Şeref Bilsel: Şiire, yazıya bulaşanların çoğu ‘yazar’ değil ‘yazan’
Şair ve Yazar Şeref Bilsel, “Şiire Giriş Dersleri” isimli yeni kitabını anlattı.
Şeref Bilsel | Fotoğraf: Cüneyt Çelik
Ege KARACAN
Şair ve Yazar Şeref Bilsel’in “Şiire Giriş Dersleri” geçtiğimiz haftalarda okurla buluştu. Yeni kitabında Bilsel; kimi zaman şiirin teknik sorunlarını tartışıyor, kimi zaman şairin yaratım sürecine odaklanıyor. Bilsel kitabı hazırlama amacını “Burada yazdığım denemeler; şiirle düşünen, şiire yeni yolcu olanlarla tartışsın, arkadaş olsun istedim.” sözleriyle açıklıyor. Bilsel’le “Şiire Giriş Dersleri”nden yola çıkarak şiirimizin bugününü konuştuk.
Şiirin ne olduğu ve ne olmadığı çok eski ve yanıtı zor bir tartışma… Herkes durduğu yerden bir şiir tanımı yapıyor. Tanımını sormak istemiyorum. Sizce şiirin olmazsa olmazları nelerdir?
Şiir, düzyazı olmayandır, desem yine bir ‘tanım’ yapmış oluruz. Üstelik düzyazı (mensur) şiir de var. Edebiyat yazım tekniği olarak iki türlü yapılıyor: şiir ve düzyazı ile. Şiirde sözcükler temel anlamlarından ziyade yan, mecaz anlamlarıyla kullanılır. Açık biçimde, kafiyeye dayalı ses akışına tanık olmasak da bir ‘ahenk’ düzeni vardır şiirde. Buradan bakınca iki şey karşılıyor bizleri: imge ve ses. Sanıyorum bu iki unsur şiiri, eskiden beri tamamlayan özellikler. Çarpıcı biçimde ortaya konan bir duyguyu, durumu, olayı, belirtiyi belli bir ses düzeni nezaretinde ifade edebilmek. Eskiler, ‘nazar, manzarayı belirler’ derdi. Şairin bakışı biraz da imge ve ses düzeniyle ortaya çıkar, kişilik kazanır diye düşünüyorum.
"ŞİİR 'YIKMAYA' YELTENİR"
“Şiir ve Düzyazı” başlıklı makalede şunları söylüyorsunuz: “Hayatımız düzyazıdır biraz; düşlerimiz, rüyalarımız şiir. Hayatımızın, sinemamızın, romanımızın, törenlerimizin, aşklarımızın şiire ihtiyacı var. Ama hangi şiire…” Sizin sorunuzu size yöneltelim. Ama hangi şiire?
Düzyazı çoğu zaman tasarlanabilir, belli teknik ve yöntemler eşliğinde kurgulanabilir; şiir öyle mi? Roman ve hikaye ‘yapar’; ev yapar, hayat kurar. Yapılmış olana eklemlenerek yeniden yapar düzyazı. Çoğunlukla böyledir. Şiir ise ‘yıkmaya’ yeltenir. Yıkılan yerde açılmış boşluğu göze alır. Romanın, öykünün, sinemanın ‘şiir’le sıfatlandırılması, şiire benzetilmesi (Şiir gibi roman/hikaye vb) şiirin gücünü gösterir aslında. Şiir dışındaki edebi, sanatsal türlerde ortaya konan verimler, şiirin imkanlarını görünür kıldığı, şiire yer açtığı ölçüde hayatla bağ kurabiliyor. Çünkü biz, şurada 150 yıllık geçmişi olan roman ve modern hikayeyi tanımlarken, bu türlerin özelliklerini ayrıştırırken sabit ve kadim olan ‘şiir’den hareket ediyoruz hâlâ. "Hayatım roman /film olur” diyoruz, bir albenisi ve hacmi var bu türlerin; ‘hayatım şiir olur’ demeyenlerin, şiire saygı duyanların okuduklarına ihtiyacı var diğer türlerin. Cenazelerde ‘ağıt’, düğünlerde ‘türkü/şarkı’, kandillerde ‘mevlid’, bir şiir biçimi olarak hâlâ iş başında çünkü. Şiiri, ‘kullanılan’ bir metin olmaktan kurtaracak olanlar yine şairlerdir.
“Türkiye’de maalesef yazarların çoğu okumuyor; sıkı okurların çoğu ise yazmaya kıyamıyor” tespiti yapıyorsunuz. Peki; bu çelişkili tutumun temelinde ne yatıyor?
Yazma eyleminin araçları çoğaldı, maliyeti düştü. Masrafsız bir hal aldı. İnternet çağı hemen herkesi ‘yazar/şair’ hizasına sürükledi! Hiçbir şey yapamayan ‘mesaj’ yazıyor. Görünürde ‘yazanlar’ çoğaldı, fakat okurlar azaldı. Hem okuyup hem yazanların sayısı ise çok az. Vaktiyle yazıyla, şiirle derin, vefalı bir akrabalık kurmuş okurlar arasında potansiyel şair/yazarlar var, ama son on yıldır şiire, yazıya bulaşanların çoğu ‘yazar’ değil ‘yazan’. Herkesin ‘yazan’ olma hakkı var elbet. Bu durum bize bir nitelik çöküşünü gösteriyor. Edebiyatın herkes tarafından girişilecek sıradan bir yazı etkinliği olduğunu… Okumak isteyen, yazmaya başlıyor; çünkü eline geçen, okuması beklenen metin de sıradanlaştığı, nitelik kaybına uğradığı için okur kendinde yazma hakkını görüyor. Böylece çok yazılan ama az okunan bir ortam çıkıyor karşımıza.
“Bizde ve dünya şiirinde farklı politik duruşuyla, şiirsel tavırlarıyla öne çıkan şairlerden zamana, okurlara kalan şiirlerinin çoğu aşk odaklıdır.” diyorsunuz. Aşk’ın şiir için önemini nasıl açıklarsınız?
Öyledir. Aşk; içinde hasreti, yalnızlığı, sevgiyi, ölümü de tutan, aynı anda hem uzağı hem de yakını görebileceğiniz bir zirve gibi. Nâzım’ı bütün ortaya koyduğu eserlerden sonra ‘aşk’ şiirleriyle anıyoruz. Aragon, Lorka, Ritsos okurken geride kalan dizelere bakın! Ahmed Arif’in yükünü aldığı tutku aşk değil mi? Şiir sanki dilin aşık olması gibidir büyük şairlerde. Aşk, hayatla aramıza bir düğüm atar kopmayalım diye, ama bazen kopuşu da sağlar, yıkar. Toplumsal meseleler etrafında akıp giden uzun bir şiirden hafızamıza vuran, bizdeki sözcükleri kabartan aşk odaklı ifadelerin olması tesadüf değil. Şiir de aşka benzer: Hazırlıksız, birdenbire, şaşırtıcı biçimde kendini vermek bahsinde.
"EDEBİYAT ANLAMINDA BİR ‘GÖRGÜ ÇÖKÜŞÜ’ VAR"
Şiir ve dergi ilişkisine gelirsek… Varlık dergisinde “Yeni şiirler arasında” bölümünü hazırlıyorsunuz. Bugün açısından dergilerin güncel şiirin nabzını tuttuğunu düşünüyor musunuz? Dergiye gelen şiirler günümüz şiirine dair nasıl bir portre çiziyor?
Eskiden dergiler yeni bir şairi müjdelemek, göstermek noktasında daha belirleyiciydi. ‘eskiden’ dediğim (Cumhuriyet sonrası diyelim) vakitlerde üç beş dergi etrafında dönüyordu şiirin gündemi. Yönelimler, akımlar, manifestolar şairler etrafında beliriyordu. Bu şairlerin de kendini ait hissettiği dergiler vardı. Söz gelimi Varlık dergisini dışarıda bırakıp ‘Garip’ şiirini; Pazar Postası’nı yok sayıp İkinci Yeni şiirini kronolojik anlamda dergiler üzerinden açıklayamayız. Birer mahfildi dergiler. Son yirmi yıldır dergilerin sayısında muazzam bir artış oldu. Fanzinler de içinde yaşadığımız çağın doğasına uygun biçimde çoğaldı. Şiirini, (Bırakın dergide göremeyip dergi çıkartanları) yıllıklarda, antolojilerde görmek isteyenler yıllık ve antoloji hazırladı. Bu, edebiyat anlamında bir ‘görgü çöküşü’ değil de nedir? ‘İnsan yaşadığı yere benzer’ çoğu yerde karşılığı olduğu gibi şiirde de karşılığı var bu ifadenin. Edip Cansever de yaşadığı yere benziyordu. Dergilere gelen şiirler birbirine benziyor; çünkü çoğu şairin düzenli ses verdiği bir dergisi yok. Herkesin her yerde olduğu bir ortamda tabii ki dergiler de benzeşecek. Kimi, uçlarda inatla dolaşan ve belli bir şiiri talep eden dergiler de yok değil; ama onlar da genel anlamda dolaşımda olan dergilerden geçmiş şairlerin verimlerini okura ulaştırıyor. Ülkede 3-5 bin şair var dergilerde şiir yayımlayan ve kitap, ödül sahibi olan. Bu şairlerin metinleriyle çıkıyor dergiler. Eskiden sıkı dergiler ‘Şair çıkartırdı’, seçip ayıklar, yol gösterirdi; şimdi ise çoğu dergi gelen şiirleri, şairlerin yaş sırasına göre sıraya koyup kontenjan dolduruyor.
Kitabın ikinci bölümünde şiirin ve şairin doğasına dair sözlerden bir seçki bulunuyor. Şiir yolculuğunuzda sizi en çok etkileyen söz hangisiydi?
Sanıyorum 2003 yılıydı, değerli dostum, Şair Tozan Alkan’la “Şairin Günah Defteri” diye şiir ve şair üzerine tanım, aforizmalardan oluşan bir kitap hazırladık. O kitapta yer alan bazı ifadeleri alıp üzerine başka tanımlar da ekleyip bir bölüm oluşturmak istedim. Şiirde hangi kavram üzerine farklı zamanlarda, kimler ne demiş? Kitabın en sonunda Federico Garcia Lorca’nın şu sözü var, onu tekrar edelim: “Ne diyeyim şiir üzerine? Ne diyeyim bu bulutlar, bu gökler üzerine? Görmek, görmek, görmek onları, görmek onu, işte o kadar. Anlayacaksın bir ozanın şiir üzerine hiçbir şey diyemeyeceğini.”
"GELENİ, GİDENİN BIRAKTIĞI BOŞLUKTA TANIRIZ"
Kitaptan bazı kelimeler seçtik… Sizde yarattığı çağrışımları kısa kısa yanıtlar mısınız?
Dil: Mevsimsel değil iklimsel ‘harfiyat’ (hafriyat değil)
Hafıza: Sehpada uyuyan ağaç, dizlerini göğsüne çekmiş.
Soru: Damlayıp durur kadınlardan, çocuklardan, yersizlerden toprağa doğru, sınırsız ve bayraksız.
İçe doğmak: Geleni, gidenin bıraktığı boşlukta tanırız.
Sezgi: Düşerim, atım ölür; her şey devrilir, ama sezgide devrim yapılmaz.
Rüya: ‘Dünyadan atılmış mektupsun’ sen. Erich Fromm dostum bilir. Hakkım var üzerinde sıkı bir okuru olarak!
Özerklik: Çölü geçmek için bir avuç tuzlu su.
Şair: Ağzından çıkanı önce kulağın duysun.