‘Allah’ın lütfu’ bir darbe: 28 Şubat
Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat: Eğer 28 Şubat darbesi olmasaydı, bırakalım Erdoğan’ın tek başına iktidarını, bugün AKP diye bir parti olur muydu?
Fotoğraf: Hikmet Saatçi/AA
Fatih POLAT
Eğer 28 Şubat darbesi olmasaydı, bırakalım Erdoğan’ın tek başına iktidarını, bugün AKP diye bir parti olur muydu?
ÇİFTE KAVRULMUŞ TADINDA
Cumhurbaşkanı Erdoğan, darbe girişiminin yaşandığı 15 Temmuz 2016 gecesi İstanbul’a indiğinde, “Bu hareket, Allah’ın bize büyük bir lütfudur” demişti. Darbe girişiminin ikinci yıl dönümünde de, Sabah ve Hürriyet gazeteleri için yazdığı yazıda aynı vurguyu yineledi: “15 Temmuz da, sonuçları itibariyle ülkemiz, milletimiz ve geleceğimiz için hayırlara vesile oldu.”
Ve ekledi: “29 gün süren demokrasi nöbetleriyle ülke sathında devam eden, 7 Ağustos’ta Yenikapı Meydanı’nda ete kemiğe bürünen o diriliş sürecinin sonunda, 16 Nisan Halk Oylaması ve 24 Haziran seçimleriyle Türkiye’yi yeni bir yönetim sistemine kavuşturduk.”
Kullandığı yöntemler bakımından bir ‘postmodern’ darbe olarak anılan 28 Şubat 1997 ile ondan 19 yıl sonra gerçekleşen ve farklı özellikler taşıyormuş gibi görünen 15 Temmuz darbe girişimini üst üste koyduğunuzda, Erdoğan ve iktidarı açısından ‘çifte kavrulmuş’, adeta tadından yenmez bir siyasal pas karşımıza çıkıyor.
Erdoğan’ın hocası Necmettin Erbakan’ın başbakan, Tansu Çiller’in başbakan yardımcısı olduğu 28 Şubat 1997’de olağanüstü toplanan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan süreç, Erbakan’ın istifasına ve REFAH-YOL Hükümetinin dağılmasına yol açtı. Erbakan’ın boncuk boncuk terleyerek altına imza attığı kararlar, bugün Erdoğan’ın hegemonyasının yeniden üreticisi olarak iş gören gazetelerde ‘Paşa paşa imzaladı’ manşetleriyle yer aldı.
Erdoğan, hocası Erbakan’ın iktidarının sonunu getiren 28 Şubat sürecini son derece pragmatist biçimde okuyarak, hemen ardından ‘Siyasal İslamcı’ olmadıklarını sık sık ifade ettiği AKP’nin kuruluş çalışmalarını başlattı. İçeride büyük sermaye, dışarıda çeşitli küresel aktörlerle temaslarında demokrasiyi esas alan bir girişim olduklarını savunarak onay almaya çalışan Erdoğan için, 2001 krizi de elverişli bir zemin sundu. Krizin yıkıcı etkilerinin ardından gidilen 2002 seçimlerinde daha önce iktidar olmuş partiler barajın altında kalırken Erdoğan’ın partisi, bir umut arayışının adresi olarak tek başına iktidar oldu.
28 Şubat’ın sıcak günlerine dönüp bugünden bakarken, Erdoğan’ın pragmatizm ikizi Fethullah Gülen’i anmadan olmaz. 12 Eylül darbesinin açtığı zeminde güç toplayarak cemaatini etkin bir pozisyona getiren Gülen, 16 Nisan 1997’de Kanal D’den Yalçın Doğan’a şunları söylemişti: “Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat. Herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar. Kuvvet ellerinde olduğu halde çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan.”
İktidarının ilk döneminden itibaren AKP ile Gülen Cemaati, AB’nin ‘sivilleşme’ girişimlerine desteğini de arkalarına alarak, ‘Ergenekon ile mücadele’ adına birlikte hareket etti. Askeri darbelerin yıkıcı etkilerinden yorulmuş bir ülkenin siyasetin üzerindeki asker gölgesinin kaldırılmasına ilişkin özlemleri de, bu süreçte AKP’nin elini epey güçlendirdi. Sonraki yıllar herkes, ‘darbe ile mücadele’ adına AKP’ye verilen desteğin, Erdoğan’ın ‘tek adam’ iktidarına giden yolu açmak için kullanıldığını trajik bir deneyim ile öğrenecekti.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından ise Erdoğan’ın, Gülen Cemaati ile kutsal ittifak yılları için ‘aldatıldık’ ifadelerini kullanıp, ‘Ergenekon davası’ kapsamında yargıladığı generallerle birlikte Gülen Cemaatine karşı mücadeleye girişmesine tanıklık edildi.
Türkiye’nin son 25 yılındaki bir darbe girişimi ve bir ‘postmodern darbe’ Erdoğan, Gülen Cemaati ve generalleri kimi zaman yan yana, kimi zaman da karşı karşıya getirdi. Ama her durumda kârlı çıkmayı başaran Erdoğan oldu.
Çeyrek asrın ardından, darbe dönemlerinde dahi benzeri görülmeyen uygulamalarla kendisini tahkim eden bir iktidar var karşımızda. Belediyelerden üniversitelere kadar uzanan kayyum uygulamaları bu pratiklerin başında geliyor.
Bir adım geriye çekilerek bakıldığında, cuntacılar, Erdoğan iktidarı ve Gülen Cemaatini birleştiren temel hatlar daha belirgin hale geliyor. Her üç odak da, neoliberal politikalar bağlamında birleşen sermaye hareketleridir. Her üçü de, Kürt sorununda “terörle mücadele” düsturuna bağlıdır. Ve her üçü de, geniş yığınların, bu ülkenin emekçi halklarının, selam durarak ya da dua ederek tabi kılındığı devletçi bir siyasal hatta birleşiyor.
Bu eksenlerin, Cumhur İttifakı karşısındaki Millet İttifakının da siyasal referanslarını oluşturduğu unutulmamalı. HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına yönelik fezlekelere Millet İttifakı içinden gelen destek sesleri tam Erdoğan’ın ‘Allah’ın lütfu’ dediği cinsten.
Bu çeyrek asırlık hikaye, bize geleceğe bakarken de çok şey söylüyor. Eğer böyle bir geçmişten kopmak istiyorsan, o tarihi orasından burasından yeniden üreten politik öznelerle bunu mümkün kılamazsın.