27 Şubat 2021 22:19

28 Şubat: Emekçiler yoksa laiklik de yok

Hakkı Özdal yıldönümünde 28 Şubat'ı yazdı: 28 Şubat, bugün vardığımız noktanın yollarını döşedi. Sonuçlarından biri AKP/Erdoğan oldu.

Fotoğraf: AA

Paylaş

Hakkı ÖZDAL

1989 yerel seçimleri, Türkiye’de 12 Eylül’den sonra yapılan seçimler arasında, ürettiği sonuçlar itibariyle müstesna bir yere sahip. 26 Mart 1989’da yapılan seçimde Erdal İnönü liderliğindeki Sosyal-Demokrat Halkçı Parti, il meclisi oylarında da (yüzde 28), belediye oylarında da (yüzde 32) birinci partiydi. Büyükşehir belediyelerinin tamamına yakınını ve o zaman sayısı 67 olan il belediyelerinin 39’unu kazanmıştı. 12 Eylül’ün işçi sınıfını, sendikaları ve siyasal solu şiddetle bastırdığı koşullardan yararlanarak uyguladığı neoliberal iktisadi politikalar ücretleri geriletmiş, emekçiler, meslek sahibi ve maaşlı orta sınıflar, küçük esnaf ve zanaatkar, köylü, küçük çiftçi yoksullaşmıştı. Erdal İnönü’nün, 1987 genel seçimlerinde “Sizi limon gibi sıkmalarına izin vermeyin” metaforuyla propagandanın merkezine pahalılık, yoksulluk ve ücretlerdeki gerilemeyi alması, “Akarsuyun yönünü biraz değiştirmeyi” vadetmesi, o seçimi kazanmasını sağlamamıştı; ama SHP reformizmi 12 Eylül ve Özal’ın tahribatına karşı halk sınıflarının gerçek sorunlarından hareket ederek, gelişmeye çok açık bir siyasal alan kurmuş oldu. 1989 seçimlerini kazanan buydu. İstanbul, Kocaeli, Zonguldak, İzmir, Sakarya, Kayseri, Diyarbakır gibi büyük işçi kitleleri barındıran kentleri SHP aldı. Zaten seçimler, kamu sektöründe çalışan işçilerin toplu iş sözleşmesi anlaşmazlığı üzerine başlattığı ve ’89 Bahar Eylemleri olarak bilinen grev ve direnişler sürecinin doğumuna denk gelmişti. Sokakta, fabrikalarda kurulan ekonomik ve siyasal talepler, oradan hareket eden reformcu sosyal demokratları birinci parti yaptı.

’89’da başlayan emek hareketi, çeşitli ataklarla güçlenip yayılarak, ocak 1991’deki Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü’nde zirveye çıktı. Ekim 1991’deki seçimde ANAP’ın tamamen çökmesi ve demokratikleşme, daha adil bir gelir dağılımı, Kürt sorununa çözüm vadeden DYP-SHP (Demirel-İnönü) koalisyonunun kurulması, doğrudan bu basıncın etkisiyle gerçekleşmişti. Ama 1992’den itibaren ordunun Kürt sorununda son derece katı ve sert bir güvenlikçi politikayı benimsemesi, ayrıca devletin, yeniden güçlenmeye başlayan sosyalist sola karşı giriştiği savaşla sınıf siyasetinin düşmanlaştırılması, “demokrasi” ve “barış” vaatlerini hızla buharlaştırdı. Özal’ın ölümüyle Demirel’in Köşk’e çıkmasının ardından başbakan olan Tansu Çiller’in yönetimindeki koalisyonun ekonomi politikaları da gelir dağılımı konusundaki vaatleri çiğneyip attı. Ardından 1994’teki ekonomik krizle, yıkık ANAP rejiminin harabesi, o harabede eşelenen Çiller hükümetinin başına çöktü. SHP, ’89’dan başlayarak yükselen işçi hareketinin içinde, fiziki olarak emekçilerin arasında örgütlenmemişti; bu yüzden reformist bir sosyal demokrat partiye dönüşemedi; Çiller’in maceralarına teslim olmuş pasif bir sermaye partisi olarak etkisizleşti, küçüldü. Ertesi yıl ‘devlet partisi’ CHP tarafından yutuldu.

Refah Partisinin 1995 seçimlerini, İstanbul merkezli büyük sermaye ve ordu başta olmak üzere, çeşitli güçler ve toplumsal kesimler için rahatsızlık verici şekilde kazanması bu sosyal koşullarda gerçekleşmişti. Sınıf siyasetinin fiziki saldırılarla yasaklandığı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşan havanın da ideolojik bir saldırıya dönüştüğü koşullarda; RP’nin kimlik politikaları ve kimi kültürel itirazlarla bezeli siyaseti, ihracata yönelik sanayi politikalarının yaygınlaştırıp güçlendirdiği muhafazakar taşra burjuvazisinin, esnafın, orta sınıfların dindarlarının yanı sıra işçi sınıfının bir kesimini de etrafında topladı. Özellikle de, şehirlerin çeperlerine yedek ve ucuz iş gücü, enformel çalışma alanlarına esnek istihdam olarak yığılmış kesimlerini… Küresel kapitalizmle tam olarak kaynaşmış büyük sermayenin siyasal hegemonyasına karşı yeni yükselen bir sermaye kesiminin talepleri öncülüğünde örgütlenen İslamcı RP, bürokratik devletle tekelci kapitalistleri daraltılmış bir kültürel çerçevede aynılaştırıp emekçilerin, yoksulların dikkatini çekiyor, ama başka bir sermaye partisinin programını öneriyordu. Sermaye iktidarına itirazı ‘esas’tan değil ‘usul’dendi. Erbakan’ın başbakanlığı döneminde, yükselen yeni muhafazakar sermaye lehine uygulamaları, Batıyla ilişkiler ve küresel kapitalizmle entegrasyon konusundaki farklı görüşleri ve bu yöndeki kimi girişimleri, İslamcı sembolizmin gündelik ve kamusal yaşama dönük atakları; büyük sermayeden generallere ve sivil bürokrasinin elitlerine, laik orta sınıflardan dönemin Türk-İş ve DİSK yöneticilerine dek bir dizi farklı kesimi bir araya getirdi. Generaller, 12 Eylül menşeli Türk-İslam yöneliminden açıkça vazgeçme üzerine kurulu bu restorasyon hareketini bizzat üstlendi. 12 Eylül’de bir tür operatör, bir zor makinesi gibi işleyen ordu, 28 Şubat’ta siyaseti, devlet kurumlarını, üniversiteleri, sivil kuruluşları, medyayı, kültür alanını eş güdümlü olarak yönetti.

‘Liberal’ büyük sermaye, açık sınıf çıkarlarının peşinde orduyu destekledi. AB pazarına içerilme, büyük çapta özelleştirmeler, neoliberal dönüşümün tüm öteki güncel gerekleri için politika üretebilecek ‘güçlü’ bir restorasyonun yanı sıra işçi sınıfını kimlik gerilimi üzerinden bölme, büyüyen Anadolu sermayesinin sınıfsal/siyasal taleplerini törpüleme, yontma, bunları küresel kapitalist düzene ‘amasız fakatsız’ yedekleme fırsatı buluyordu 28 Şubat’ta… Sermayenin, birleşik ve yeni bir hegemonya projesi olarak AKP’nin doğacağı kozayı gördü onda. Aşılamayan siyasal istikrarsızlık, deprem faciası ve art arda gelen krizler 28 Şubat’ın kurduğu merkez siyaset sahnesini çökerttiğinde, o kozadan çıkan AKP’yle, çok değil 5-6 yıl sonra 28 Şubat aktörlerinin bileğine kelepçe takacak AKP ile yürüdü.

28 Şubat, Türkiye kapitalizminin, Özal’dan Erdoğan’a uzanan 40 yıllık grafiğinde sınıflar arası ve sınıf-içi çatışmaların geçici bir uğrağı, neoliberalizmin erittiği ‘eski’ devletin bir tür ölüm kasılmasıydı. ‘Niyeti’ tam olarak bu olmasa da, bugün vardığımız noktanın yollarını döşedi. Sonuçlarından biri AKP/Erdoğan oldu. Sermayenin, siyasal İslam’ın küresel kapitalizmle uyumlu kesimleriyle bir sorunu olmadığını, sınıfsal çıkarları gereği ‘daha laik’ yahut ‘daha dindar’ olabileceğini; artık, işçi sınıfının olmadığı bir siyaset sahnesinde laikliğin tesis edilemeyeceğini gösterdi.

ÖNCEKİ HABER

‘Allah’ın lütfu’ bir darbe: 28 Şubat

SONRAKİ HABER

ABD yaptırımlarında Suudi Veliaht Prens Selman doğrudan hedef almadı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa