisi ise, muhalif kesimlerin bazı ögelerini içine çekme, tarafsızlaştırma, etkisizleştirme, muhalefetin politik gündeminin bir bölümünü kendi gündemine aktarmayı içeren “pasif konsensus”a dayalı hegemonyadır. Aslında AKP bunlardan ikincisini 2010 Anayasa referandumunda da uygulamıştı. Askeri vesayeti kaldırmayı ve sivilleşmeyi demokratikleşmeye eşitleyerek sol liberal aydınların rızasını devşirmeye çalışmış ve bu çabada bir ölçüde başarılı da olmuştu. Sol liberalleri iç düşman olarak ilan ettiği bugünlerde ise yeni anayasa tartışmasıyla sağ liberallerin ve AKP’nin bazı uygulamaları nedeniyle partiden uzaklaşan muhafazakâr kesimlerin bir bölümünün rızasını devşirmeye çalışmasını bekleyebiliriz. Ancak nasıl ki 2010 referandumunda sivilleşme doğrultusundaki bazı adımlar genel anlamda otoriter bir çerçevenin içinde sol liberallerin umduğundan başka sonuçlara yol açmışsa, bugün de yeni anayasa tartışmalarında siyasi iktidarın yapabileceği bazı demokratik görünümlü önerilerin (bunların başında yerelleşme gelebilir) 2010’a göre çok daha otoriterlermiş, faşistleşme sürecine girmiş bir rejim bağlamında ortaya atılacağını ve bambaşka bir hedefe hizmet edeceğini unutmamak gerekir.
Bu çerçevede, HDP’nin dışlanacağını, “tüm partilerle” vaadinin içine alınmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz, ne dersiniz?
Erdoğan’ın daha önce yaptığı bir açıklamada Anayasa çalışmasının “gizli saklı mahfillerde terör örgütü ile irtibatlı kesimlerin gölgesinde ülkesi ile zihni kalbi bağlantısı kopuk isimlerle yürütülebilecek bir iş olmadığını” belirtmesi zaten HDP’nin çeşitli mekanzimalarla bu süreçten dışlanacağını gösteriyor. Bu noktada CHP’nin başlangıçta yeni Anayasa konusunda Erdoğan’la masaya oturmayacağını belirtmesine rağmen, süreç içinde yeni bir Anayasa konusunda samimi olmadığı eleştirilerine maruz kalmamak için müttefiki İyi Parti ile birlikte orta yolcu bir tavır takınmasını bekleyebiliriz. Nitekim Kılıçdaroğlu’nun bugün yaptığı açıklamada yeni Anayasa önerisini kesin bir dille reddetmek yerine “demokrasiyi değil, otoriterliği güçlendirmesinden endişe ettiğini” söylemesi, bunun bir göstergesi sayılabilir.
YENİ ANAYASA ÖNÜMÜZE GELİRSE SOL, ‘HAYIR’ DEMELİ
Toplumsal muhalefet ne yapabilir ve ne yaparsa nasıl sonuç alabilir?
Erdoğan daha önceki anayasa tartışmalarında olduğu gibi bu kez de yeni anayasa talebini “darbe anayasasına karşı sivil anayasa” çerçevesinde meşrulaştırmaya çalışıyor. Ancak “sivilleşme” söyleminin demokratikleşmeyle ilgisi olmadığının bilindiği, askeri vesayetin yerini sivil diktatörlüğün aldığı koşullarda toplumsal muhalefetin yeni anayasa tartışmasını baştan reddetmesi gerektiğini düşünüyorum. Boğaziçili öğrenci ve akademisyenlerinden, işçi ve emekçilere, hak taleplerinin bu kadar sert yanıtlandığı, kutuplaştırma dilinin yükseltildiği bir iklimde Anayasa tartışmasına ortak olmak sadece siyasi iktidarı meşrulaştırma işlevi görür. Ayrıca Anayasal kazanımlar sınıfsal mücadelelerin ürünü olarak ortaya çıkar. Bu nedenle içinde bulunduğumuz atmosferde yapılacak yeni bir anayasanın egemen sınıfların Anayasası olacağı ve faşist rejimin daha da kurumsallaşmasını sağlayacağı açıktır. Üstelik Anayasa’nın değiştirilemez maddelerinin korunacağı açıklamaları, ülkenin başat sorunlarından olan Kürt sorunun çözümüne mevcut yaklaşımın da devam edeceğini gösteriyor.
Bu koşullarda Millet İttifakı cephesinin “güçlendirilmiş parlamenter sistem” talebi üzerine kurulan anayasa taslaklarını şekillendirme çabasından da demokrasi, adalet, ekonomi ve Kürt sorunun çözümü konusunda bir uzlaşı çıkması mümkün değildir. Ancak buradan toplumsal muhalefetin Anayasa tartışmalarını önemsememesi ya da yeni anayasa referanduma götürülürse boykot etmesi gerektiği gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Aynı 2010 Anayasa referandumunda olduğu gibi solun bütün bu sürece ve referanduma gidildiği takdirde de yeni Anayasaya keskin bir “hayır” demesi gerektiğini düşünüyorum.
TOPLUMSAL MUHALEFET TABANDAN MÜCADELELERİ ÖREREK GÜÇ BİRİKTİRMELİ
Toplumsal muhalefetin asıl odaklanması gereken mücadele alanı ise öğrenci, işçi, kadın, ekoloji hareketi gibi tabandan yükselen toplumsal hareketlerdir. Faşizmin Bonapartizm ve askeri diktatörlük gibi diktatörlük türlerinden farkı, diktatörün kitleyle olan organik ilişkilerinin güçlü olması, başka bir deyişle kitle desteğinin sürekliliğidir. Bu bağlamda toplumsal muhalefetin yapması gereken şey, sabırla faşizmin kitle desteğini azaltmak üzere tabandan mücadelelerin örgütlenmesine katkıda bulunarak güç biriktirmektir. Başka bir deyişle toplumsal muhalefetin kendi iç tahkimatı, iç mobilizasyonu için değil de, faşizmin kitle desteğini oluşturan kesimleri kazanmak için mücadele etmesi gerekir. Ekonomik kriz ve pandemi bu anlamda önemli olanaklar sunuyor. Özellikle pandemi koşullarında yeni tür örgütlenme ve dayanışma ağlarının ortaya çıktığını görüyoruz. Salgın süresince devletin karşılamadığı hizmetleri karşılamak üzere kurulan mahalle dayanışma ağları, ev eksenli çalışanların, kuryelerin, kafe ve bar çalışanlarının kurduğu yeni bağımsız sendikalar, müzisyenlerin dayanışma amacıyla kurduğu dijital platformlar bu oluşumların örnekleridir. Bu noktada salgının yepyeni mücadele biçimlerini gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Toplumsal muhalefetin yüzünü dönmesi gereken asıl dinamiklerin burada yattığını düşünüyorum.