Şair Gökhan Arslan: Zamanın usta bir zanaatkar olduğunu düşünüyorum
Şair Gökhan Arslan, yeni kitabı "Tebeşir Bahçesi"ni Evrensel'e anlattı.
Gökhan Arslan / Fotoğraf: Kadir İncesu
Ege KARACAN
Şair Gökhan Arslan’ın yeni kitabı Tebeşir Bahçesi okuruyla buluştu. Olay yerinden yazdığı şiirlerle zamana tanıklık eden Arslan tembel deliğine boca edilenleri ortaya saçıyor, okuru “Ankalar Ülkesi”ne davet ediyor. Arslan “Ben zamanın her şeyden önce çok usta bir zanaatkar olduğunu düşündüm. Soyut bir kavramın bu derece usta olması gerçekten çok ilginç” diyor.
Tebeşir Bahçesi’nde kimler var?
Tebeşir Bahçesi’nde en başta öldürülenler var. Erkekler tarafından katledilen kadınlar, sokak ortasında sırtından vurulan gazeteciler, barış gösterilerinde ve protestolarda bombalanan gençler, bizi insanlığımızdan utandıran çocuklar, kentin çeperlerine itilmiş yoksullar, eril söylemin vahşice ezdiği ‘öteki cinsiyet’ler var. Ama insan haricindekiler de var Tebeşir Bahçesi’nde. Talan edilmiş kıyılar, betonlaşmış parklar, doldurulmuş denizler, katledilmiş hayvanlar, imara açılmış ormanlar ve özgürce koşturamadığımız sokaklar da var.
Şiirlerinizde zaman sorunsalı öne çıkıyor. Zamaatkâr şiirinde olduğu gibi… Zamanı işlerken sizi zanaatkar ve kanaatkar yapan özellikler nelerdir?
Zaman çocukluğumdan beri benim aklımı kurcalayan en önemli kavramlardan biri oldu hep. Zamanı kim, neye göre belirlemiş? Zaman nerede başlayıp nerede biter? Zaman bir şeyi ne kadar değiştirebilir? Bütün bu ve buna benzer sorular sürekli aklımı meşgul etti, ediyor. Ben zamanın her şeyden önce çok usta bir zanaatkar olduğunu düşündüm. Soyut bir kavramın bu derece usta olması gerçekten çok ilginç. Bir de küçüklüğümden beri elleriyle bir şeyler yapan, üreten insanlara hep hayranlık duymuşumdur. Çocukken uzak diyarlardan köyümüze gelen hasırcılar vardı. Onların sepet ötmesini, şapka yapmasını, hasır kilim üretmesini gıptayla izlerdim. Ya da yılın belli dönemlerinde gelen kalaycılar. Onların elleriyle yaptıkları işler bana hep büyülü gelirdi. Ne bileyim, bir taşa şekil vermek, bir ahşabı yontmak, topraktan bir şeyler yapmak isterdim. Ama maalesef evdeki küçücük tamirat işlerini bile beceremiyorum. Nihayetinde ellerimle bir şeyler üretemeyeceğime kendimi inandırmış olmalıyım ki, ellerimi yazmak için kullanmaya karar verdim ben de. Buna, yani yazmaya kanaat getirdim diyebilirim.
Şiirlerinizde Ege’nin kır yaşantısı ile karşılaşıyoruz. Şiirinizde Ege ne anlam ifade ediyor?
Ege her şeyden önce benim çocukluğum. Doğup büyüdüğüm, ilk defa aşık olduğum, ilk öpüştüğüm, ölümle ilk tanıştığım, ilk kavgalarımı yaptığım yer. Çocukluğum tamamıyla bir köyde geçti. Dolayısıyla köy insanı ve doğayla yoğun bir etkileşim içinde oldum. Bir de her zaman gözlem yapmayı çok sevdiğim için her şeye yakından bakma imkanım oldu. Köy yaşantısı demek genel anlamda doğayla iç içe olmak demek. Bu da beraberinde doğaya ait birçok bilgiyi erken yaşta keşfetmeme neden oldu. Ama her şeyden önemlisi yanında büyüdüğüm babaannemin üzerimde çok büyük bir etkisi oldu. Hayvanlarla ve bitkilerle muazzam bir ilişkisi vardı. Ağaçları onun sayesinde tanıdım. Hangi otların faydalı olduğunu ondan öğrendim. Hayvanlarla nasıl bağ kurulacağını onun deneyimleri sayesinde kavradım. Yani Ege’nin kır yaşantısının ve yöresel söyleyişlerin şiirlerimde bu kadar etkin olmasının en büyük nedeni babaannemdir. Bugün yaptığım her şeyde onun da bir payı olduğunu bilmek beni mutlu ediyor.
İstanbul’da yaşıyorsunuz. Şiirinin bir yanı Ege’nin kırsalı; diğer yanı kent yaşamı… Tebeşir Bahçesi’nde metropol yaşantısının bunaltıcı havasıyla karşılaşıyoruz. Bu durum sende nasıl bir kaos yaratıyor? Şiirsel üretiminize nasıl etki yapıyor?
Sanırım yazmak eylemiyle uğraşan herkesin benzer zıtlıklardan beslendiğini söyleyebiliriz. Ben kır yaşamını da kent yaşamını da tecrübe etme şansını yakalamış biriyim. Dolayısıyla ikisinin meydana getirdiği gerginlikten de besleniyorum ağırlıklı olarak. Ama biri iyi ya da kötü diye bir çıkarsamada bulunamam. İkisinin de yaşamıma ve şiirime kattığı şeyler var. Yine de şehir yaşamı üretim anlamında bende daha baskın diyebilirim. Şehrin sıkışmışlığı, gürültüsü, kalabalığı, betonlaşması, kirlenmesi derken, bütün bunlardan şehirde yaşayan herkes gibi ben de etkileniyorum. Herkes rahatsızlığını ve tepkisini farklı şekillerde gösterir. Ben de yazarak gösteriyorum. Kırsal bölgede meydana gelen bir ölümü ele alalım mesela. Neredeyse herkesin birbirini tanıdığı, en azından bir selam alıp verdiği bir yerde ölümler fark edilir ve bir eksiklik duygusu yaşanır. Oysa şehirde her gün yüzlerce insan ölüyor ve hiçbirinden haberimiz olmuyor. Katledilen kadınları ve hayvanları bile sadece ilgili örgütlerin çabaları sonucunda duyuyoruz. Buna benzer durumlar ve karmaşalar da bir şekilde şairlerin/yazarların metinlerine sızıyor. Ama şunun da bilincindeyim. Doğaya kaçma, taşraya sığınma, uzak bir dağ köyünde yaşama gibi bir romantizm artık gerilerde kaldı. Bugün bunu yapmaya kalksak, özellikle şairler bağlamında, bunun iyi sonuçlar doğuracağını düşünmüyorum. Şehrin, şairleri besleme noktasında çok önemli olduğuna inanıyorum. O yüzden biraz da Ahmet Erhan gibi yaparak, “şehirde bir yılkı atı” gibi yaşamamız gerekiyor.
Kitapta; ikinci bölümün ismi “Tembel Deliği”… Tembel deliğinizde neler var? Bahseder misin biraz?
“Tembel Deliği”, Ege’de çok sık kullanılan bir terim. Köy evlerinin çoğunda, zeminde bir kapak olur. O kapağın altı orta ölçüde bir oyuktur. Eve aniden bir misafir geldiğinde, odadaki bütün dağınıklık bir çırpıda o deliğin içine doldurulur ve kapak kapatılır. Yani geçici bir çözümdür aslında, zevahiri kurtarmaktır. Bu ülkenin son 10-15 yılında yaşadıklarına baktığımızda karşımıza çıkan şeyler çok yaralayıcı. Kadın, trans, çocuk, işçi ve hayvan cinayetlerinden toplu katliamlara, çevrenin yağmalanmasından yolsuzluklara, düşünce özgürlüğünün ortadan kaldırılmasından fişlenmeye ve hukukun sakat bırakılmasından eğitim sisteminin darmadağın edilmesine kadar onlarca sorunla karşı karşıyayız. “Tembel Deliği” bölümünde yer alan şiirler ağırlıklı olarak bu sorunların etrafında dolaşıyor. Biz hem toplum ham de siyaset olarak tüm bu sorunları görmezden geliyor ve onları kimse farkına varmasın diye tembel deliğinin içine tıkıştırıyoruz aceleyle. Ama bir şeyi unutuyoruz. Tembel deliğinin de bir kapasitesi var. İllaki o da taşacak günün birinde.
ankalar ülkesi’ne gelirsek… “ankalar ülkesi” nerede? Komşuları kimler, dili, para birimi, başkenti nedir?
“ankalar ülkesi” benim yazarken en çok zorlandığım, canımı en fazla yakan bölüm oldu. O bölümde Gezi direnişinde kaybettiklerimize, faili meçhullere, gösterilerde katledilenlere, eril şiddetin kurbanı olanlara hatta bizzat devlet tarafından öldürülenlere yazılmış şiirler var. Onları hiçbir şey geri getirmeyecek. Ama bu, onları unutmamız anlamına gelmiyor. En azından kendi adıma yapmam gerekeni yaptığıma inanıyorum. Ben onları yazarak yaşatabileceğime inandım ve öyle yaptım. Bu durum, sadece bu ülkeye özgü değil. Dünyanın her yerinde var bu sorunlar. Bu cinayetler, bu katliamlar her gün, neredeyse her ülkede meydana geliyor. Özellikle de Ortadoğu dediğimiz coğrafyada. ankalar ülkesi’nin vatandaşları bu dünya nüfusundan sayıca daha fazla. Soykırımlar, katliamlar, büyük felaketler, bireysel ve toplu kıyımlar ankalar ülkesi’ni dünyanın en kalabalık ülkesi yaptılar. Onların sadece kendi aralarında kullandıkları bir dilleri var. Ve biz o dili duymuyoruz, bilmiyoruz. Onların, hep yerin altında olduğunu düşünürüz ama ben daha çok gökyüzünde bir adada yaşadıklarına inanmak istiyorum. Dolayısıyla komşuları da olsa olsa bulutlardır.