04 Mart 2021 23:11

Mola | Ben annem gibi dayak yiyip ölmek istemedim

Yoksullukla şiddet arasında dik durmayı başarabilen iki işçi kadının yaşamı, sistemin devamlılığı için şiddeti nasıl beslediğiyle ilgili ipuçları veriyor.

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Mola... İşçilerin çalışma zamanı içerisindeki dinlenme sürelerini ifade etse de, bu kavramın önemli bir yanı da işçilerin bu sürelerde birbirleriyle konuştukları. Çalışma koşulları, geçim zorluğu gibi konular işçilerin ana gündemi elbette. Bunun dışında işçinin eşiyle/sevgilisiyle ilişkisinden çocuklarına yaklaşımına, kadına yönelik şiddetten, bireysel kurtuluş arayışlarına, alışkanlıklarına kadar tüm meseleler molaların konusu oluyor. Bir iki hafta aralıklarla “Mola” başlığı altında bu gibi konulara eğileceğiz. Bu hafta kadına yönelik şiddeti ele alıyoruz. Bugün kadın işçilerle yaptığımız görüşmeyi yansıtırken, yarın erkek işçilerin bu konuya bakışını ortaya koyacağız.

Fırat TURGUT
Sinan CEVİZ
İstanbul

“Annem çok dayak yedi babamdan. Kanser olduktan sonra dayak bitti ama bu kez aşağılama başladı. Bu daha da kötü etti annemi, kanserden vefat etti. Ben annem gibi dayak yiyip ölmek istemedim...”

Hatice’nin bu sözlerinden sonra, kıvranmamız biraz azalıyor; iki erkek olarak bu sohbeti yürüttüğümüz için, kadın işçilerin bu konuda ne kadar açık olabilecekleriyle ilgili yaşadığımız kaygının yerini, rahatlama alıyor. Şu an 50 yaşında olan Hatice bu cümlesini “Şiddet ailede başlıyor” diye bağlıyor.

Hem baba ve ağabey dayağından kurtulma isteğiyle, hem de maddi sıkıntılar nedeniyle Hatice 13 yaşında çalışmaya başlamak zorunda kalıyor. Hoşlarına gitmeyen, “Bir kıza yakışmadığını” düşündükleri davranışı şiddetle cezalandıranlar; söz konusu eve para getirmek olunca 13 yaşındaki kız çocuğunun çalışmasına karşı çıkmıyor.

Koca dünya üzerinde ufacık bir örnek, henüz çocukluktan itibaren kadına yüklenen roller, aile içindeki ilişkilerden kadınlara ve kız çocuklarına düşen yükler, oyun çağında atölyeye sürüklenen bir çocuk, önce bir kaçış olan, sonra şiddet dolu olduğu için kaçabilenin kurtulduğu bir evlilik... Toplamında sistemin üzerine kurulduğu ve kutsadığı tipik aile modelinde kadına düşenler.

"BASKIDAN KURTULMAK İÇİN AŞIK OLUYORSUN"

Eski eşiyle çalıştığı işyerinde tanışıyor Hatice. Evlendikten sonra fark ediyor, aslında ailedeki baskıdan kurtulmak için aşık olduğunu, karşısındakinin hep iyi yönlerini gördüğünü. Çok değil, evlendikten bir ay sonra ailesinin evinde olduğu gibi şiddet sistematik hale geliyor: “Bir pantolon aldım ona, değiştirmeye gittik. Dükkanları karıştırdığım için beni Aksaray Yeraltı Çarşısında bırakıp gitti. Telefon yok, para yok, nereye gideceğimi bilmiyorum. Birinden rica ettim aradık. Geldi, Aksaray’dan Sefaköy’e gelene kadar kolumu sıktı. Arabayı bir yere mi vurdu, onun hırsını benden alırdı. Çalıştığı fabrikalarda düzgün durmazdı. Bir şey çalacak, beni arabayla bir yere çağırırdı, çaldığı şeyi almam için. Dayak yememek için suç işliyorsun.”

Hatice bu suçu işlerken sabahın 3’ünde 5’inde çokça polise takılmış. Ama polis hiçbir zaman arama yapmamış. Neden sorusuna verdiği yanıt düşündürücü; “Kadın ve türbanlı olduğum için...”

Şiddet sadece evliliğiyle sınırlı kalmıyor Hatice için. Bir yandan da evin geçim yükünü sırtlarken karşılaşıyor: “Kızım üç aylıkken su satıyordum otobüs duraklarında. Kadın erkek fark etmez, aşağılıyorlardı. Pis dilenci diyen de vardı, tüküren de. Bazı kamyoncuların pis teklifleri oldu. Korsan taksiye çıkıyordum bazen. Çocuğumu yanımdaki koltuğa oturtuyordum. Ani bir fren yapsam el kadar çocuk camdan fırlayabilir...”

KIZINI YEMEKHANE DEPOSUNDA UYUTUP ÇALIŞMIŞ

Eşi tarafından uygulanan sistematik şiddete aldatmalar da dahil olunca 6 ve 8 yaşındaki iki çocuğunu alıp ayrılıyor eşinden. “Babamların evine gitmeye karar verdim” derken bunun tercihten değil, zorunluluktan kaynaklandığının farkında. Ailesine “Ben bu eve geri geleceğim. Aynı sokakta bir ev tutalım, ben çalışırım, siz çocukların yanında durun” dediğinde “hayır” diyen ailesi, akrabalarının “Sahip çıkmazsanız kötü yola düşer” telkiniyle gönülsüzce razı oluyor.

Bir iplik fabrikasında sigortalı bir işe başlıyor. “Çocuklarımın üzerine kapıyı kilitleyip işe gidiyordum. Neyse ki çocuklarım uysal. Geri geliyorum, bir saat uyku uyumadan ev temizliklerine gidiyorum. Bu sefer makine başında ayakta duramayacak hale geliyorum. Bir gün elimde bobin uyumuşum, vardiya değişmiş” diyor. Bir süre sonra geceleri aynı işyerinin yemekhanesinde çalışıyor. “Kızımı yemekhane deposuna saklıyordum patronlar bir şey demesin diye, çünkü bırakacak kimsem yoktu. Ben çalışırken o depoda uyuyordu” diyor.

"DUL" OLMANIN YARATTIĞI ZORLUKLAR

Tabi bir yandan da boşanmış bir kadın, onun deyimiyle “dul” olmanın yarattığı zorluklar başlıyor: “Biri gelir ‘Ne haber abla, nasılsın’ der, beş dakika muhabbet ederiz, arkadaşlarının yanına dönünce ‘Bu gece için randevulaştık’ der. Haberim yokken bütün hepsiyle yatıp kalkmışım. Uygunsuz teklifler, gelip geçerken dokunmalar. ‘Ne haber kız’ deyip oranı buranı sıkmalar... 16 yaşındaki bir çocuk ‘Abla sen nasıl duruyorsun, ihtiyacın yok mu’ diye beni taciz etti, üzülsem mi kızsam mı bilemedim. Ama ben çocuklarıma bakmak için o pis şeylere katlanmak zorundaydım. İlk dönemler çok ağladım, baktım böyle olmuyor artık takmadım. Adamın biri bir şey söylediğinde ben de ağzımı bozup (Ettiği küfrü söylüyor) laf sokuyordum. Artık dilim bozulmaya başladı. Bakın siz erkek olmanıza rağmen bunu açık bir şekilde anlatabiliyorum size.”

Yaklaşık 5 yıl kadar çalıştığı yerden ise yeni gelen müdürün “Bu kadın çok süslü, suratı çok asık. Yemekhaneye yakışmıyor” sözleri üzerine çıkarılıyor: “Ya önümde buhar var, terliyorum. Düzgün görüneyim diye makyaj yapmaya başlamıştım. 250 kişiye tek başına yemek dağıtmak ne demek? Benden sonra 3 kişi dağıttı o yemeği?​”

KUTSANAN AİLE Mİ, SİSTEMİN GELECEĞİ Mİ?

Çocukluktan başlayarak şiddetin her türlüsüyle karşılaşmış bir kadın. Bir yandan aileyi kutsayan, öte yandan kaderine terk eden bu sistemin dayatmalarına kafa tutan biri... Hatice’nin yaşadıklarından çıkardığı kimi dersler var. Şiddetin toplumsal bir sorun olduğunu, çalışmak zorunda olan bir kadına imkan tanınmadığını, hele de çocukları varsa bunun daha da zor olduğunu ve yargıdan sosyal yardımlara kadar devletin gerekenleri yapmadığını ama yapması gerektiğini söylüyor sohbetimizde.

Aynı Hatice bir yandan da kızını askeri liseye yazdıracağını, oğluna da polis olmasını tavsiye ettiğini ifade ediyor. Yıllardır şiddetin göbeğinde yaşayan Hatice, çocuklarını silahlı mesleklere yöneltiyor, yaşamın yarattığı kaygılarla: “Güçlü olsun kızım. Güçlü kadını seviyorum ben. Oğlumun da polis olmasını istiyorum. Çocuklarımı yönlendirmek zorundayım iyi para kazanabilsinler diye. Belli kuralları ihlal etmediğinde işten atan da olmuyor. Devlete sırtını daya tamamdır.”

Sahi bu, yoksullukla şiddet arasında dik durmayı başarabilen Hatice’nin çelişkisi mi? Yoksa kitleleri açlıkla terbiye eden, güçlü kadın imajını yine kendi sınırı içinde çizen, kadınlara annelik üzerinden vicdan muhasebesi yaptırarak; su satarken, taksicilik yaparken bile ona asıl görevinin “yetiştiricilik” olduğunu unutturmayan ve günü geldiğinde yetişenleri çarkların daha hızlı dönmesi için fabrikadan orduya kadar nerede ihtiyaç varsa oraya yerleştiren sistemin kuralı mı?

GECE TEZGAH BAŞINDA, GÜNDÜZ ÇOCUK BAKIMINDA

Düzenin yatak odası, mutfak ve çocuk arasına hapsettiği, ihtiyaç duyduğunda ise ucuz iş gücü olarak fabrikalara çağırdığı kadınlardan biri de Songül. Yarım asırlık ömrüne yüzyıllar sığdıran Hatice’yle ayrı yaşamları olsa da, Songül’ün çeyrek asırlık ömrünün hikayesi benzer. Anne babası ayrıldıktan sonra, dede ve babaanne büyütmüş biri erkek iki kardeşi. Erkek kardeşin payına “Erkek adam istediğini yapar” sözünden hareketle para ve kıyafet bolluğu düşerken, Songül’ün payına ise küçücük yaşında ev işleri düşmüş: “Ben halamın eskilerini, ayağıma büyük gelen ayakkabılarını giyerdim. O küçük yaşta temizlik, yemek, evi çekip çevirme bendeydi.”

“Babamı tanımıyorduk” diyor Songül: “Geldiğinde, tanımadığımız için baba demedik ona. Bu yüzden bizi ayaklarımızdan tavana astı baba dedirtene kadar.”

“Sen erkeksin, o kız, sen istediğini yaparsın” denilerek büyütülen erkek kardeş, çocuklarını çok küçük yaşlarında terk edip, sonra da kendisini tanımıyorlar, baba demiyorlar diye şiddet uygulayan “baba”... Sigarası bittiği için aile üyelerini sıra dayağından geçiren, küçük bir çocuğa gece yatağa işemesine neden olacak travma yaşatan dede... “Aile büyüğü”, “evin reisi”, “namus bekçisi” denilenler, sırf “baba” ya da “dede” olduğu için koşulsuz bir saygı beslenmesi, yüceltilmesi gerekenler... Babaya, dedeye, ağabeye itaat... Sonra? Ustaya, patrona, devlete, sisteme itaat...

"İŞE GİRDİĞİM İLK GÜN AZARLANDIM"

“Bu dünyaya kız çocuk olarak geliyorsan lanetlenmiş olarak geliyorsun. Ben şiddet görmedim diyen bir kadını tanımıyorum” diyen Songül’ün işçilik yaşamı da ortaokulu bitirince başlıyor: “8 yaşına kadar kimliğim yoktu. Kimlik çıkardık, okula başladım. Saat 04.30’da kalkar; eşeğin, babaannemin ve benim sırtımda birer yük, odun yapar gelirdik. Sonra okula git, okuldan sonra eve gel ekmek yap, ahırı temizle, bağ bahçeyi topla... İşçiler işten gelene kadar yemekleri, çayları hazır olacak. Sobanın közü temizlenecek, odunlar hazır olacak. Bir de ödevlerim akşam saatine kalmayacak. Kaldığı zaman defterim yırtılır.”

Yaşadıklarına rağmen sınavlarda il birinciliği, voleybolda derece yapan Songül’ü kazandığı Ankara Polis Kolejine göndermeyip, profesyonel voleybolcu olmasına izin vermeyen ailesi, tıpkı Hatice’nin ailesi gibi işçilik yapmaya gönderiyor onu. O zamana kadar “Okursam kurtulurum” diyen Songül ise mecburen bir tekstil fabrikasının yolunu tutuyor: “İşe girdiğim ilk gün patron beni öyle bir azarladı ki, o gün ne yemek yedim ne molaya çıktım. Hırs yaptım, bu makineyi öğreneceğim ve aşağılanmaya izin vermeyeceğim diye. Makineyi öğrenince patron ‘Yerine eleman getirirsen seni makineye oturturum’ dedi. Yalvar yakar babaannemi soktum işe.”

İLK MAAŞINA "ÇEYİZ" İÇİN EL KONDU

İşe vasıfsız olarak girip ezilen, makineci olsa ezilmeyeceğini düşünen Songül makineci olduktan sonra yanıldığını anlıyor: “Bir saatte 50 iş istiyorlardı, sen 60 çıkardıysan bu sefer daha fazlasını istiyorlardı. Ve bunu aşağılayarak istiyordu senden.” Songül’ün bu ifadeleri bir başka gerçeği daha yüze çarpıyor. Patronların, ezilmemek için daha çok çalışan bir işçinin bu durumunu kullanmaları, sömürüde işçinin payını ha bire artırmaları...

Songül ilk ücretini alacak. “Kendime mont, ayakkabı alacağım” diye düşünürken, yine “kadın” olma, kız çocuğu olma, aile gerçeğiyle karşılaşıyor. “Sana çeyiz yapacağız” denilerek el konulan parasının bir kuruşuna dahi dokunamıyor. Bir süre sonra başka bir tekstil firmasında işe başlıyor ve 6 ay sonra abisinden öldüresiye dayak yediğini söylüyor. Neden mi? “Çocuğun biri 6 aydır beni izlediği için. Yürüyüşümü değiştirecekmişim...”

"PARA KARŞILIĞI SATTILAR BENİ"

“Kalk, bu bir boklar yemiş” diyen dedesine, babaannesinin “Ölsün o…u bana ne” diye karşılık vermesiyle başlayan “intihar telaşı”, yaşadıkları yüzünden canına kıymak isteyen Songül’ün, gerçeği saklaması için ikna edilmesiyle son buluyor. Songül’ü ikna etmek için ailesi “Seni yetimhaneye verirler. Şunun kızı gitti de ne oldu, s… geri geldi” sözlerini kullanıyor… Bu, hem bir çocuğun en yakınları tarafından tecavüzle korkutulması hem de çocukların emanet edildiği bir devlet kurumunun güvenilir olamadığını göstermesi bakımından çarpıcı. Peki sonuç? “Onların istediği gibi ifade verdim... İşyerinde başım ağrıdı, ilaç içtim, ilacın tarihi geçmiş dedim...”

Yakın bir akraba ile evliliğe zorlanma, Songül’ün buna direnmesi, bu baskıdan kurtulmak için hayatında ilk defa nişan töreninde gördüğü yine kendisi gibi bir işçiyle evlenmesi... “Başlık parası o parası şu parası derken para karşılığı sattılar beni” diyor.

Evliliğinin ilk zamanları sorunsuz geçse de kısa bir süre sonra sözlü ve fiziksel şiddetle karşılaşıyor: “Eşime ‘Hamileyim’ dediğimde, ‘İyi tamam’ deyip yerine oturdu. Ben kendime bakmayı seven bir kadınım, bazen ayna karşısına geçip ‘Ay ne kadar güzelim’ dediğimde, ‘Sen dışarıdakileri gör, kendine güzel mi diyorsun’ diye aşağılıyor. Bir kez kendisine haber vermeden bir arkadaşıma video hazırladım diye dövdü. Ertesi gün ağrıya dayanamayıp işten sonra hastaneye gidince kırık olduğu anlaşıldı.”

Songül’ün şimdi iki çocuğu var. Gündüzleri çocuklarını “yetiştiriyor”, geceleri ise günlük tekstil işlerine giderek kadınları bir alana sıkıştırmak isteyenlerin tarifiyle “ev ekonomisine katkı sağlıyor!”

ŞİDDETLE YOKSULLUK ARASINDAKİ BAĞ

İşçi kadınlarla yaptığımız görüşmenin konularından biri de İstanbul Sözleşmesi. Hatice duymadığını söylerken, Songül “Ben duydum şu an bir kağıttan ibaret değil mi” diyor. İçeriğinden kısaca bahsettikten sonra Songül şunları söylüyor: “Adalet kavramı sadece kelimeden ibaret kalıyorsa İstanbul Sözleşmesi de kelimeden ibaret kalıyor. Bir çocuğa tecavüz eden biri bir süre sonra dışarı çıkıyor, eşine şiddet uygulayan bir koca defalarca şikayet edilmesine rağmen serbest bırakılıyor ve o kadın sonunda eşi tarafından öldürülüyor. İstanbul Sözleşmesi bunu engelliyor mu?​”

Son zamanlarda İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması gerektiğine yönelik iktidara yapılan çağrılar, görüştüğümüz kadınların gündeminde değil. Ama kadınlar devletin şiddet meselesindeki tutumundan oldukça şikayetçi. Özellikle Hatice’nin söyledikleri şiddetle yoksulluk arasındaki bağı gösteriyor: “Şiddet gören kadınlara güvenle yaşayabilecekleri bir yer verseler iyi olur. Mesela bir site. O sitede bir anaokulu olsun. Mesela benim babam öldü, maaş bağlandı, ben çalıştığım yerde sigortamı durdurmak zorundayım. Çünkü ben iki çocukla anca ay sonunu çıkarabiliyorum.”

"YARDIM EDEN/EDİLEN" İKİLİĞİ

Çeşitli kadın derneklerini soruyoruz işçilere. Verdikleri yanıtlar kadınların, en gericisinden sosyal demokratına kadar tüm düzen partilerinin her konuda çözümmüş gibi gösterdiği, ama aslında sorunun devamlılığını sağlama yolu olan “yardım eden/edilen” ikilemiyle kadın örgütlerini değerlendirdiğini gösteriyor. Hatice, “Ben haberlerde gördüm. Ölenlerin arkasından adliyelerde açıklama yapıyorlar. Ama hangi dernekler var bilmiyorum. Bana ne kadar faydalı olabilir bilmiyorum. Çünkü çalışıp para kazanmak zorundayım, zamanım olmuyor” diyor. Songül ise “Yardım için devlete başvururken, devlet bize yardım etmezken küçük bir dernek ne yapabilir mantığı oluyor insanlarda” diyor.

SİSTEMİ ÖZETLEYEN KONU: ŞİDDETİN ELE ALINIŞI VE CEZASI

Kadına yönelik şiddet nasıl çözülür? Kadınların bu konuya ilişkin söyledikleri kolluk kuvvetinden yargısına, iktidardan toplum baskısına, aileden hedefe kişiyi koymaya, şiddeti yeniden üretmeye kadar aslında sistemi anlatıyor.

Hatice, “Öncelikle öfke kontrolü olması lazım. Bir kere çocuk küçükken eğitilmeli” derken Songül, “Sen çocuğunu yetiştirirken dışarıda karı kılıklı, kılıbık diyorlar. Önce toplum baskısını ortadan kaldırmak gerekiyor” diyor. Hatice “Sen çocuğunu öyle yetiştir, ben öyle yetiştireyim, başkası yetiştirsin. Böyle olacak” derken Songül mahkemelerden devam ediyor: “Kadına bir şey yapan erkek kravat takıp çıkınca mahkemeye tamam. Bir de kadının orada ne işi vardı gibi söylemler var. Adaletin düzelmesi gerekiyor.” Laf arasında birinin ağzından “Tecavüz eden bir erkeğin organını kesmek en iyi cezadır” cümlesi çıkıyor.

Songül bir arkadaşına öz ağabeyinin tecavüz ettiğini söylüyor. Arkadaşı evlenip çocuğu olduğunda ise ağabeyinin aynı şeyi kızına yaptığından şüpheleniyor. İlk olayın cezasız kaldığını ifade eden Songül şunu söylüyor: “Daha sonra kızına yapmadığı anlaşılıyor ama arkadaşımın eşi de ‘Şikayetçi olma, olursan ben aileme açıklama yapamam’ diyor.”

Hatice ise “Kendince o da haklı” derken aslında erkeğe hak verdiği için değil, kadınlara ve kız çocuklarına yönelik cinsel şiddetin yine onların toplum içinde damgalanması sonucunu getirdiğini gören, sorunun toplumsallığına dikkat çeken bir yerden söylüyor: “O da toplumsal şeyden kendi çocuğunu korumak için öyle davranıyor. Dedikodu başlayacak, kızın bütün hayatı mahvolacak...”

Bu düşüncesini de bir örnekle desteklemek istiyor: “Bir tane madde bağımlısı, bizim mahalledeki çocukları sıkıştırıyor. Şikayet üzerine sivil polis geldi. Bir komşuya dedi ki, ‘Kızına dokunulmuş mu dokunulmamış mı çocuğunla konuş. Şu an şikayetçi olursan çocuğu kızlık muayenesine sokarlar, adli tıpta perişan olur. Mahallede çevrede duyulursa yarın öbür gün genç kız olacak. Dedikodu yayılacak, evlilik yapacak, yüzüne vurulacak.”

ÖNCEKİ HABER

HDK Emek Meclisi: Ücretsiz izin dayatmasına, Kod-29'a karşı mücadeleyi yükseltelim

SONRAKİ HABER

İşçinin iradesi olmadan TİS imzalanmasına izin verilmemelidir

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa