23 Şubat 2021 07:01

1968 ve bugün: Toplumsal hareketlerde gençliğin sönmeyen dinamizmi

İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölümünde görev yapan Akademisyen Sezen Çilengir, tarihten bugüne gençlik hareketlerinin yarattığı olanakları ve sınırlılıklarını yazdı.

Fotoğraf: Mürsel Ç.

Paylaş

Sezen ÇİLENGİR

“Aşırı coşku zamanın dışına çıkıyordu, geleneksel kişisel zamanı aşıyordu. Kapitalist toplumdaki oyunun her zamanki kuralları bir yana bırakılmıştı. Olağanüstü bir kurtuluştu... Aynı zamanda siyasal mücadeleydi... 1968 benim için evreni çatlatıp açtı...” 1968 yılında Columbia Üniversitesi işgali sırasında Mike Wallace’a ait olan bu sözler, tüm dünyaya dalga dalga yayılan 68 hareketinde yirmili yaşlarda bir öğrencinin hislerini yalın şekilde anlatır. İnsanın doğduğu coğrafya ya da hikayesi daha erken yaşlarda tanışmasına sebep olmadıysa genelde ilk kez bu yaşlarda dünyayı kavrayışımız bir pratik içinde yırtılır, bilincimiz ve eyleyişimiz, karşılaştığı gerçeklikteki duygu birliğiyle mobilize olur ve gelişir. Toplumsal hareketler de tarihsel deneyimler boyunca birikerek ve öğrenerek gelişir. Bu tarihsellik, içinde vücut bulduğu siyasal atmosferin ışığında, bazı geleneksel pratiklerin terkedilmesini, bazılarının ise neredeyse kullanıldığı en erken formuyla ya da yenileriyle, yaratıcı değişimlerle yeniden kullanılmasını gerektirir. Öğrenci hareketlerinin dinamizmi her zaman otoriteye karşı öfkenin sistemli bir muhalefete dönüşmesinin önünü açmıştır. Bu açıdan sahip oldukları enerji, cesaret, akıl, yeniyi bilme ve uyarlama becerisi, pratiklerin de kolayca devinime uğramasına ve hızla toplumun diğer kesimlerine yayılmasına sebep olur.

Ocak ayında Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektörle kampüs içinde başlayan ve başta öğrenciler olmak üzere üniversitenin tüm bileşenleriyle demokratik üniversite için verilen mücadele, devletin tüm şiddetine rağmen taleplerinde net, ısrarcı ve toplumun diğer kesimleriyle etkileşim halinde devam ediyor. Başka bir dönemde üniversiteler açısından daha geniş bir kenetlenmeden bahsediyor olabilirdik ancak üniversiteler açısından bugün gelinen noktayı yeni olarak değerlendirmek imkansız olduğu için bunun olanaklarını ya da sınırlılıklarını ayrıca tartışmak gerekir. Muhalefet açısından bu dönüşümü önceleyen süreci ise özellikle Barış için Akademisyenlerin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metniyle (2016) başlayarak, üniversitelerin iktidar eliyle tamamen hukuksuzca yürütülen tasfiyelerle yapılandırıldığı günlerden itibaren anlamlandırmak gerekiyor. Bu dönemin görünen yüzü daha çok akademisyenler olsa da sonuçlarından etkilenen sadece onlar olmamıştır. Akademisyenler KHK’lerle ihraç edilirken, öğrenciler de duyuru panolarında metrelerce uzanan soruşturma listeleriyle kampüslerden uzaklaştırılmıştır. Öyle ki 2016 yılının sonunda, lise ve dengi okulları da kapsayan şekilde, toplam tutuklu öğrenci sayısı 25 kat artarak 36 binlere ulaşmıştır. Her ne kadar içinde bulunduğumuz günlerde üniversitelerin dönüşümü ve esasen AKP ile üniversitelerin verdiği sınav açısından kritik önemde olsa da, bu dönemin kendisi dahi öncesiz, birikimsiz, beklenmedik ve yeni olmamıştır. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden en fazla etkilenen kurumlardan biri olan, piyasanın kıskacında ticarileşerek demokratik, özerk, bilimsel tüm unsurlarını kaybeden üniversiteler, neoliberal politikalar ve iktidarın siyasi anlayışı çerçevesinde katman katman dönüşerek bu biçimine kavuşmuştur. Bu yüzden 1980 sonrası üniversite mücadelesinin karşılaştığı zor da bir o kadar katmerli olmuştur. Nihayetinde mücadele süreçlerinde tarihsel deneyimlerle gelişen pratikler de tamamen yeni değildir ve en elzem yönü yine tarihten dersler çıkararak, mücadeleyi bütünlüklü kılmaktan geçecektir. Bu yüzden bir süredir üniversitelerde güçlü eylemlilikler görmekten uzak olmanın toplumsal muhalefete verdiği/verebileceği coşkuyu da gözeterek, Boğaziçi’nde başlayan ve esas olarak gençliğin yön verdiği bu hareketliliğin ortaya çıkma biçimini, nasıl devam edeceğini, gücünü, büyüklüğünü karşılaştırmaktan ziyade deneyimlenen pratiklere, şubat ayında bazı yıldönümleriyle de hatırladığımız 68 hareketinin gücü ilham verici olabilir.

Protestoların yükselişe geçtiği, yoğunlaştığı zamanlarda eylem repertuarını seçerken karşılaşılan sınırlılıklar da haliyle en aza iner. Bu şekilde protesto döngüleri halinde yaratıcı, etkin eylemlilikler hızla yayılarak başka hareketlerle de kolayca birleşebilir. 1960’lı yıllar dünyada olduğu gibi Türkiye’de de geleneksel taktiklerin yanında pek çok yeni protesto biçiminin kullanıldığı yıllardır. Bu dönemde gerçekleşen öğrenci eylemlerini, Demokrat Parti’nin uygulamalarına ve emperyalizme karşı eylemler, akademik talepler için yapılan eylemler ve işçi-köylüyle dayanışma eylemleri olarak kategorize etmek mümkün.

Öğrenci hareketinin anti-emperyalist mücadelesi açısından 1960 yılının en önemli gösterileri, 29 Nisan eylemi ile 555K olaylarıdır. Öğrencilerin iktidara karşı düzenlediği ve polisin sert müdahalesi ile sonuçlanan 29 Nisan eyleminin ardından dönemin büyük korsan eylemi 555K gerçekleşmiştir.[1] 1964 yılında Kıbrıs olayıyla başlayan ve 6. Filo eylemleri boyunca devam eden eylemlerde de geleneksel gösterilerin dışında, Amerikalı askerleri hırpalama, denize atma, yollarını kesme, yumurta atma, şapkalarını alma, bayrak yakma gibi pek çok taciz eylemi yapılmıştır. 1968 yılında ise ivmesi yükselen protestolardan “NATO’ya Hayır” kampanyası önemli bir girişimdir. Amerikan kuruluşlarına karşı yapılan protestolar dönemin sık kullanılan taktikleri arasındadır ki, Amerikan Haberler Merkezi ve Pan Amerikan Havayolları’na molotof kokteylli saldırı ile Tuslog Komutanlığı’nın duvarlarının siyaha boyanması bunlar arasında sayılabilir. 1969 yılına gelindiğinde artan baskı ve devletle sağ paramiliter güçlerin saldırıları, protesto taktiklerinin de dönüşümüne sebep olmaya başlamıştır. Bu yılın ilk önemli eylemi, Amerikan Büyükelçisi Robert Comer’in makam arabasının ODTÜ’de yakılmasıyla başlamış, ardından 16 Şubat’ta İstanbul’da emperyalizme ve sömürüye karşı öğrenci örgütleri ile işçilerin düzenlediği yürüyüşe yapılan saldırı sonunda tarihe Kanlı Pazar olarak geçen olaylar yaşanmıştır.

Akademik talepler çerçevesinde öğrenci eylemleri özellikle 1964 yılından itibaren üniversitelerde yönetime katılma, harçların kaldırılması, barınma, beslenme, burs gibi sorunların çözülmesi için reform talebiyle gelişmiştir. Bu çerçevede özellikle işgal ve boykot eylemlerinin, taleplerin gerçekleşmesi noktasında olmasa da mobilize gücü yüksek olduğu için sık kullanıldığını görürüz. Boykot, kampüslerde genelde ders boykotları şeklinde işgali önceleyen bir eylem olarak gerçekleşirken, ilerleyen süreçte emperyalizme karşı ürün boykotlarıyla çeşitlenmiştir. Bu eylemlerde öğrencilerin talepleri ilk olarak üniversite yönetimine katılmaktır. 1968 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde öfkeli öğrencilerin sistemden yakınarak sınav salonlarını terk ederken “… Avrupa’da öğrenciler nasıl yapıyorsa biz de öyle yapalım”[2] demesiyle kendiliğinden başlayan işgaller, hızla İstanbul Hukuk Fakültesi ve diğer kampüslere yayılmıştır. Dönemin bazı öğretim üyeleri bu süreci, öğretim sisteminde öğrencilerden, öğretim kadrolarından ve eğitimin maddi olanaklarından oluşan uyumun bozulması olarak değerlendirmiştir.[3] Öğrenciler İstanbul Üniversitesi işgali sırasında yayımladıkları bildiride, “Öğrenciyi ezen yönetmelik hükümlerine karşı birleşmenin zamanı gelmiştir. Bu yönetmelik, elemesi ile barajı ile tek dersten bekletmesi ile ve her gün arka arkaya imtihana girilmesi ile tamamen keyfi, tefessüh etmiş bir emirler bütünüdür... Meşruiyetini yitirmiş, öğrenciyi kendine köle eden bu yönetmeliğin derhal tasfiyesi gerekmektedir.”[4] diyerek halkın çıkarlarına uygun şekilde işlemeyen kuruluşlara el koymanın kutsal görevleri olduğunu duyurmuşlardır. Temmuz ayında İstanbul’a demirleyen Amerikan 6. Filosuna karşı başlayan eylemler ile İTÜ Rektörü Kemal Kafalı’nın yurdun üniversite dışında olduğu ve polisin çağrısız müdahale edebileceğini ilan etmesi üzerine, Vedat Demircioğlu’nun ölümüyle sonlanarak üniversite hareketinin ivmesini ve yönünü etkileyecek yurt baskını gerçekleşmiştir. Olayların ardından güvenlik güçlerinin “özerk müesseselerde suç işlendiği taktirde polisin o müesseseye girebileceği” açıklanarak polisin kampüslere girebilmesinin önü açılmış[5], yeni eğitim dönemi eylemlerden dolayı tutuklamalar ve 131 öğrenci hakkında açılan davalarla başlamıştır.[6]

Üniversitelerde reform taslağının yasalaşmaması, yıl boyunca işgal komitelerinin yeniden harekete geçmesine neden olarak 1969’da işgallerin bir öncü eyleme dönüşmesini sağlamıştır. Demokratik üniversite için kampüslerde protestolar yoğunlaştıkça güvenlik güçleri ve hareket karşıtlarıyla çatışmalar da günden güne artmıştır. Sonbaharla birlikte öğrenci derneklerinin kapatılması, birbiri ardına yaşanan ölümler ve artan tutuklamalar, öğrencilerin eylem alanlarını ve yöntemlerini daraltarak, kampüsleri kurtarılmış bölge mantığıyla yönetmeye itmiştir. Bunun sonucunda 1970 yılında kampüslerde işgal ve boykot eylemleri gibi pek çok protestoya katılım zayıflamış, özellikle FKF’den (Fikir Kulüpleri Federasyonu) Dev-Genç’e (Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu) uzanan süreçte hareketin yönüyle birlikte protesto taktikleri de dönüşmeye başlamıştır. Bugün de olduğu gibi öğrencilerin bazı eylemlerinin kamuoyuna ulaşmaması ya da yanlış şekilde yansıtılması da giderek kampüs dışına seyreden öğrenci hareketinin fabrikalarda, gecekondularda, köylerde halkın talepleriyle ortak mücadele etmesini kolaylaştırmıştır. Öğrenci hareketinde yavaşça terkedilen bazı eylem biçimleri, işçi ve köylü eylemlerinde sık kullanılmaya başlanır. 1968’in Temmuz ayında öğrencilerin de desteğiyle dönemin ilk fabrika işgali olan Derby Lastik Fabrikası işgali[7], 1969 yılında gerçekleşen Demir-Döküm, Sungurlar ve Singer işgalleri, çevre gecekondularda yaşayan sınıfla birlikte gösterilen önemli dayanışma örnekleridir. 1971 yılına kadar yoğun mücadele döneminde işçi sınıfı için direnişler, fabrika işgalleri ve grevler en çok kullanılan protesto taktikleri olurken, gençlik hareketinin yoğun olarak desteklediği köylü hareketinde de toprak işgalleri ve toprak reformu için mitingler düzenlenmiştir.

Yeniden bugüne gelecek olursak, Boğaziçi eylemlerinde havuz medyada en fazla rastlanan haberlerden biri, öğrencilerin rektörlük binasını işgal ettiği yönünde oldu. İlk günden bu yana eylemcilerin aralarında provokatörlerin olduğu, Boğaziçili olmayan teröristlerin esasen eylemlere yön verdiği gibi pek çok söylemle birlikte, “işgal”in bazı kesimlerin kulağında yaratacağı pejoratif duyguya güvenilerek bu haberlerin yapıldığı aşikar. Ancak bir eylem olarak işgal, sanılanın aksine bir mekanın bileşenleri tarafından orayı işlevsiz hale getirerek/kapatarak gerçekleştirilir. Öğrencisi olmayan üniversite, işçisiz fabrika ya da köylüsüz toprak düşünemeyiz sanırım. Öğrenci hareketi açısından daha barışçıl süreçler sonuç vermediğinde kullanılsa da genelde işgal, barışçıl atmosferin korunduğu bir eylem biçimi olmuştur. Halbuki bugün Boğaziçi’nde güvenlik güçlerinin kampüse girerek üniversite kapısına taktığı kelepçe, öğrencilerden ziyade atanmış rektörle gelen iktidarın işgalinin bir resmi olarak hafızalara kazındı. Eylemlerinden dolayı çok sayıda gözaltının ardından öğrencilerin bir kısmı tutuklanarak cezaevine gönderilirken, bazıları da elektronik kelepçeyle ev hapsine alındı. Her şeye karşın ilk günden bu yana, üniversitelerin gerçek bileşenleri, kampüsleri sürekli eylem ve etkinliklerin yapıldığı, nöbetlerin tutulduğu, neredeyse bir festival alanına dönüştürerek kendi yaşam alanlarını kar kış demeden korumaya çalışıyorlar. Metallica konserinden direniş sloganlarına, öğrencilerin dinamizmini hemen her eylemde görmek mümkün. Öğrencilerin bu süreci öğretim üyeleriyle ve üniversite personeliyle dayanışma içinde yürütmesinin, LGBTİ örneğinde olduğu gibi iktidarın hareketi ayrıştırma ve “milli dışı” fişleme girişimlerine karşı, eylemlerin kendi içinde barışçıl ve istikrarlı yürütülmesine olanak sağladığı da anlaşılıyor. Özellikle 2016’dan bu yana akademiyi kampüslerin dışına taşımak zorunda kalarak yurt içinde, yurt dışında kendi ağlarını kuran akademisyenlerle örgütlenen açık dersler ya da bir süredir Boğaziçi’nde eylemlerine devam eden Bimeks işçileri ile gösterilen dayanışma önemlidir. Benzer şekilde 68’de öğrenci hareketinin demokrasi denemesi olan ve özyönetim organı gibi çalışan forumların, etkin şekilde Boğaziçi’nde kullanılmaya devam ettiğini görüyoruz. Mustafa Yalçıner’in ifade ettiği gibi bir aşağıdanlık okulu[8] olarak forumlar, bugün de her gencin tek tek kendisinin tartıştığı/karar sürecinde yer aldığı mücadelesine sıkıca sarılmasına olanak verecektir. Sonuç olarak bugün, toplumsal hareketlere ivme kazandıran öğrencilerin pratikleri üzerine düşünmek, sunacağı olanakları tartışmak anlamlıdır çünkü öğrencilerin dün de bugün de kullandığı bu demokratik yöntemler, her ne kadar şu anda sembolik düzeyde gerçekleşse de toplumun tüm kesimleriyle birleşmenin ve eylem birliğinin gücü haline gelebilir.

[1] Cumhuriyet, 6 Mayıs 1960.

[2] Zileli, G. Yarılma (1954-72), İletişim, İstanbul, 2008.

[3] Cumhuriyet, 20 Haziran 1968.

[4] Cumhuriyet, 12 Haziran 1968.

[5] Cumhuriyet, 18 Ağustos 1968.

[6] Cumhuriyet, 1 Eylül 1968, 18 Eylül 1968.

[7] Cumhuriyet, 5 Temmuz 1968.

[8] Yalçıner, M., “Gençlik Hareketi Tarihi XIV: Aşağıdanlık Okulu Olarak Forumlar”, Evrensel Gazetesi Genç Hayat, 22 Ekim 2008.

ÖNCEKİ HABER

Rize'de kentsel dönüşüm sebebiyle kiralar ikiye katlandı, esnaf dükkan kapattı

SONRAKİ HABER

NASA, Perseverance'ın Mars'a iniş görüntülerini ve kaydedilen sesleri paylaştı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa