Avrupa'nın mültecilere ihaneti
Avrupa Gündemi'nde bu hafta AB'nin mültecilerin reddine dönüşen politikaları, Fransa'da gündeme getirilen işsizlik maaşı değişikliği ve Birleşik Krallık'taki "Kraliyet ailesinde ırkçılık" skandalı var
Fotoğraf:DHA
Avrupa’nın mültecilere yönelik politikası, çevresinde duvarlar örüp kale oluşturmak, sınırlarını Frontex ile korumak ve mültecileri Akdeniz’de Afrika çöllerinde ölüme göndermek şeklinde. İşte bu koşullarda Cenevre Mülteci Sözleşmesi’nin 70. yılı kutlanacak. Almanya’da yayımlanan Süddeutsche Zeitung, “Bütün bunlar Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ne ihanettir” yorumu yaptı.
Fransa’da koronavirüs krizi tüm hızıyla devam eder ve günlük ölüm sayısı 350 civarında sürerken Cumhurbaşkanı Macron ve hükümeti askıya aldığı “işsizlik reformu”nu tekrar gündeme getirdi ve 1 Temmuz’da yürürlüğe sokma kararı açıkladı. Yüz binlerce işsizin gelirini büyük oranda etkileyecek olan bu karşı-reforma ülkenin tüm sendikal konfederasyonları tepki verdi. La Forge dergisi, Macron’un bu reformu hayata geçirmek konusunda ısrar etmesinin siyasi ve ekonomik hedeflerine vurgu yapıyor.
Birleşik Krallık’ta, Kraliyet ailesi içindeki “ırkçılık” tartışılıyor. Prens Harry ile evlenen Meghan Markle, henüz hamile iken “Oğlunun renginin nasıl olacağı” üzerinden kraliyet ailesinin kaygı duyduğunu ve bir ara intiharı bile düşünecek kadar kimseden yardım alamadığını açıklamıştı. Monarşiden, “Kraliyet ailesi içinde ırkçılık yoktur” iddiası geldi ama Counterfire gaztesi, “Bu kurum özünde zaten ırkçı bir kurumdur ve bu yüzden kaldırılması gerekir” yorumu yaptı.
ACIMASIZ AVRUPA
Heribert PRANTL
Süddeutsche Zeitung
Mülteci Sözleşmesi, Nuh’un Gemisi gibi bir şey: Uluslararası hukukun büyük kurtarma ve hayatta kalma projesi. Tıpkı Nuh’un tarih öncesi dönemlere ait gemisinde olduğu gibi, olağanüstü bir basitliğe sahip; basit ama koruyucu bir kutu. Sözleşme mültecileri, ırkçı, dini veya siyasi nedenlerle, yaşamlarının veya özgürlüklerinin tehdit altında olduğu ülkelere geri gönderilmekten koruyor. Sözleşmeyi imzalayan ülkeler, geri gönderme denilen şeyi organize etmeyeceği veya böyle bir şeye göz yummayacağını taahhüt ediyor.
“Geri göndermeme ilkesi” bu temel insani ilkenin adıdır; bu, Cenevre Mülteci Sözleşmesi’nin temel bir parçasıdır. Temmuz 1951’de kabul edildi. 70. yıl dönümü yasla dolu bir yıl olacak: Mültecilerin korunması artık siyasi mesele değil, aksine; mülteci politikası her şeyden önce bir mülteci reddi ve sınır dışı etme politikası haline geldi; Almanya’da da... Kapanma ve seyahat yasaklarına rağmen yeniden başlatılan savaş ve korona yüksek riskli Afganistan bölgesine toplu sınır dışı etmeler bunun ölümcül kanıtı. Mülteci Sözleşmesinin göz ardı edilmesi yeni bir şey değil; daha önceki yıl dönümlerinde de zaten yapılmaktaydı. Ancak umursamazlık arttı. Yirmi yıl önce 50. Yıl dönümünde sözleşme güncel olmadığı için sorgulandı. AB’de, Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ni “tamamlayan, değiştiren veya yerine geçen” yeni bir sözleşme olan “Koruma sistemini yeniden tasarlama” planı gündeme getirildi. Bugün artık durum böyle değil. Bugün mülteciler basitçe ve acımasızca mülteci sözleşmesinin dışına itiliyor.
Birleşmiş Milletler mülteci ajansı, her bir AB ülkesinin, özellikle Yunanistan, Macaristan ve Hırvatistan’ın mültecilere davranış biçiminden dolayı “alarm”a geçti. İnsan hakları örgütü Mare Liberum, sınır dışı etmelerle ilgili “Sistematik pratik”ten bahsediyor. Bu acımasız bir sistem. AB politikası, sığınma işini dış ülkelere devretme şeklinde işliyor. Mülteciler, Libya çölünün vahalarında, Kufra vahalarında veya Sabha’da tutuklandığında memnuniyetle karşılanıyor. AB, mültecinin geldiği yere gitmesi için ödeme yapıyor. Bu, Avrupa’nın çevresine duvarlar yapımının ilkelerinden biri. Bunun için yürütme organı, sınır koruma ajansı Frontex, aslen dış sınırlarda AB üye devletlerinin ortak operasyonlarını koordine etmek için 2004 yılında kuruldu. Frontex, hem mültecilerin korunmasından hem de dış sınırların korunmasından sorumlu. İlk endişe (Mültecilerin korunması) çok küçük, ikincisi çok önemli. Bu nedenle bu AB ajansı para, personel ve yetkilerle dolu başka hiçbir AB otoritesi Varşova merkezli Frontex kadar hızlı büyümüyor. 2027 yılına kadar AB bütçesinden 5.6 milyar avro alacak ve üniformalı 10 bin sınır görevlisini işe alacak.
Frontex şimdiye kadar AB ülkeleri tarafından ödünç verilen polislerle çalıştı; birlikte AB sınır polisi olarak göründüler ve topraklarında çalıştıkları ülkenin yasalarına tabi oldular. Yeni bir yetki, kendi “teknik donanımı” ile bağımsız operasyonlara izin veriyor. Eski bir Fransız bakanlık yetkilisi olan Frontex Şefi Fabrice Leggeri, bundan el silahlarının da kullanılmasını anlıyor. Memurlarının ateş etmesine izin verilmek zorunda.
Bu, bunun için net kurallar veya yönergeler olmaksızın bir Avrupa özel komandosu, AB’nin bir tür GSG 9’unu yaratır. Sınır kontrol polisi sınırları her türlü yöntemle kontrol ediyor, ancak Frontex’i kontrol etmek çok zor. Gerçekten de AB Komisyonunun iki üyesinin ve 27 üye devletin her birinden bir temsilcinin ait olduğu bir yönetim kurulu var. Frontex için yönlendirme ve yönetim organı bu. Dolayısıyla uçaklar, gemiler, insansız hava araçları ve ateşli silahlarla hareket halinde olan, ancak anayasal temeli olmayan bir AB polis gücü oluşturuluyor -başında da silah tekelleriyle el ele çalışan, rüşvetle suçlanan ve yardım kuruluşlarına küfredip duran Şef Fabrice Leggeri var.
Frontex, yıllardır defalarca yasa dışı geri gönderme operasyonlarına karıştı. Gazetecilik ağları tarafından yapılan araştırmalar bunu gösteriyor. Yunan sahil güvenliğinin Ege Denizi’ndeki mülteci teknelerini nasıl durdurduğunu, motorlarını nasıl tahrip ettiğini ve aralarında birçok kadın ve çocuğu denizde, lastik botlarda veya şişme cankurtaran sallarında nasıl yapayalnız bıraktığını izliyorlar. Araştırmalar, Frontex birimlerinin bu geri göndermelerin birçoğuna dahil olduğunu gösteriyor. Yunanistan’dan uçakla düzensiz sınır dışı etme olayının söz konusu olduğu söyleniyor. Frontex insanlık dışı davranıyor. Bütün bunlar resmi olarak var olmayan ancak fikir birliği ile uygulanan bir programın parçası.
Kısacası: Avrupa kapanıyor. Avrupa kalesinin burçları arasında Ege Denizi adalarındaki caydırıcı mülteci kampları da var. Bütün bunlar Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ne ihanettir. AB’nin 70. Yıl dönümü hediyesi işte budur. Kutlama siyah matem fiyonguyla yapılacak!
(Çeviren: Semra Çelik)
İŞSİZLİK MAAŞI: HÜKÜMET VAZGEÇMİYOR
La Forge Dergisi
Fransa’da emeklilik reformunda olduğu gibi işsizlik reformu da sağlık koşullarından dolayı dondurulmuştu. Fakat hükümet hakları kısıtlayan bu aracı yeniden devreye soktu.
İşsizlik reformunun ilk aşaması 1 Kasım 2019’da yürürlüğe sokulmuştu. Tasarının özünde işsizlik hakkından faydalanma koşullarının daha da zorlaşması yatıyordu. Fakat sağlık krizi hükümetin bu takvimi değiştirmesini zorunlu kıldı: Reformun ikinci aşaması geçen 1 Nisan’da yürürlüğe girmedi ve birinci aşamanın birçok önlemi de 1 Nisan 2021’e kadar ertelendi. Son bir yıldır ekonomik durum büyük oranda kötüleşti, fakat hükümet reformunu daha fazla erteleme niyetinde değil. Sadece kimi maddelerde biraz düzenlemeye gitti: İşsizlik maaşı alabilmek için kriz dönemlerinde belirlenen 24 aylık bir süre içinde asgari olarak 4 ay çalışmış olmak gerekecek. Ay içinde hiç çalışmamış işsiz kategorisinde olan kişi sayısı altı ay içinde 130 bin düşmüş ve son 4 ay içinde 1 aydan daha yüksek sözleşmelerle işe alma başvuruları 2.7 milyonu geçerse, hükümet kriz döneminden çıkıldığı ve yasada belirtilen son 24 ay içinde 6 ay çalışma zorunluluğunu uygulayacak.
Reformun bu birinci aşamasında hükümetin sözde verdiği taviz meselenin özünü göz ardı ettirmemelidir: Referans olarak alınan dönem 28’den 24 aya düşürülüyor ve özerinde oynanan dönem -4 ya da 6 ay- konjonktüre bağlı kılınıyor. (İlk plana göre 1 Nisan 2020’de yürürlüğe girecek olan) reformun ikinci boyutu ise şimdi 1 Temmuz 2021’de uygulanacak. İşsizlik maaşının miktarını hesaplama biçimini değiştiren bu reform birçoğu için çok zararlı. Peki nedir söz konusu olan? İşsizlik maaşı alma koşullarına uygun olunduğunda (…) işsizlik maaşının miktarı belirlenmiş günlük ücrete göre hesaplanacak. Bugüne kadar bu ücret, işsiz kişinin sadece çalıştığı günler göz önünde bulundurularak hesaplanıyordu. Reformla birlikte işsizlik maaşı, çalışılmamış günlerin de içinde olduğu bir aylık ortalamasına göre yapılacak. Böylelikle yüz binlerce işsiz, yüzlerce avroya varacak ciddi bir gelir kaybına uğrayacak.
Macron ve hükümeti için meselenin iki boyutu var. Bütçe boyutu “Ekonomiyi kurtarmak” için harcanan devasa miktarların faturasını emekçilere ödetmeye başlamak demektir. Siyasi boyutu ise, 2022 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce oligarşiye krize rağmen iktidarda olduğu dönem esnasında yapacağı karşı-reform yol haritasına uyduğunu göstermektir. İşe öncelikle işsizlere saldırarak başlıyor, yani kolektif olarak saldırıları püskürtme konusunda en az kolaylığı olan kesime. Ama savaşı herkese açıyor.
İşsizlik maaşı ve daha genel olarak da tüm sosyal yardımları tembelliğe teşvik olarak değerlendiren gerici ideolojiyi teşhir etmeliyiz. Aynı şekilde her şeyi denetleme, iş bulma kurumu Pole Emploi ile insanlar arası ilişkilerin tümünü internet üzerinden yapma ve işsizlik hakkını alabilmek için binbir dereden su getirme gibi yöntemleri de teşhir etmeliyiz. İşsizler, sosyal garantisi olmayanlar, işini kaybetme riski taşıyanlar, boyun eğmeyi reddeden, örgütlenen ve mücadele eden herkesle birlikte biz de haykırıyoruz: Rezil işsizlik reformuna hayır! İşsizlikten işsizler sorumlu değildir. Herkese yaşanabilir bir gelir!
(Çeviren: Deniz Uztopal)
KRALİYET IRKÇILIĞI YENİ DEĞİL, TÜM MONARŞİ GİTMELİ
Mona KAMAL
Counterfire
Monarşiyi ortadan kaldırmanın zamanı geldi ve sebebin Meghan Markle ile pek bir ilgisi yok.
Irkçılığın, Megxit’i (Çiftin Kraliyet’ten ayrılması için kullanılan kavram) harekete geçirmede oynayacağı bir role sahip olduğu gerçeğinde şok edici hiçbir şey yok. Sonuçta, bu kurum özünde zaten ırkçı olan bir kurum.
Dünyanın dört bir yanındaki siyah ve kahverengi insanların topraklarını ve kaynaklarını çalan veya onları esir alıp köle olarak satan Britanya sömürgeciliğinin suçları açgözlülükten kaynaklanıyordu. Beyaz ırkın üstünlüğü bahanesini gerekçe göstererek bu yağma ve cinayetlerini garanti altına almak için ırkçı ideoloji yarattılar.
En önemlisi, monarşinin İngiltere’nin transatlantik köle ticaretine katılımını hızlandırmada merkezi bir rolü vardı. Bu, kendi hükümdarımızın asla kabul etmeyi veya özür dilemeyi düşünmediği bir rol. Kraliçe, kraliyet ailesinin elindeki ırkçılık örneklerinin hiçbirini de kabul etmedi yıllar boyu.
Bunun yerine, monarşi kendisini zulümlerinden ayrı tutarken, aynı zamanda sömürgeciliğin ganimetlerinden yararlandı. Belki de medyamızın kendisini Edinburgh Dükü’nün “gaflarına” göz yummak ve zararsız bir şekilde dalga geçmekle sınırlandırmasının nedeni budur ki bu da bizi merkeze koydukları ırkçı sistemden uzaklaştırır.
Kraliçe, özür dilemek veya tazminat vermek yerine, belki de daha az kan dökülen ama aynı derecede kaynak hırsızlığı olan İngiliz Emperyalizminin yeni bir tezahürü olarak hizmet veren İngiliz Milletler Topluluğu biçimindeki “İmparatorluk 2.0”ı hâlâ yönetiyor. Şu anda Birleşik Krallık, Afrika’nın 1 trilyon dolar değerinden fazla temel kaynak ve ham maddesini kontrol etmektedir.
Bu arada, borç bağımlılığı, neoliberal ticaret anlaşmaları ve düşük kurumlar vergisi oranları ile İngiliz şirketleri için karmaşık bir vergi cenneti sisteminin birleşimi, İngiliz Milletler Topluluğu ülkelerinin Britanya kapitalizminin çıkarlarına hizmet etmeye devam ettiği anlamına geliyor. Bu yeni sömürgecilik, Afrika kıtasının her yıl yardımlardan veya kredilerden aldığından 30 milyar sterlin daha fazla kaybettiği anlamına geliyor.
Kraliyet ailesini destekleyenler, onların bir şekilde ekonomik olarak faydalı olduklarını iddia ediyorlar. Ancak kraliyet ailesine verilen grant kapsamında yapılan monarşinin masrafların çoğu, tamamen vergi verenler tarafından karşılanıyor. Gerçekten de kendi masraflarını kendileri ödüyorlarsa, neden kemer sıkma politikalarının en yüksek olduğu dönemde, vergi mükellefi Buckingham Sarayı’nın yenilenmesi için 370 milyon sterlin ayırmak zorunda kaldı?
Koalisyon hükümetinin kemer sıkma politikalarının ilk yıllarında, bize kütüphanelerden, pratisyen hekim muayenehanelerinden, NHS öğrenci burslarından ve Engellilik Yaşam Ödeneğini feda etmekten başka seçenek olmadığı söylenirken, 2011’de yasaya giren Kraliyet Grant Yasası, Kraliyet Grant’ın değerinde herhangi bir düşüşü önleyen bir hüküm içermiyordu.
Vergi mükellefleri monarşiyi kurtardı ve kemer sıkma politikaları en yoksulları cezalandırırken hibenin değeri artmaya devam etti (Grimm Kardeşler masalına çok benziyor).
Irkçılık ve serbest yükleme yeterli nedenlerdir, ancak monarşiden kurtulmamız gerekir, çünkü bunlar var olurken, (Bu salgının kelimenin tam anlamıyla bir yaşam ya da ölüm meselesi olduğunu ortaya koyduğu) sınıf ve ırk çizgileri boyunca ciddi yapısal eşitsizlikler ve bölünmeler yalnızca daha sağlam hale gelecek.
Monarşi, eşitsizliğin yalnızca kaçınılmaz değil, aynı zamanda bir erdem olduğu ve ayrıcalığın onlara ve yalnızca temsil ettikleri sınıfa borçlu olduğu fikrinin bir cisimleşmesi olarak hizmet eder. Azınlık için iktidar ve refahın, ‘doğal’ düzeninin sonucu olduğu ve üretilmiş olan ve bu nedenle meydan okumaya karşı alışık olmayan son derece eşitsiz güç ilişkilerinden kaynaklanmadığı yanılgısının sembolleridir. Bu, görünüşe göre bir kadını intihar niyeti geliştirmeye zorlamak da dahil olmak üzere her şeyi yapacaklarını destekleyen sistem ve ideolojidir.
Ancak bu yanılgı, bize uygarlaşmaya ihtiyaç duyduklarını söyledikleri ülkeler kadar ‘geri’. Monarşi, demokrasi ve adalet ilkeleri etrafında bir toplum inşa etmekle tamamen uyumsuzdur ve bu yüzden kaldırılması gerekir.
Kraliyet’de ırkçılık yeni değil, monarşi tümden gitmeli.
(Çeviren: Sarya Tunç)