20 Şubat 2021 00:18

Siyaset Bilimci Zafer Yörük: Bu bir rehine kurtarma operasyonu değildi

Garê olayı, ‘şehitler’ edebiyatıyla geçiştirilmeyecek. Bu kez muhalefetin eline büyük kozlar geçmiş bulunuyor, bunları nasıl kullanacağını göreceğiz.

Siyaset Bilimci Dr. Zafer Yörük | Fotoğraf: MA

Paylaş

Serpil İLGÜN

Garê operasyonu siyaset gündeminin konusu olmayı sürdürüyor. Beka düsturunun bu kez işlememesi Cumhur İttifakı liderlerini öfkelendirdi. Başta CHP olmak üzere Millet İttifakı içindeki ve yakınındaki partilerin operasyonu eleştirmesi, hatta verilen kayıplardan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ı sorumlu tutması, tansiyonu daha da yükseltti. “Çözüm askeri operasyonlarda değil” diyen HDP’ye yönelik 40 ilde, aralarında il ve ilçe başkanlarının da bulunduğu 719 kişi gözaltına alındı. HDP milletvekilleri Hüda Kaya ve Ömer Faruk Gergerlioğlu hakkında provokatif paylaşımlar yaptıkları iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Erdoğan, Garê operasyonunu başarısız olduğunu söylerken, derneklerden sosyal medya kullanıcılarına herkes hedef alınıp, tehdit edildi. Koronanın muaf tutulduğu AKP kongrelerinde dil daha da sertleşti. MHP lideri Bahçeli’ye göre ise, “Gara’dan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” ve “PKK'nın yanında saf tutan kim varsa tepeden tırnağa tutuşturulacak!"

Peki Garê’de ne oldu? Muhalefet neden bu kez iktidarın arkasında durmadı? ABD’ye neden brifingler verildi? Operasyonun asıl hedefi neydi? Irak ve İran nasıl pozisyon aldı? Operasyonun başarısız olması nedeniyle askeri ya da sivil bürokrasiye fatura çıkarılır mı? Tehdit dozunun yükselmesi kutuplaştırmayı arttırır mı?...

Siyaset Bilimci Dr. Zafer Yörük’le konuştuk.

Garê operasyonu sonrası benzerine çok rastlanmayan durumlar yaşandı. Muhalefet sorumlu olarak Erdoğan’ı gösterdi. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu CHP ve İYİ Parti’yle görüşüp, Meclise operasyonla ilgili bilgi verdiler. İktidar daha önce “beka” argümanıyla sınır ötesi operasyonlarda HDP dışındaki Meclis içi muhalefetin desteğini arkasına alırken, bu kez neden sert eleştirilerle karşılaştı?

Olması gereken oldu aslında. Bundan öncekilerin olmaması gerekiyordu. Muhalefet, tünelin ucunda iktidar ışığını gördüğü için böyle davranmış olabilir, devletin bir kanadı bu operasyondan rahatsız olmuş olabilir. Çünkü sadece 13 rehin ölmedi, orada ilk indirmede üç rütbeli asker de vuruldu. Üstelik sanıyorum bu rütbeliler, harekatı yöneten subaylardı. Tabii biz bu üç kişiyi biliyoruz, dezenformasyon çok olduğu için ancak tahminlerde bulunabiliyoruz. Dolayısıyla orada büyük kayıplar olmuş olabilir ve o açıdan harekatı amatörce bulmuş olabilirler veya bir istihbarat açığı görmüş olabilirler. Ya muhalefet “muhalefet yapayım artık” dedi, ya da muhalefetle ilişkisi olan devlet kanadı YAŞ’larda vs. ulusalcı albayların bir kısmının tasfiyesinden de rahatsız olan ve 15 Temmuz’dan beri hassas bir dengeyle Erdoğan yönetimiyle ittifak içinde olan ulusalcı kanadın rahatsızlığı yansımış olabilir, oradan cesaret almış olabilir muhalefet.

Erdoğan ve Bahçeli’nin “intikam alacağız, kafalarını kopartacağız” ifadeleri de çok karşılık bulmadı gibi, ne dersiniz?

Bu olay, şehitler edebiyatıyla geçiştirilmeyecek herhalde. Ne de, 7 Haziran seçimleri ile Kasım 2015 arasında yaşananlar gibi yeni bir çatışma halinin siyasal ranta dönüştürülmesi gibi bir sonuç alınması mümkün. Cumhurbaşkanı, bunun bir başarısızlık olduğunu ya ağzından kaçırdı ya da bunu bilerek yaptı. Hulusi Akar’a, Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler’e ya da Süleyman Soylu’ya yüklenecek gibi, onun yolunu da yapıyor olabilir. Bu daha muhtemel. Bu kez muhalefetin eline büyük kozlar geçmiş bulunuyor, bunları nasıl kullanacağını göreceğiz.

Gazeteci Murat Yetkin de “Ankara’da bazı koltuklar sallanabilir” diyor. Erdoğan’ın genel pratiği içinde kolay kolay “kelle” vermediğini anımsarsak, Garê operasyonun faturasını hele de üst askeri ve sivil bürokrasiden birilerine kesmesi, bu başarısızlığı tescil etmez mi ve şu konjonktürde fatura kesmek işini daha da zorlaştırmaz mı?

Evet, “kelle” vermiyor ama kızdığı zaman geçenlerde hayatını kaybeden Kadir Topbaş’tan başlayıp, Melih Gökçek’e oradan Balıkesir belediye başkanına kadar bayağı “kelle” alabiliyor istediği zaman. Son olarak da damadı aldı mesela. Dolayısıyla feda edebiliyor. Bir de tabii Hulusi Akar’ın güçlenmesinden rahatsız olduğu konusunda çok fazla yorum yapılıyordu. Bu olay da vesile olabilir. Süleyman Soylu meselesini bilmiyorum ama. Çünkü Soylu’nun Erdoğan’la yaptığı ittifak, bir nevi MHP’nin de temsilcisi olarak, hatta MHP’nin temsil ettiği devletin derin kadrolarının bir kanadının temsilcisi olarak orada bulunduğu gibi bir durum var. Ama çok hamasi, çok kaba, hani devlet erkanına yakışmayacak bir hal ve tavır içinde. Bazen tetikçi olarak öne çıkıyor, işe yarıyor, belki Erdoğan’a yönelecek tepkiyi kendi üzerine alıyor vs. bunlar bir süre işe yarayabilir ama o küfürbazlık o lümpen hal ve tavırlar, o dil bir bakana yakışmadığı için tasfiyesi de gerekiyor olabilir.

O kaba üslup çoktan hitabetin bir parçası, hatta kendisi olmadı mı? Uzun zamandır sadece Soylu değil, Erdoğan, ondan daha da üst seviyede Bahçeli’nin dili kabalık ve tehditle örülü.

Tabii ki o genel bir tablo, öne çıkması açısından söylüyorum. Elbette hepsinde var bu hakaret, lümpence dil, ama sorsalar en kabadayı, en mafyatik dili kullanan kim, “Süleyman Soylu” diyecekler. Şöyle olabilir, Soylu’nun söyleyeceklerini bir süredir Alaattin Çakıcı’ya söyletiyorlar. Dolayısıyla o kadar kaba bir içişleri bakanına ihtiyaç kalmamış da olabilir!

‘NE YAPARSANIZ YAPIN, KİM VURDU KONUSUNU AÇMAYIN!’

Bu operasyonun ABD’den bağımsız yapılması mümkün mü?

Mümkün değil, zaten kamuoyunda biliniyor mu bilmiyorum ama bir kere helikopterlerin Başika üssünden geldiği kesin gibi bir şey. Başika üssü Irak’ın içinde, Türkiye’nin terörle mücadele gerekçesiyle kurduğu bir üs. ABD’nin şu an Irak’taki statüsünü bilmiyorum çünkü çok yakın zamana kadar işgalci güç olarak zaten olan her olaydan sorumluydu. Obama’dan beri bir geri çekilme var, ama hepimiz biliyoruz Irak’ta pek çok üssü hala duruyor. Statüsü değişmiş olsa da o kadar fazla askeri kontrolü olan bir güçten mutlaka izin alınması gerekir çünkü askeri kontrol demek zaten hava sahasını da kontrol ediyor demektir. Aksi durumda o kadar uçağı, helikopteri oraya göndererek o kadar bombardıman yapamazsınız. Dikkat ederseniz daha Meclis’te açıklamalar yapmadan önce Erdoğan tarafından ABD suçlanmaya başlandı. “Siz kimin dostusunuz” falan. Şunu ima ettiği düşünüldü; “ABD, PKK’ye sıcak bakıyor çünkü PYD’ye sıcak bakıyorlar, onla ittifak kuruyorlar!” Ama şu da olabilir, ABD’ye şöyle bir operasyon yapacağım diye bilgi veriyorsunuz, ABD de Kürtlerle madem yakın, bu istihbari bilgiyi onlara vermiş olabilir.

Operasyon sonrası, ABD elçisine bilgi verilmesi, haritalarla ikna edilmeye çalışılması vs. kamuoyuna şöyle yansıdı. “ABD ya razı değildi ya da verilen iznin sınırları aşıldı.” Bu bilgilendirmenin nedeni neydi?

Orada savaş suçu ya da düpedüz cinayetle suçlanma ihtimali var. Çünkü ABD “eğer PKK tarafından yapıldığı doğruysa şiddetle kınayacağız” dedi. Buna çok bozuldular. Çünkü yerleri bilinirken yapılan bombardıman vs. sonucu öldükleri sonucu ortaya çıkarsa sanıyorum bunun hukuki vebali çok yüksek. Oradaki esas dertleri o sanıyorum. Ayrıca teamüle göre büyükelçi savunma bakanlığına çağrılmaz, dışişleri bakanlığına çağrılır. O nedenle çok alarm bir durum olduğu görülüyor. Meclis’teki açıklamadan önce Hulusi Akar’la, Süleyman Soylu’nun CHP ve İYİ Parti’ye gidip söyledikleri de muhtemelen buydu. “Ne yaparsanız yapın, ‘kim vurdu’ konusunu açmayın. Sorumlu deyin, şunu deyin ama ‘Türk güçleri vurmuş olabilir’ ihtimalini gündeme getirmeyin, bu kırmızı çizgi.” Bunu dile getirdiler muhtemelen. Nitekim çok muhalefet oldu ama kimse yüksek sesle ‘Türk bombardımanı bu ölümlerden sorumludur’ demedi.

Kürt kaynakları da mağaraya daha giremediklerini söylüyorlar. Sebebini de, orada bir gaz kullanıldığı ve bu gazın tehlikeli olabileceği şeklinde açıklıyorlar. Hulusi Akar dedi ya, “göz yaşartıcı gaz kullandık” diye, “o göz yaşartıcı gaz olmayabilir,  ayrıca çok fazla yaylım ateşi açıldı, bütün bunlar sebep olmuş olabilir” diyorlar.

ERDOĞAN ‘MÜJDE’ DERKEN KARAYILAN’IN YAKALANMASINI KASTEDİYORDU

Son dönemde iktidar hem Bağdat, hem Barzani yönetimiyle temaslarda bulunmuştu. Bu temaslar operasyon için miydi?

Gelen bilgi ve yorumlardan anlaşılan o ki Erdoğan rejiminin asıl önerisi Şengal’e girerek oraya yerleşmek. Ama Bağdat’tan ve İran’dan bu konuda büyük muhalefet geldi. Hatta böyle bir ihtimali engellemek için Irak devletinin kontrolündeki milis gücü olarak tanımlanan Haşdi Şabi’nin iki tugayı da Şengal bölgesine kaydırıldı.

Sebebi ne?

İki sebebi var bunun, bir tanesi Şengal zaten huzurlu bir yer değil, bunu iyice bozacak Türkiye’nin girişi. İkincisi, Türkiye’nin yeni Osmanlıcı bir yayılma programı doğrultusunda hareket ettiği kaygısı var. Nihai amacın Musul vilayetinin tümünü işgal etmek olduğu düşünülüyor. Şengal’in Türkiye kontrolüne girmesi, İran’ın da en istemediği şey çünkü kendisinin de Suriye’ye geçiş hattı orası.

Bağdat’tan bu tepki alınınca bu kez Garê opsiyonuna sarıldıkları anlaşılıyor. Akar’ın Irak’a yaptığı son diplomatik gezi bu çerçevede oluyor. Ellerinde üst düzey bir PKK komutanının Garê’de olacağı tarihle ilgili istihbarat olduğu da anlaşılıyor. Bu tahmin, bir ölçüde Soylu’nun operasyondan sonra Karayılan’ı bin parçaya ayıracağı yönünde verdiği demeçten kaynaklanıyor. Neyin arzulandığını ama başarılamadığını bir dil sürçmesiyle ele veriyor. Yine Soylu’nun “operasyonu biz yapsaydık başarılı olurdu” mealinde sarf ettiği sözlerle birleşince bu sonuç çıkıyor. Ama operasyonun asıl hedefi konusundaki bilgilerin çoğu, KDP’ye yakın Kürt kaynaklardan geliyor. Belli ki KDP yetkilileriyle Erbil’de bu konu konuşulmuş. Ve yine belli ki Erdoğan “Çarşamba günü bir müjdem olacak” derken Karayılan’ın yakalanmasını ya da öldürülmesini kastediyordu. Duran Kalkan ise operasyonun PKK’nin askeri kanadının karargahı olarak bilinen Garê bölgesini “işgal etmeyi” amaçladığı değerlendirmesinde bulunuyor. Görüldüğü gibi, bütün bu olasılıklar içinde “rehine kurtarma operasyonu” yok. Yalnızca bu bilgiler ve değerlendirmeler ışığında değil, operasyonun yapılış tarzına da bakıldığında rehine kurtarma gibi bir amacın olmadığı açıkça görülüyor.

DÜNYA KAMUOYUNUN FİKRİYATI VE DURUŞU DEĞİŞTİ

Operasyondan sonra sorumlu ilan edilen ve tehdit edilen kesimler yelpazesi genişletildi. Boğaziçi direnişlerinde, şimdi de Garê operasyonunda tehdit dozu arttırılıyor. Bahçeli’nin “Artık bundan sonra Gara öncesi ile Gara sonrası aynı olmayacaktır” sözlerini hatırlatarak soralım, yelpazenin genişletilmesi sağ popülizmin sıkışmadan kurtulma taktikleri mi?

Ortaya şöyle bir vaziyet çıkıyor, “herkes MHP’li veya AKP’li olsun, onun dışındakileri de öldürelim!” Arzu bu. Ama böyle bir projenin mümkün olmadığı da bir gerçek. Herkes MHP’li olunca ne olacak mesela? Bunları anlayabilmiş değilim, kendilerinin de düşündüklerini sanmıyorum. Bunlar saçmalık, ya da çok net bir diktatörlük hedefi var. Zaten o hazırlayacakları anayasa tasarısı da böyle bir şey olacak sanırım. “Yeterince yetki vermedik Erdoğan’a, daha da verelim” anayasası olacak. Bu söylemden bunu anlıyorum.

İktidar bloğu baskı ve zor araçlarını kullanarak toplumsal itirazı baskı altına alabilse de ezemiyor. Ve bu baskıyı siyasal hegemonyayla da destekleyemiyor. Sertleşmenin dozu bu nedenle mi arttırılıyor?

Katılıyorum. Eğer muhalefet muhalefet olsaydı bu kadarını da yapamazdı. Bu tür daha diktatörce gidişat Türkiye’nin izolasyonu anlamına geliyor. Burada uluslararası konjonktür önemli, tamam bu izolasyon riskini Trump döneminde alabiliyordu, AB olmasa da ABD yönetimi o kadar izole etmiyordu. Ama şimdi durum değişti, dolayısıyla dünya kamuoyunun fikriyatı ve duruşu değişti. Boğaziçi’ndeki direnişi de buna bağlıyorum. Veya Myanmar’da ordu yönetime el koyuyor ve hâlâ protestolar bitmediği gibi yükselerek sürüyor ve bu ülke tarihinde olmamış bir şey. Biden, demokrasi havarisi olarak gelmedi tabii, olağandışı yönetimi olağana çevirmek için geldi ama bu kadarı bile yetiyor. Dolayısıyla Türkiye için de hava döndü uluslararası kamuoyu anlamında. Dediğiniz gibi siyasal hegemonyayı kurmasını engelleyici bir muhalif duruş mümkün gözüküyor. Ve zaten gerekli de gözüküyor, çünkü bu kadar baskıcı ve saçma bir projeyi toplumun çoktan reddetmesi gerekiyordu. Toplum reddederse uluslararası kamuoyu büyük ölçüde toplumun reddiyesinin arkasında olacaktı ama bu net değildi, ama şimdi daha da netleşti bu durum. Yani Türkiye de dünyadan bütünüyle izolasyonu göze alabilecek durumda değil. Ha, Avrasyacılık, Rusya ile blok kurma, Şangay Beşlisi’ne katılma, İran ve Rusya’yla ortak bir jeostratejik blok kurma gibi fantastik ihtimaller de sanıyorum ABD’deki yönetim değişikliği ile beraber pek ortada görünmüyor. Aksine “ben ne yaptım da S-400’leri aldım” diye bir telaş ve panik söz konusu.

Hegemonyanın kültürel ideolojik boyutu da çok önemli. Aslında siyasal İslam’ın çağı kapandı gibi gözüküyor. Küresel ölçekte mazlumların sözcüsü olmak gibi bir anlatısı vardı ama artık dibi göründü. Hem IŞİD gibi, ondan önce El Kaide gibi aşırı şiddete yaslanan terör örgütleri hem de Taliban ya da yakın geçmişteki Sudan rejimleri gibi aşırı zorlama ve baskıyla toplumu İslam’a gütmeye çalışan rejimlerin pratiği bu anlatının sınırlarını gösterdi. Afganistan’da işgalci orduya karşı eylem anlaşılabilir ama gidip Paris’te kafa kesmek ve bunu bir kilisenin içinde yapmak gibi tuhaf şeyler artık aklın, izanın sınırlarını aşmış olaylar olarak kendi anlatısını tüketti.

İSLAMCI HİKAYE ANLATILSA DA İNANILMAYACAKTIR

Bu, AKP’nin hikayesinin kalmamasıyla da ilişkili mi?

AKP kendi anlatısını kaybetti zaten bunu tartışmaya gerek yok. Erdoğan “Aya gidiyoruz” dedi, diyecek başka bir şeyi kalmadı demek ki. Sonra dönüp “Aya gitmeyecektik de ülkede şeriatı kuracağız, hedefimiz Kudüs’ü almaktır” falan gibi bir İslamcı hikaye anlatsa da artık inanılmayacaktır. Veya “Osmanlı’yı yeniden ihya edeceğiz, etrafa yayılacağız, dünya halifesiyiz, Libya’ya da o yüzden gittik” dese yine inanılmayacaktır.

Bunu yüzde 30 civarında olduğu söylenen AKP’nin kemik tabanı içinde mi söylüyorsunuz?

O kemik tabanın bir ekonomik bağı da var, bir garantisi var iktidarla. AKP iktidarının bir rahatlama getirdiğini düşünüyorum ama genel olarak ülke ekonomisindeki o iyi durum devam etmiyor, hepimiz farkındayız. Dolayısıyla orda da ekonomik anlamda kırılma olabilir. Bir de ideolojik, inançsal bir mesele var, Müslüman bileşim. Yani her şeyinden kuşku duyabiliriz Erdoğan’ın ama mesela iyi Kuran okuduğundan kuşku duyamayız. İyi Kuran okuyan bir başbakan veya cumhurbaşkanı olmadı bu ülkede. Dolayısıyla, ilk kez kendi inancıyla uyumlu bir iktidar olduğunu düşünüyor, bu önemli. Bir de tabii o beş müteahhitten başlayan, klientalist bağlarla, iktidara yanaşmayla, devlet kaynaklarıyla burjuva oluşturma meselesinin sadece bu beş müteahhitten ibaret olmadığı, tarikatlar, vakıflar, taşeron firmalar, sosyal dayanışma ağları vs. üzerinden kılcal damarlarına kadar gitmiş hali de var. O yüzde 30 kitleyi bütün bu faktörlerle belirleyebiliriz. “Erdoğan inançlı ve bize de ekonomik olarak bakıyor!” Güzel ama “aya gideceğiz” diyor, bence inanmıyor o yüzde 30’luk kitle. Ya da “ordumuz kahramanca savaştı çok başarılı bir operasyon yaptı!” Öyle mi düşünüyor o yüzde 30’luk kitle? Sanmıyorum. İnanıyormuş gibi yapmayı tercih ediyor. Rize kongresini izledik, maşallah herkes “dik dur eğilme Rize seninle” diye slogan attı. Ama bunu atmak mecburiyetinde, çıkar ilişkisi nedeniyle.

‘BİZ SİZDENİZ, HADİ YENİKAPI’YA GİDİP MİTİNG YAPALIM’ TAVRI DEĞİŞTİ

Bu bağlamda, kutuplaştırma enstrümanının da eski gücünde olmadığı çıkarımını yapabilir miyiz?

Onu boşa düşürecek çok hamle var, o yüzden umutluyum. Kutuplaştırma siyasetini boşa düşürecek hamle nedir? Devlet Bahçeli bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ya bizdensiniz ya onlardan deyince, ‘A, biz sizdeniz sizin tarafa gelelim, hadi Yenikapı’ya gidelim miting yapalım” tavrı değişti. Kutuplaşmada ne oluyor, önce Kürtler, sonra sol radikal örgütler, buna bir de FETÖ eklendi. “Bunlara karşı hep beraber birleşiyoruz!” Tamam, bunlara karşı birleştik, sonra “Bay Kemal hadi bakalım!”, ondan sonra “Meral Hanım” diye devam ediyor. Kılıçdaroğlu’nun, “Garê’deki hezimetin sorumlusu Erdoğan’dır” diyebilmesi, İyi Parti’nin de bu minvalde bir şey söylemesi bir ilk herhalde. Dolayısıyla kutuplaşmanın artık yapılamayacağını buradan anlayabiliriz. Çünkü oradan başlıyor. Bunun baştan önüne geçince kutuplaştırmanın mantığı da baştan parçalanıyor. Muhalefetin bunu 18 sene önce yapması gerekiyordu.

MUHALEFET, YENİ ANAYASA YAPMA TEKLİFİNİ REDDETME NOKTASINDA SAĞLAM DURMALI

Yeni anayasa tartışmalarını nasıl izliyorsunuz?

Bir kere bu aritmetikle kimse anayasa yapamaz. Dolayısıyla anayasa yapmak için bir kurucu meclis oluşturması, bunun için de bir seçim yapılması gerektiği ortada. İkincisi, benim bildiğim muhalefet zaten güçlendirilmiş parlamenter sistem temelinde bir anayasa çalışması yürütüyordu. Cumhur İttifakı muhalefetin karşısına geçip (yakın zamana kadar suç addediyordu anayasa yapmayı), “esasında biz yapıyoruz anayasayı” mesajı veriyor. Muhalefet de şunu demiyor, “hayır bu benim oyuncağımdı, ben yapıyorum!”

Muhalefet ne yapmalı?

Muhalefetin öncelikle Erdoğan rejimi altında ve bu sistem dahilinde bir anayasa oluşturulma teklifini reddetme noktasında sağlam durması gerekiyor. Önce var olan anayasayı uygulama çağrısında bulunması gerekiyor. Çünkü bu rejim, gerek yargı kararlarının uygulanması gerekse de yürütme organının icraatları açısından sürekli anayasa ihlali gerçekleştiriyor.

Bu tespitlerin ardından, anayasa yapılacaksa geniş bir perspektife ihtiyaç olduğu kanısındayım. Yani, eğer söz konusu olan Rousseau’nun bahsettiği anlamda bir toplum sözleşmesi ise öncelikle yüz yıllık cumhuriyet boyunca toplum olarak neler yaşadık ve neler değişti sorusunu sorarak başlamak gerekiyor. Sonra da bundan sonra da bir arada yaşama iradesine sahip bir insan topluluğu isek bizi bir arada tutacak ilkeler neler sorusu ile devam etmek. Böyle bakıldığında felsefi ve siyasi açıdan yürümesi gereken uzun bir tartışma var ve öyle “1921 Anayasası’na dönelim” gibi hazır çözümlerle geçiştirilecek bir mesele değil.

İktidar da, muhalefet de 1921 Anayasası ruhuna neden atıfta bulunuyor?

1921 Anayasası üzerine bir tartışmanın başlamış olması ilginç. Orada “Devletin dini İslam’dır” ibaresinin bulunması İslamcı kitle için cazibeli görünüyor. Aynı ibare, CHP seçmeni açısından laiklik ilkesinin elden gitmesi anlamına geliyor. Kürtler açısından ise, aynı metinde Türk milleti vurgusunun bulunmaması, cumhuriyet rejiminin sonradan alacağı etnik milliyetçi karakteri öncelemesi açısından çekici olduğu anlaşılıyor. Ama 1921 Anayasası’nın yapıldığı koşullar da oldukça sorunlu; dahası 1876 tarihli ilk Osmanlı anayasasının çok-kültürlü atmosferiyle kıyaslandığında büyük bir geri adım anlamına da geliyor.

AB YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI’NIN ANAYASAYA DAHİL EDİLMESİ, KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ YOLUNDA ÖNEMLİ BİR ADIM OLACAK

Toplum olarak geldiğimiz aşamada birlikte varoluşumuzun hukuki ve siyasi çerçevesi anlamında nelere ihtiyacımız var?

Öncelikle, kazanılmış ya da verilmiş hak ve özgürlüklerden hiçbir geri adım atılmaması temeldir. Cumhuriyetin ilk döneminde oluşmuş olan kadın hakları, 1961 Anayasası ile güvence altına alınmış olan örgütlenme, toplu sözleşme, grev ve sendikalaşma gibi temel içtimai haklar, ilk bakışta korunması gerekenler. Bunların tabi ki pozitif anlamda güncellenmesi ve geliştirilmesi, çevre ve LGBT hakları başta olmak üzere çağımızda farkına vardığımız birçok unsurun da eklenmesi gerekiyor. Örneğin hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, hem de Kadına Yönelik Şiddete Karşı İstanbul Sözleşmesi gibi metinlerin bağlayıcılığının anayasada telaffuz edilmesi gerekiyor artık. Yine bu metinlerden biri olan Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın imzalanarak anayasaya dahil edilmesi, Türkiye’de kapsamlı bir yönetsel reform sonucunu doğurmakla kalmayacak, Kürt meselesinin çözümü yolunda da önemli bir adım anlamına gelecektir. Kuşkusuz bunlar yeterli ya da ideal değildir. Türkiye’nin ideal anayasası, her şeyden önce halkların kendi kaderini tayin hakkı temelinde oluşmak zorundadır.

Son olarak, klasik cumhuriyet rejiminin karakteristiği olan askeri vesayet koşullarının ortadan kalktığını kabullenmek gerekiyor. Bu durumda ihtiyaç, demokratik kontrol ve denge kurumlarının oluşmasıdır. Bu kurumlar ya da bu kontrol ve denge mekanizması, ‘devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü’ gibi hamaset yerine somut bir gerekçeye dayanmalıdır ki o da siyasal iktidarların, hangi oy çokluğu ile seçilmiş olursa olsunlar, anayasayı ihlal ederek yurttaşların anayasada belirlenmiş temel hak ve özgürlüklerini gasp etmelerinin engellenmesi olmalıdır.

ÖNCEKİ HABER

Avrupa'nın Gündemi: Kunduz katliamı ve AB hukukunun sınırları

SONRAKİ HABER

ABD, Paris İklim Anlaşmasına resmi olarak yeniden katıldı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa