Prof. Dr. Kayıhan Pala: Sağlığın ticarileşmesi pandeminin yükünü ağırlaştırdı
Türkiye’nin salgını kontrol edemediğine dikkat çeken Prof. Dr. Kayıhan Pala “Birinci basamak sağlık hizmetinin yok edilmesi ve sağlığın ticarileştirilmesi pandeminin yükünü ağırlaştırdı" dedi.
Covid-19 (solda) | Fotoğraf: Envato / Kayıhan Pala (sağda) | Fotoğraf: Evrensel
Vural NASUHBEYOĞLU
İstanbul
Türkiye’de Sağlık Bakanlığının ilk koronavirüs vakasını açıkladığı günden bu yana tam 1 yıl geçti. Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) pandemi ilanına denk gelen o tarihten beri salgına ilişkin verilerin şeffaflığı, alınan ve alınmayan önlemler, salgın yönetiminin epidemiyolojik ve bilimsel verilerden çok sermayenin önceliklerine dayandığı eleştirileri hep gündemde oldu.Salgında geçen bu 1 yıllık süreçte yaşanan kırılma anlarını, pandemiden çıkış için umut olan aşıyı, sağlık ve eğitim sisteminin durumunu Türk Tabipleri Birliği (TTB) Kovid-19 İzleme Kurulu Üyesi ve Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala ile konuştuk.
“Bir yılın ardından salgının kontrol edilemediği bir noktadayız” diyen Prof. Dr. Pala, en az 14 günlük tam kapanmanın gerekli olduğunu, bunu yapmadan yeniden açılmanın ise vaka ve ölüm sayılarını artıracağı uyarısında bulundu. Salgından çıkışa en büyük engelin kâr hırsı olduğuna işaret eden Pala, “Dolayısıyla dünya hem küresel kapitalist sistemden kurtulmalı hem de kamucu sağlık sistemlerine kavuşmalıdır” dedi.
SALGIN KONTROL EDİLEMİYOR
Sağlık Bakanının ilk koronavirüs vakasını açıklamasının ardından geçen 1 yılın ardından pandemide hangi noktadayız?
Salgının kontrol edilemediği bir noktadayız. Hem olgu sayısı hem de test pozitiflik oranı ocağın son haftasından itibaren yeniden yükseliş içinde. Doğrulanmış olgu sayımız 13 binin üzerine çıktı. Yapılan testler içinde pozitiflik oranı da yüzde 9.5. Pandemide bunun kabul edilebilirlik oranı yüzde 3’ün altı. Yüzde 3’ün üzerinde ise salgın kontrol altına alınamamıştır. Türkiye de dünyadaki kimi ülkeler gibi salgını kontrol altına alamayan ülkeler arasında yer alıyor.
TAM KAPANMA ŞART!
Yeniden açılma başladı ama vakalar artıyor, mutasyonlu virüs yayılıyor. Bizi nasıl sonuçlar bekliyor?
Eylül ayından beri toplumun tüm kesimlerini kapsayacak ekonomik ve sosyal koşulları oluşturulmuş en az 14 günlük, mümkünse 28 günlük tam kapanmadan söz ediyorduk. Çünkü virüsün toplum içindeki dolaşımını engelleyemezsek sorunun artarak devam edeceği, geçtiğimiz 1 yıldaki deneyimlerden karşımızda duruyor. Bu nedenle açılım kararı endişe veriyor. Günlük 5 bin vaka sayısından 13 bin vakaya gelindi. Bu henüz yeniden açılmanın etkisi değil, 13-14 gün içinde göreceğiz yeniden açılmanın etkilerini ve ölümleri de 3-4 hafta sonra göreceğiz. Sokaklarda gördüğümüz kadarıyla sanki bu sorun bitmiş gibi bir algı var. Önümüzdeki haftalarda doğrulanmış olgu, ağır hasta ve ölüm sayılarında artış karşımıza çıkabilir.
ÖLÜM SAYISI ÇOK DAHA FAZLA
Tabi tüm bunları Sağlık Bakanlığının açıkladığı veriler üzerinden tartışıyoruz. İki noktayı vurgulamak isterim: Birincisi geçen yıl nisan ayından bu yana bakanlığın açıkladığından daha fazla olgu olduğunu iddia ediyorduk. Bakanlık önce bu iddiaları yalanladı sonrasında kabul etmek zorunda kaldı ve aralıkta 1 günde 1 milyon 190 bin vakayı turkuaz tabloya ekledi. Dolayısıyla buna ilişkin kaygılar devam ediyor. Ölümlere gelince bir kere bu kadar yüksek olgu bildirilirken ölüm sayısının diğer ülkelere göre düşük olması bir tutarsızlığı yansıtıyor. CHP’nin geçtiğimiz aralık ayında 20 il belediyesine dayanarak yaptığı açıklamada ki bu iller Türkiye nüfusunun yüzde 48’ini temsil ediyor, kayıtlara geçen bulaşıcı hastalık ve kovid-19 kaynaklı ölümlerin bakanlığın açıkladığı rakamların yüzde 80 fazlası olduğunu ortaya koydu. Eğer ülke nüfusunun yarısında, Sağlık Bakanlığının açıkladığının yüzde 80 fazlası bu nedenle ölmüşse, nüfusun kalanı eklendiğinde açıklananın üç katı ölüm meydana geldiğini bekleriz. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanının da verdiği “Kentte 3 bin 517 kişi öldü” bilgisi de bu tezi doğrulamaktadır. Önümüzdeki haftalarda ya da aylarda benzer bir kabullenmenin ölümler için de olacağını göreceğiz.
SALGININ KIRILMA ANLARI
TTB olarak salgının başından itibaren salgın yönetimine ilişkin uyarılar yapıp önerilerinizi sundunuz. Uyarılar dikkate alınmadığı gibi bir de hedefe kondunuz. Bu süreçte salgının kırılma noktaları ne oldu, size kulak verilseydi ne olurdu?Çok fazla kırılma anı var. Bunlardan biri 10 Nisan’daki ilk sokağa çıkma yasağının, başlamasına birkaç saat kala duyurulması nedeniyle insanların kitleler halinde alışveriş yapmaya çıkmaları oldu. Sonrasında İçişleri Bakanı istifa etti ama istifası yürürlüğe konulmadı. Buna benzer pek çok örnek karşımıza çıktı. Sağlık Bakanının aralığın 10-11’inde aşı yapmaya başlayacağız demesinden bir ay sonra ancak 14 Ocak’ta aşılamaya başlanabilmesi ya da nisanda yerli aşı yaparız diye demeç vermesinin hayatta karşılığı olmaması gibi.
Birçok şey sayabiliriz ama makro ölçekte bakarsak salgının kırılma anını belirleyen birkaç unsur öne çıkıyor. Biri kanımca Sağlık Bakanlığının bu süreçten başarı öyküsü çıkarma çabası. Küresel sorunla küresel olarak mücadele edilir ve salgınlardan bir başarı öyküsü çıkarmaya çalışmak doğru değil. Sağlık Bakanlığı başından beri samimi olarak pandemide hastalanma ve ölümleri en aza indirmek için bir çaba içine girmiş olsaydı, bugün daha düşük sayılarla karşılaşabilirdik. Ben bunu önemli bir kırılma noktası olarak görüyorum. İkincisi Sağlık Bakanlığının, sağlık meslek örgütlerini, sendikaları, sivil toplum örgütlerini bu sürecin dışında tutmasıdır. TTB ve diğer sağlık meslek örgütleri ne merkezi düzeyde ne de yerel düzeyde pandemi kurullarında kendilerine yer bulabildi. Bir başka önemli kırılma anı da bakanlığın anlaşılmaz bir biçimde bu alanda eğitimi olan halk sağlığı uzmanlarından yeterince yararlanmayı tercih etmemesi. Bir başka önemli kırılma noktası da çarklar dönsün politikasının her şeyin üzerinde kabul edilmiş olmasıdır.
EMEKÇİLER DAHA AĞIR BEDEL ÖDEDİ
Salgın boyunca ‘Evde kal’ çağrıları yapıldı ama işçi ve emekçiler hep çalıştırıldı. Siz de emekçi mahallelerinde HES haritasının hep kırmızı olduğuna dikkat çektiniz. Salgının sınıfsal etkisi ne oldu?
Salgınla ilgili iki temel strateji var. Birincisi salgını baskılamak, ikincisi etkisini azaltmak. Türkiye başından beri salgını baskılama stratejisini benimsemedi. Onun yerine etkisini azaltma stratejisini benimsedi. Bu önemli bir kırılma anı. Ama etkisini de yeterince azaltamadı. Çünkü sermayenin yanında yer almak ön plana çıktı. ‘Çarklar dönsün’ denilerek emekçilerin sağlıkları geri planda tutuldu. Bunun tipik örneğini Çanakkale’de gördük. Hasta işçileri evlerine göndermek, karantinaya almak yerine çalışmaya devam etmek koşuluyla fabrikanın kapılarını kapatmak anlamına gelecek bir uygulama hayata geçirilmeye çalışıldı. Bu hem 1930 yılındaki Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’na hem de çalışma hayatını düzenleyen kanunlara aykırı olmasına rağmen…
Geldiğimiz noktada bu salgının en büyük yükü işsizlerle birlikte, emekçiler, esnaf ve 65 yaş üzerindeki yurttaşlara yıkıldı. Çünkü maske, mesafe ve hijyen diye üçlü bir şekilde ifade edilen önlemlerin kişilerin kendi iradesine bağlı olmadığı göz ardı edildi. Maske takmak eğer o maskeyi takacak parası varsa kişinin kendi iradesine bağlı olabilir ama fiziksel mesafeyi uygulamak hem işe gidip gelmedeki ulaşım açısından söylüyorum hem de işyeri ortam ve koşullarının değerlendirilmesi açısından, kişiye değil işin düzenlenmesine bağlı bir süreçti. Maalesef Sağlık Bakanlığı bunu göz ardı etti ve göz ardı ettiği için de çok sayıda çalışan hastalandı. İş cinayetleri raporlarına da bakacak olursanız kovid-19 nedeniyle hayatını kaybeden emekçiler listelenmeye başlandı. Dolayısıyla küresel kapitalist üretim ilişkileri içerisinde dünyanın birçok yerinde gözlendiği gibi ülkemizde de pandeminin bedelini emekçiler daha ağır ödediler.
50 GÜNDE 2. DOZ AŞI OLAN İNSAN SAYISI SADECE 2 MİLYON!
Sağlık Bakanlığının başarı öyküsü yaratma çabasının salgındaki en önemli kırılma noktalarından olduğunu söylediniz. Bakanlık şimdi de ‘Aşılamada başarılıyız’ iddiasında. Türkiye aşıda gerçekte ne durumda?
Türkiye aşı yapma potansiyeli açısından çok yüz güldürücü sonuçlara sahip. Biz 1 günde 600 binin üzerinde aşı yapabileceğimizi gösterdik. Çünkü sağlık emekçileri deneyimli ve 1961’de yasalaşan sonra maalesef AKP iktidarı tarafından yürürlükten fiili olarak kaldırılan sağlığın sosyalleşme yasasıyla birlikte bu ülkede bir aşı kültürü ve aşı yaptırma geleneği var. Aşı tereddüdü ve aşı karşıtlığı konusunda epeyce bir tartışma varken aşılama başlayınca gördük ki insanlar aşı olmak istiyor. Ancak yeterince aşı olmadığı için aşılama çok düzgün gitmiyor. Yani 50 günü çoktan geride bıraktık, Bakanın iddia ettiği gibi günde 1 milyon aşı yapma potansiyelimiz vardıysa şimdiye 50 milyon doz aşı yapmış olmalıydık. Oysa yalnızca 2 milyondan biraz fazla insanın ikinci doz aşısını yapabilmiş durumdayız. 50 gün için bu iyi bir performans değil. Ama eğer aşımız olursa biz bu aşıyı yapabileceğimizi gösterdik. Sorun Türkiye’nin aşı politikasında yatıyor. Hem tek aşıya bel bağlamış olmak hem o aşıyı yeterli doz getirememek yüzünden hem de bel bağladığımız aşının koruyuculuk oranının -hastalıktan genel koruma bağlamında söylüyorum- çok yüksek olmaması yüzünden. Bu nedenle de kısa vadede Türkiye’nin aşıyla bir koruyuculuk sağlaması pek mümkün görünmüyor. Bugün Türkiye’ye kaç doz aşı sağlandığı bile bilinmiyor.
100 ÜLKE HENÜZ AŞILAMAYA BAŞLAYAMADI
Aşı küresel düzeyde de bir sorun. Patent sorunu ve aşıya erişimde yaşanan ciddi adaletsizlikler salgının seyrini nasıl etkiler?
Sorunun çözülmesi için Dünya Sağlık Örgütünün COVAX (Koronavirüs Küresel Aşı Erişim Girişimi) gibi girişimlerin ön plana çıkması lazım. Aşıdaki patent korumasının kaldırılması lazım. Aşıdaki patent koruması, şirketlere sermaye birikimi sağlama yaklaşımı olduğu müddetçe çok yüksek dozdaki aşı kısa sürede dünyayla buluşturulamaz. O yüzden başka bir sisteme, kamucu sağlık sistemine ihtiyaç var.Dünyada 100 ülke daha hiç aşılamaya başlamayadı. Pek çok ülke de yıl sonuna kadar nüfusunun ancak yüzde 20’si kadarının kullanabileceği aşı temin edebilecek. Bu da 2021’de yeni varyantların etkisiyle pandemiden güçlü bir çıkışın gerçekleşme ihtimalini azaltmakta. Sevindirici haberler mesela Hindistan’da bir aşının bugünlerde yürürlüğe girecek olması. Hindistan çünkü yılda 800-900 milyon doz aşı üretebilme kapasitesine sahip olduğunu açıkladı. Şirketlerin kâr maksimizasyonunun ötesine taşınmış Küba’nın geliştirdiği aşılar ya da başka ülkelerin çıkartabileceği aşılar söz konusu olursa o zaman 2022’nin ilk altı ayında pandemiden çıkışı tartışmak mümkün olabilir.
KAPİTALİZMDEN KURTULMAMIZ ŞART
21. yüzyılda insanlığın bilgi birikimine, bilimsel ve teknolojik gelişmişliğe rağmen bir yıldır hâlâ salgınla baş edememiş olması düşündürücü. Üstelik pandemi çağı uyarıları var. Salgınların önlendiği, en azından ölümlerin engellendiği bir dünya mümkün değil mi?
Mümkün tabii. Yani salgının etkisinin en aza indirildiği Çin, Güney Kore, Yeni Zelanda, Vietnam gibi ülkelerden çıkarılacak dersler var. Bunun asıl olarak iki değişkenin değiştirilmesiyle mümkün olacağını söylememiz gerekir. Birincisi dünyayı bu küresel kapitalist sistemden kurtarmak lazım. Aşıyı ve hastalıkla ilgili ilacı hastane giderlerini kendi servetini artırma aracı olarak gören ya da pandemi nedeniyle sağlık alanı dışındaki her alanı kendi servetini artırma olanağı olarak gören bir sistemle bu süreci insanlık lehine kazanamayız.
İkincisi sağlık alanına özgü düzenlemeler, sağlık sistemleri… Pandemiden önce ABD’de sağlık hizmetleri ülkemizde özellikle özel sektör tarafından örnek gösteriliyordu. Biz ise ABD’deki sağlık sisteminin en kötü sağlık sistemi olduğuna vurgu yapardık. Ne kadar haklı olduğumuz bu pandemide bir kez daha ortaya çıktı. ABD dünyada en yüksek sağlık harcamasının yapıldığı, buna rağmen en verimsiz ve kötü sağlık sistemine sahip. Örneğin ABD’de koronavirüs nedeniyle yaşanan ölümler Küba’dan 53 kat daha fazla. Sağlığın ticarileştiği sistemlerde, böylesi pandemi dönemlerinde insanların ihtiyacının karşılanması mümkün değil. Dolayısıyla dünya hem küresel kapitalist sistemden kurtulmalı hem de kamucu sağlık sistemlerine kavuşmalıdır. Sağlıklı olmanın ön plana çıkartıldığı, tedavinin ve hastalığın ön plana çıkartılmadığı sağlık sistemlerine ihtiyacımız var.
SAĞLIK OCAKLARININ KAPATILMASININ YÜKÜ AĞIR OLDU
Hastaneler bakanlık tarafından salgınla savaşta ön cephe, sağlıkçılar ise ordu ilan edildi. Hatta sizin baştan beri itiraz ettiğiniz çok büyük şehir hastaneleri çözüm olarak sunuldu. Koruyucu sağlık hizmetinin olmadığı bir yerde salgınla mücadele edilebilir mi?
Türkiye’de sağlık ocakları kapatılmasaydı, birinci basamak sağlık hizmetleri bütüncül olarak verilebilseydi, hastalığın yayılmasını engellemek için filyasyon da içinde olmak üzere daha kapsamlı ve derinlikli çalışmalar yürütmemiz mümkün olacaktı. Ama sağlıkta dönüşüm programıyla birlikte sağlık alanı ticarileştirildiği, birinci basamak yok sayıldığı için pandeminin yükü daha ağır oldu.Şehir hastanelerinin bu sürece nasıl bir katkısı olduğuna ilişkin ise Sağlık Bakanlığının verilere dayalı bir açıklaması yok. Ama şehir hastaneleri açılırken şehir içindeki hastaneler kapatıldığı için şehir hastaneleri ek bir yatak sağlamadı. Şehrin içindeki bu devlet hastaneleri kapatılmamış olsaydı, yarısı pandemi hastanesi olarak görevlendirilirken yarısı diğer sağlık sorunlarına müdahale edebilirdi. Böylece bugün ülkede yaşanan sağlık sorunlarının bir bölümü yaşanmazdı. Ayrıca Sağlık Bakanlığı 2021 yılı bütçesinin yüzde 21’ini şehir hastanelerine aktardı.16 milyar liranın üzerindeki bu kaynak sağlık alanında kullanılsa çok daha iyi sonuçlar elde edilirdi.
OKULLARI AÇIK TUTMANIN KOŞULLARI YARATILABİLİRDİ
Salgında ilk vazgeçilen eğitim oldu. Bir yıldır eğitim adına doğru düzgün hiçbir şey yapılmadı. Şimdi ise salgındaki kötü tabloya rağmen yeterli önlem alınmadan okullar açılıyor. Dünyada salgın sürecinde eğitime dair olumlu örnekler var mı? Türkiye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünyada salgın sırasında okulları açıp olumsuz etkilenmeyen ülkeler var. Özellikle Avrupa’da Hollanda’dan, Finlandiya’dan, Almanya’dan ve İngiltere’den bazı örnekler var. Ancak bu örnekleri her ülkenin kendi özgün koşullarıyla bir arada değerlendirmek gerekiyor. Öğrencilerin, öğretmenlerin ve onların ailelerinin risk durumları, mekanların ne durumda olduğu, sınıflardaki öğrenci sayısı, sınıflarda kalma süresi, havalandırılması, maske takmaya ilişkin tutumlardaki düzey gibi birçok bileşen üzerinden değerlendirip yanıt vermek lazım. Maalesef Türkiye’de, Sağlık Bakanlığı veri açıklamadığı için salgının seyri boyunca okulların açık ve kapalı olduğu dönemde, okulların salgında odak olup olmadığını ve risk durumuna ilişkin bir veri setine dayalı olarak tartışabilir durumda değiliz. Yalnızca yurt dışındaki literatürden esinlenerek konuştuğumuz zaman Türkiye’ye özgü gerçekleri göz ardı etmiş olabiliriz. Ama buradaki temel ilkenin şu olması gerektiğini düşünüyorum: Okulları açık tutacak koşulları yaratmak. Bu bağlamda da öğretmenlerin iki doz aşıyı almaksızın okula gitmek zorunda bırakılmalarının onları tedirgin ettiğini anlamamız gerekiyor. Türkiye bir yıldır yaşadığı bu süreç boyunca, eğitime ilişkin okulları nasıl açık tutarız, nasıl insanları risk altında olmaktan çıkarırıza yanıt veren bilimsel bir programı önüne koyamamıştır.