28 Mart 2021 12:16

Boğaziçi direnişinin dünü, bugünü, yarını

Hem kendimiz hem bizden sonrakiler için sorumlu hissediyoruz. Direnişimiz kazanacak.

Fotoğraf: Eylem Nazlıer/Evrensel

Paylaş

Zehra ÖZÖCAL

İstanbul

 

Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Bölümü öğrencisi Ebrar ile Melih Bulu’nun atanması sonrasında gelişen süreci, öğrencilerin taleplerini ve güncel durumda yaşanan gözaltıları, özel güvenlik ve polisin müdahalelerini konuştuk.

Melih Bulu üniversite içerisinde tüm seçimleri askıya aldığını duyurdu. Sosyal Bilimler Enstitüsü için yapılan seçimleri tanımayarak Fizik Bölümü öğretim üyesi üyesi Naci İnci başta olmak üzere yaptığı ve birkaç kişi üzerinde yoğunlaşan görevlendirmeler öğrenciler tarafından nasıl karşılandı?

 

Melih Bulu üniversitenin resmi sayfasında da yer alan üniversite yönetim prosedürlerini hiçe sayarak kendini kabul ettiremediği gerçeğini ona hatırlatmayacak kişileri üniversitenin her biriminde görevlendirmeye çalışmaktadır. Boğaziçi Üniversitesinin öğrencilerinin ve öğretim üyelerinin korumaya çabaladığıysa resmi sayfada yazıldığı gibi “özerk, özgürlükçü, demokratik ve katılımcı üniversite yönetişim modeli”dir*. Melih Bulu’nun, bu modeli benimsediğini deklare eden bir üniversitenin sayfasında adının geçmesi bile, üstelik rektör namında, büyük bir çelişkidir. Melih Bulu çelişkiyi her gün biraz daha derinleştiriyor, resme zorla girmeye çalıştığı biraz daha sarihlik kazanıyor. Sosyal Bilimler Enstitüsüne Fizik Bölümünden Naci İnci’nin atanması, Bulu’nun ve üniversite bileşenlerinin iradesini çiğnemeyi kabul eden diğer kişilerin, okulun demokrasi tarihinde açtığı bir başka derin yaradır. Görev süresi dolan Prof. Dr. Ali Tekcan’ın yerine enstitü müdürlüğünü yürütecek kişinin belirlenmesi için bir komisyon kurulup adaylığını koyan tek kişi Prof. Dr. Ünal Zenginobuz’a oylamaya katılan 201 öğretim üyesinden 197’si evet demişken, Bulu’nun önce İşletme Bölümünden bir hocayı, o sağlık durumu sebebiyle görevi reddedince, Prof. Dr. Naci İnci’yi vekaleten ataması kabul edilemez. Bulu’nun ve yardımcılarının koskoca üniversiteyi yalnızca kendilerinin tasarrufunda görme yanılgısına düştükleri âşikardır. Rektörlük görevini kabul edişiyle üniversitenin bütünlüğünü tanımadığını ortaya koyan eski mezun, her adımıyla yarattığı kaosu körüklemekte, demokraside ve en küçük kuruluşlarda dahi geçerli olan mantık kurallarının üstünü çizmektedir. Sosyal Bilimler Enstitüsünde bir fizikçiyi görevlendirmek zücaciye dükkanını bir file emanet etmektir. Bizzat kendi bölümüm Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Programının yer aldığı enstitüde karar ve yetki sahibinin bir fizikçinin olması diğer arkadaşlarım gibi beni de son derece tedirgin ediyor. Bir üniversitenin güvenilirliği ve imajı nasıl sarsılır, bugüne kadar yüzlerce akademisyenin, öğrencinin emek verdiği bir enstitü nasıl heba edilir üzülerek şahit oluyoruz. Şüpheye mahal vermeyecek biçimde, Bulu’nun üniversite işleyişini, Bulu Öncesi (B.Ö.) mükemmel olmayabilir, iyileştirmek bir yana geri dönülmez hatalarla sabote ettiği ve atamalarındaki tek kıstasın kendisine yakınlık olduğu (Bulu’ya yakınlık çoktan üniversite kamuoyu nezdinde polis ablukasına, hak ihlallerine, homofobiye, AKP’ye yakın olmakla eşdeğer manaya bürünmüş durumda) su götürmez bir gerçek. Bu öyle bir gerçek ki bir Fizik Bölümü öğretim üyesini (Naci İnci) hem akademik işlerden hem öğrenci işlerinden sorumlu rektör yardımcısı hem SBE başkanı yapabiliyor. Bulu, üniversitede kurmaya çalıştığı diktacı rejime kılıf uydurmayı da ihmal etmiyor, seçimlerin askıya alınmasını öğretim üyelerine gönderilen bir mailde seçmenlerin mobbing ortamında sağlıklı kararlar alamayacağı gerekçesine dayandırıyor. Enstitü Başkanlığı seçimi kapalı oy yöntemiyle yapılırken Melih Bulu’nun mobbing yalanına sığınıp seçimleri iptal etmesi öğretim üyelerinin iradesini fütursuzca gasp ettiğini gösteriyor.

BİR KADROLAŞMA ÇABASI, FİZİKİ YETERSİZLİK CABASI

Hukuk Fakültesi ve İletişim Fakültesi açma kararı hem üniversitenin kendi iç dinamikleri, yapısı ve fiziki koşulları açısından nasıl bir karar olarak değerlendiriliyor?

 

Melih Bulu’nun atanması gibi Hukuk ve İletişim fakülteleri de okul bileşenlerinin bu konuda hiçbir bilgisi yokken, fikri alınmamışken, hiçbir talebi veya hazırlığı yokken yine bir cuma gecesi misillemesiyle atandı. Misilleme diyorum çünkü biz biat etmedikçe ve tepeden inme kararları sorguladıkça “Gösteririm size gücün kimde olduğunu!” şeklinde çocukça bir öfkeyle hareket eden bir yönetim anlayışıyla karşılaşıyoruz. İletişim Fakültesi açma girişiminin iyi bir niyetle yapıldığı söylentisi dolaşıyor fakat okulu donanımlı hale getirmeden iki fakültenin üstümüze bırakılması hiçbir anlam taşımıyor. İki yeni fakülte kararını okuyan hemen herkes bunun bir kadrolaşma çabası olduğunu düşündü. Bu çaba, Melih Bulu’ya destek göndermek amacı taşıdığı kadar AKP hükümetinin diğer üniversitelerde kurduğu tahakkümü Boğaziçi’nde de kurma, kalıcılaştırma gayretinin bir ürünü. Melih Bulu istifa etmeyebilir fakat çok yalnız kaldığı bariz, üstelik birkaç yıl sonra rektörlüğü işgali sona erebilir; oysa iktidara yakın isimlerden oluşan bir akademik kadronun eklemlenmesi, kalıcı bir tahakkümün en sağlam yolu gibi görünüyor olmalı. Liyakati değil siyasi emelleri önceleyen bu çirkin kadrolaşma çabasını okulun fiziki koşullarının yetersizliği dahi durduramıyor. Boğaziçi Üniversitesi iki fakülte binasını, sınıflıklarını bünyesine katacak maddi güce sahip değil, en basitinden arazisi bile yok. Öte yandan bu fakültelere kaydolacak öğrencilere, fakültenin akademisyenlerinin maaşını ödemeye ayıracak bütçesi bile yok. Bir Bilgisayar Mühendisliği Bölümü hocasının paylaşımına göre Bilgisayar Mühendisliği Bölümü öğrencilerine düşen yıllık bütçe 1 lirayı geçmiyor, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne eski ve yeni edebiyat alanlarında akademisyen alımı yapılamıyor, Arapça ve Farsça dersleri sözleşmeli hocaların cüz’i miktarlara haftalık üç saatlerini ayırmasıyla yürütülüyor. Hâl böyleyken iki fakültenin üniversitenin bilimsel üretimine destek sağlayacağını düşünmek pek safiyane, bütçesi giderlerini karşılamayan bir üniversiteye köstek olması daha muhtemel. İki fakültenin açılması yalnızca Boğaziçi’ni ilgilendirmiyor Türkiye akademisini de yakından ilgilendiriyor. İletişim Fakültesi öğrencilerinin yalnızca %56’sı istihdam ediliyor, buna karşın Türkiye’de 70 İletişim fakültesi var, artık 71. 14 bin kişilik kontenjanla, binlerce işsiz mezun, her gün yargılanan bir meslek, tekelleştirilen medyaya rağmen** niçin bilanço büyüsün? Niçin akademi hayal ekip geleceksizlik biçen bir yer olsun? Gelelim hukuk fakültelerine, durum orada daha vahim, yine yüzlerce mezunun iş bulamadığı ve çoğunluğunda İlahiyat ve başka hukuk ekspertizi olmayan bölümlerden mezunların dekanlık görevine atandığı*** elim bir tabloyla karşılaşıyoruz. Hukuk fakültesini açma kararının Boğaziçi’ne yönelik hukuksuzlukların ayyuka çıktığı bir dönemde verilmesiyse pek çok kişi tarafından ironik bulundu. Görüyoruz ki ne Boğaziçi üniversitesinin hukuk ve iletişim fakültelerini kurmak için talebi, hazırlığı, gücü var ne de Türkiye’nin işsizler güruhuna katılacak mezunlara… Melih Bulu’nun atanmasıyla fakülte açma kararlarının usulü ve ardındaki kirli, üniversite ve topluma fayda getirmeyecek çıkar savaşları aynıdır, bu yüzden kararı kabul etmiyoruz tanımıyoruz.

Sosyal medyada Boğaziçi öğrencilerinin “kayyumluk” olarak isimlendirdiği rektörlük odasından öğrencilerin videosunun çekildiği görüntüleri gündem olmuştu. Keza direniş çadırlarına müdehale edilmesi, öğrencilerin toplanma ve forum alanlarına pandemi ve dezenfektan gerekçeleriyle alınmaması da öğrencilerin gündemlerinden. Öğrenciler, okulun içerisinde hem Özel Güvenlik Güçleri hem de polis tarafından nasıl davranışlarla karşılaşıyor? Boğaziçi üniversitesinin hem içinde hem de bulunduğu çevredeki yaşam alanı öğrencilerin özgürce kullanımına açık mı?

 

Melih Bulu’nun kayyımlık binasında işgal ettiği odadan öğrencilerin direniş çadırını kurduğu alanı çeken bir elin görüntülenmesinden anlaşılacağı gibi, Bulu, özel güvenlik ve polisle sürekli gözüm üstünüzde, sizi izliyorum ve ben hâlâ buradayım mesajı vermeye çalışıyor. Özel güvenlik ve polis varlığını kendine kalkan olarak kullanmaya çalışıyor. Özel güvenlik direniş çadırı kurmamızı zor kullanarak engelliyor, kayyumluk tabelamızı asarken disiplin cezalarını hatırlatarak gözdağı veriyor ve bir an olsun kayyımlığın çevresinden ayrılmıyor. Özel güvenlik birimlerinin görev tanımında kişiye özel korumalık yapmak, sabahtan akşama değin kayyımlık kapısında dikilmek, öğrencileri gün boyu görüntülemek gibi şeyler yazmıyor lakin bu amaçlarla hareket ediyorlar. Bir grubun mensuplarını kişisel bilgileri ifşa olacak biçimde görüntülemek kişisel hayatın gizliliğini ihlal eder niteliktedir. Bir metrelik bir mesafeden çadırda bulunduğumuz sürece, parmak gösterircesine görüntülenmenin hiç hoş olmadığını söyleyebilirim. Dahası özel güvenliklerin bu görüntüleri polisle paylaştığı iddiası var, polis okulun kapısından giren her öğrencinin değil de direniş eylemlerine fiziken katılmış öğrencilerin velilerini arıyorsa bu iddianın da payı olabilir. Kaldı ki biz çadırdan, sosyal medya hesaplarımızdan, zoom profillerimizden her yerden kayyıma karşı Boğaziçi direnişinin bir öznesi olduğumuzu gösteriyoruz, mücadelenin saklanacak hiçbir tarafı yok. Özel güvenlik icraatları polise uzandığında öğrencilerin kriminalize edilme boyutlarının arttığına şahit oluyoruz. Yetişkin bireyleri ailelerini arayarak şikâyet etmeleri, kampüs içinde ve dışında silahlarıyla, barikatlarıyla her an teyakkuzda olmaları öğrencilere giydirilen terörist kılıfının fiiliyata dökülmüş hâli. Okulda suçu geçtim suçvari hiçbir olay, durum kaydedilmezken sivil ve üniformalı polislerin varlığı mekânlarımızı asayiş bürodan farksız kılmakta ve üniversite bileşenleri üzerlerindeki psikolojik baskıyı her dem hissetmektedir. Üniversitelerde farazi polis varlığı diktatörlüklerin, darbe yönetimlerinin sembolüdür, bileşenlerin kendini tedirgin hissetmesine sebep olur. Bilimsel veya sanatsal üretim polisin mevcudiyetini düşünmeden gerçekleştirilemez hâle gelir. Kendi adıma evimdeyken ya da kampüsümdeyken; şimdi olduğu gibi bu konularda bir şeyler yazarken polis devletinin şiddetini ensemde duyumsuyorum. Bizi bu şiddete karşı koruyan en büyük dayanaklarımız ise birbirimizden aldığımız güç ve haklılığımız.

Özel güvenliklerin bir an önce Melih Bulu’dan önce süregiden güven ilişkimizi hatırlamasını, öğrencileri engellemekten ve hedef almaktan vazgeçmesini; polisin derhal kampüslerimizi ve Hisarüstü’nü terk etmesini, gözaltı ve tutuklamaların son bulmasını istiyoruz.

EN TEMEL HAKLARIMIZ İÇİN SEYİRCİ KALMAYACAĞIZ

Üniversite öğrencileri arasında, sürecin ilerletilmesi açısından tartışmalar nasıl sürmekte? Boğaziçi öğrencileri ikinci dönemde mücadeleyi nasıl devam ettirmeyi planlıyor? Öğrenciler sürecin kendisinden neler öğrendi?

 

Boğaziçi'nde ve Türkiye’nin diğer üniversitelerinde değişimi yaratmak için çabalamaya, düşünmeye, hayal etmeye devam ediyoruz. Sürecin devamlılığına yönelik atılacak adımları konuşuyoruz. Fikir teatileremizin ve eylemliliklerimizin önde gelen başlıkları: Melih Bulu’nun istifasıyla üniversitede demokratik yönetim anlayışının yeniden temini, Melih Bulu görevdeyken hocaların, öğrencilerin, kulüplerin antidemokratik uygulamalardan alacağı hasarı en aza indirmek, mücadelemizin her safhasını kayıt altına almak ve olabildiğince çok insana duyurmak, polisin yaşam alanlarımızdan çekilmesi ve baskının sonlandırılması, tutuklu üç arkadaşlarımızın serbest bırakılması, dayanışma ruhunun canlı tutulması.

Hocalar nöbetlerine biz de direniş çadırını kurmaya devam ediyoruz. Kayyımların gölge düşüremediği özerk akademik ortamı sağlamaya çalıştığımız açık dersler düzenliyoruz. “Kelepçesiz Akademi”, “Özgür İktisat”, “Phil-free” ve benim de üyesi olduğum Türk Dili ve Edebiyatı öğrencileri tarafından oluşturulan “Serbest Yazın” gibi gönüllülük ve kayyım karşıtlığı esaslı topluluklar kültür, cinsiyet, otorite, ekonomi başlıklarında yurt dışından ve içinden davet ettikleri konuşmacılarla abluka altına alınmamış bir düşünme, bilgi alışverişi, deneyim aktarımı zemini oluşturmaya gayret ediyor. Kayyımlığın afaki gerekçelerle soruşturma açtığı arkadaşlarımızın yanında basın açıklamalarıyla, destek eylemleriyle durmaya, haklılıklarını herkese anlatmaya uğraşıyoruz. Ayrıca bileşenler meclisi aktive edilmeye, eylem komiteleri işler hale getirilmeye çalışılıyor. Haksız hukuksuz gözaltılardan, üniversitede seçim pratiğinin yok sayılmasından, üç dört göreve sırf kayyımla çalışmayı kabul ettiği için aynı kişinin atanmasından, öğrenci kimliğimizin, cinsel kimliklerimizin suç unsuruymuş gibi muamele görmesinden yorulduğumuz, usandığımız doğru fakat en temel haklarımız linç edilirken seyretmeyeceğiz. Hem kendimiz hem bizden sonrakiler için sorumlu hissediyoruz. Direnişimiz kazanacak.

Direnişin başından beri sürecin parçası olan LGBTİ+’lara yönelik hedef göstermelerin söylem ve pratik düzeyinde arttığına şahit oluyoruz. Son gözaltı süreci de LGBTİ bayrağının hedefe konulması üzerinden gelişmişti, neler oldu, eylemler ve gözaltılar nasıl gerçekleşti?

 

1 Şubat'ta okulun kapısının üstünde gökkuşağı bayrağı açtığı için soruşturulan Nazlıcan’ın eğitim fakültesinde yapacağı savunmasına destek vermek isteyen öğrenciler gruplar ve birey halinde kuzey kampüse geçerken arkadaşlarının GBT adı altında alıkonulduklarını öğrendi. Daha sonra kapının önünde biriken öğrenciler arkadaşları gelmeden bir yere gitmemekte ısrarlarını belirtti hocalar ve gruptan birkaç öğrenci aracılığıyla müzakere yapılırken polis kampüse dağılın arkadaşlarınızı vereceğiz dese de öğrenciler bu pazarlığı kabul etmedi. Şimdi bakıyorum da alıkoydukları birini bırakmaları en az 12 saat sürüyor sözlerinin gerçek olmadığı ortada. Kuzey kampüs önündeki öğrenciler bulundukları yerden ayrılmayınca polis barikatlarla öğrencilerin üstüne yürüdü, barikatları sopa gibi kullandı. Turnikelerle kendisi arasında sıkıştırdı ve o kargaşayı fırsat bilerek birçok arkadaşımı tekmelediğini gördüm. İçeriden saçımdan tutularak zor çekildim karnımda 3 saat boyunca yoğun bir sancı hissettim, iç kanama olmasından endişelendim. Arkadaşlarım da benzer şeyler yaşadı. Okulun içindeki study’de nöbete başladık. Benim tanıyabildiğim vekillerden Sera Kadıgil, avukat ve hocamız Feyzi Erçin, yine hocamız Tolga Sütlü bizimleydi. Sabaha kadar aldıkları 24 kişiden kimse bırakılmadı sabah beşte Çağlayana gitmek için dinlenebilmek üzere okuldan  ayrıldık. Çağlayan’a gittiğimizde daha basın açıklaması yapılmadan, kimimiz alana gireli beş dakika olmadan gözaltına alındık. Ne bir ikaz ne bir açıklama yapılmadan. Öğrencilerin dağılabileceği bir alan bırakılmadan koridor oluşturuldu, öğrenciler sıkıştırıldı, kuşatıldı. Gözaltı sürecinde saatlerce aynı otobüste en temel haklarımızı kullanmak için dakikalarca bekledik. 50’nin üzerinde insanın tuvalet ihtiyacını karşılayacak yeterli yer bile yokken keyfi gözaltılar komik olmanın ötesine geçemiyor. Ters veya düz kelepçe takmalarını reddettiğimizde canımızı yakmayı ihmal etmiyorlar. Bir polisin dediği diğerininkini tutmuyor biri gelip kelepçe takıyoruz diyor diğeri tamam zararsızsınız çıkarıyoruz diyor. Sağlık kontrolü, ifadelerin alınması için epey bekledik. Vatan emniyet ve Bayrampaşa devlet hastanesi hijyenik olmaktan fersah fersah uzaktı, bu mekânları kullanacak herkes için endişeliyim, toplum sağlığını tehdit ediyor. Avukatların getirdiği su ve yiyeceklerle idare ettik. Nihayetinde serbest bırakıldık ancak bitmeyen gözaltı, tutuklama sevk döngüsü için huzursuzum. Karınca hızıyla işleyen süreçlerin, ortada hiçbir gerekçe yokken özgürlüğünden mahrum edilmenin, hakaret ve darpların öğrencilerde maddi manevi büyük hasarlar bıraktığını söyleyebilirim.

 

*http://www.boun.edu.tr/tr_TR/Content/Genel/Yonetim

**https://journo.com.tr/iletisim-fakultesi-hayaller-hayatlar

***https://www.anayasa.gen.tr/dekanlar.htm

ÖNCEKİ HABER

Görsel işitsel ve sahne sanatlarında sansür algısı: Yasak, baskı, korku…

SONRAKİ HABER

CHP'li Sera Kadigil: Özel tiyatrolar kamusal hizmet alanında tanımlanmalı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa