Boğaziçi Ünv.’den Doç. Dr. Ayfer Bartu Candan: Gücümüzü haklılığımızdan alıyoruz
Bilim insanları sabırlı ve inatçı insanlar olurlar. Kolay kolay vazgeçmezler, pes etmezler. Dolayısıyla bizim ilkelerimizden, değerlerimizden ve kurumumuzdan vazgeçmemiz söz konusu değil.
Ayfer Bartu Candan | Fotoğraf, kişisel arşivinden alınmıştır.
Serpil İLGÜN
İstanbul
“Kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz!” Bu şiar, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri ve öğrencilerinin 100. güne yaklaşan nöbet ve protestolarının ana sloganının oluşturdu. 2 Ocak’ta, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın bir gece yarısı kararnamesiyle üniversiteye Prof. Dr. Melih Bulu’yu dışarıdan rektör ataması üzerine, kararın geri alınması talebiyle 4 Ocak’ta başlayan eylemler bugün 97. gününü dolduruyor. Protestoların daha ilk günlerinde üniversite kapısına kelepçe vurulmasıyla sadece Türkiye’de değil, dünya çapında da ses getiren eylem ve direnişler, iktidar sahipleri ve medyası tarafından teröristlikle, darbecilikle itham edilip, öğretim üyeleri ve öğrenciler tehdit edildi. Hemen her eylemlerinde yoğun bir şiddet kullanılarak gözaltına alınan çok sayıda öğrenci tutuklandı ya da ev hapsine alındı.
Öğretim üyelerinin hafta içi her gün rektörlüğe sırtlarını dönerek düzenledikleri nöbetler sürerken, öğrenciler de direnişlerini üniversite dışına da çıkararak, polis şiddeti altında da olsa taleplerini dillendirmeyi sürdürüyorlar. Direniş sürerken, üniversiteye yine bir kararnameyle hukuk ve iletişim fakülteleri açılması kararı alındı. Rektör Melih Bulu, kadrosunu oluşturmaya başladı.
Üniversitenin uzun yıllar içinde oluşturduğu teammülleri neden yok ediliyor? Öğrencisiyle, hocasıyla 100 güne varan direnişin sürmesini ne sağladı? Boğaziçi’nin “içerden” tahrip edilmesi ne anlama geliyor? Özerk üniversite neden önemli? Bundan sonra yol haritası ne olacak…?
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Ayfer Bartu Candan yanıtladı.
Hatırlamak için soralım, 100 güne varan itirazınızın temelinde ne var? Melih Bulu neden olmaz?
İtirazımızın temelinde yıllar içinde büyük bir özenle kurulmuş ve birçoğumuzun bir işyerinden ziyade evimiz olarak gördüğümüz bir kurumu, gerçek anlamda bir üniversiteyi koruma çabası var. 2 Ocak 2021 tarihinde üniversite bileşenlerinin görüşleri alınmadan, tepeden inme bir kararla yapılan bir rektör ataması haberini aldık. Böylesi bir karar üniversite bileşenlerinin ortak paydası olan, etrafında kenetlendiğimiz ve gönülden inandığımız kurumsal özerklik, akademik özgürlük ve demokratik değerlere aykırıydı. Bu ilkeler hem bu kurumu gerçek bir üniversite yapan, hem de yıllar içinde üniversitenin çeşitli birim ve kademelerinde tartışılarak ortaklaştığımız ve 2012 tarihinde Senatomuz tarafından kabul edilmiş olan bir nevi anayasa niteliğindedir.
Türkiye’de ilk olarak bir vakıf üniversitesinde çalışmaya başlamıştım, 2003 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne geldim. Burada girdiğim ilk bölüm toplantısında birçok tartışmalı konu görüşülüyordu. Dekanlık belli konularda bölüm görüşünü sormuş, yoğun tartışmalar, anlaşmazlıklar, farklı görüşler, saatlerce süren bir toplantı. Bölümün daha kıdemli hocalarından biri “aman daha fazla uzatmayalım zavallı Ayfer’in ilk toplantıdan gözü korkacak” dedi. Oysa o anda o kadar da nefes aldığımı hissetmiştim ki. Çok mutluydum. Gerçek üniversite buydu. Bölümün üniversiteyi, yani hepimizi ilgilendiren bir konuda görüşü soruluyordu. Farklı görüşler tartışılıyordu, ortak bir zeminde buluşulmaya çalışılıyordu.
Boğaziçi Üniversitesi tam da böyle bir yer: Tabandan örgütlenen, bölümlerin görüşlerinin alındığı, gerekli kurul ve komisyonların işletildiği bir kurum. Yönetim kadrosundaki arkadaşların seçimle göreve geldikleri ve görevleri üniversite hocalarının, öğrencilerinin hayatlarını kolaylaştırmak olan, bu kurumu ileriye taşımak için ilkelerinden taviz vermeden hepimizin gece gündüz fedakarca çalıştığı bir yer. Koltuk ve makam sevdasından ziyade kurumu önceleyen bir yönetim anlayışı.
Kampüs hayatına baktığımızda da yukarıda sözünü ettiğim ilkelerin hayata geçirilmeye çalışıldığı bir üniversite. Kimsenin inanç, dil, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim, engellilik ve benzeri ayrımcılıklara maruz kalmadan güvenli bir şekilde yaşayabileceği bir ortam.
Boğaziçi’nde hiç mi sorun yaşanmaz?
Hiçbir zaman “biz bu üniversitede bir ütopya yarattık, Melih Bulu atanana kadar burası bir cennetti” iddiasında bulunmadık. Türkiye’nin bir kurumu olarak kendine has sorunları, dertleri olan bir yer Boğaziçi Üniversitesi.
Ancak kritik mesele şurada: Yukarıda saydığım ilkeleri her kademede hayata geçirmeye gayret ettik, başaramadığımız ve tökezlediğimiz zamanlar oldu ama tüm bu sorunları bu ilkeler ışığında kendi bünyemizde tartışarak çözmeye çalıştık.
Melih Bulu’ya gelirsek, aslında konunun onun şahsı ile ilgisi yok. Asıl konu üniversite bileşenlerinin hiçbir görüşü alınmadan, yukarıda saydığım ilkelerin hiçbirini gözetmeden tepeden yapılmış olan atamadır.
Bir taraftan da Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’nin hiçbir bölümüne öğretim üyesi olarak alınmaya bile yeterli olamayacak akademik özgeçmişe sahip olması da, işin tuzu biberi oldu diyelim. Nobel almış bir akademisyen bu yöntemle atanmış olsaydı yine karşı çıkardık.
İktidarın en tepesinden hocalara ve öğrencilere “teröristler”, “darbeciler”, “vandallar” denildi; tehdit edilip, hedef gösterildiniz; elitist ve seçkinci olarak etiketlenerek, marjinalleştirilip, mesele sadece Boğaziçi ile ilgili münferit bir meseleymiş gibi bir algı yaratılmaya çalışıldı. İktidarın tüm araçlarını böylesine güçlü kullanmasındaki maksat ne?
Bir üniversiteyi üniversite yapan ilkelerine meşru bir zeminde sonuna kadar sahip çıkan bir kurumu ve onun bileşenlerini kamuoyunda karalamak, değersizleştirmek, akıllarınca küçük düşürmek için bir kampanya yürüttüler. Ve de bu tür kampanyalarda bu ülkede sürekli kulllanılan yöntemleri ve konuları seçtiler. Önce “elitizm” ile başlandı sonra LGBTİ+ konusu ve hemen bununla ilişkilendirilen “dini değerlere saldırı” meselesi ve bu kampanyaların olmazsa olmazı “terörist” damgası. Basılan bu düğmelerin hiçbiri bu sefer bir karşılık bulmadı. Yıllardır kaliteli bir yüksek öğrenim görmek için binlerce gencin ilk tercihi olan bu üniversitenin eğitim kalitesi karşısında koparılan içi boş bir elitizm yaygarası tutmadı. Memlekette varolan homofobi ve transfobiye rağmen LGBTİ+ olmanın bir suç olmadığı geniş kitlelerce kabul ediliyor. Dünya standartlarında eğitim ve araştırma faaliyeti yapan kıymetli hocaların mesnetsiz iddialarla “terörist” olarak yaftalanmasının bu toplumda artık bir karşılığı yok.
Kısacası, dozu gittikçe artan saldırılar ve çamur atmaların bir karşılığı olmadı. Tam tersine Boğaziçi Üniversitesi’nin Türkiye’nin korunması gereken bir değeri olduğu kamuoyunda öne çıktı. Yapılan kamuoyu yoklamalarında da bu sonuçları görmek mümkün.
YAŞANAN TAHRİBATIN ÇETELESİNİ TUTUYORUZ
Diğer yandan, bir süre kendisine yardımcı bulamayan Melih Bulu, kadrosunu kurmaya başladı ve rektör yardımcılarının yanı sıra, enstitülere atamalar, yeni fakülteler açılması gibi iç teamüllerin bir bir yıkıldığı gelişmeler yaşandı, yaşanıyor. Benzerini belediyelerde de gördüğümüz, bu yıkıcı yönetim tarzına neden başvuruluyor?
Bunları zorla kendini kabul ettirme, kurumun kontrolünü ele geçirme çabası olarak okuyabiliriz. Bu bir dayatma, irademizin yok sayılması. Zorla güzellik olmaz, ancak yıkım ve zarar olur.
Yıllar içinde ilmek ilmek örülen, taş üstüne taş koyarak inşa edilen bu kuruma zarar veriliyor. Yaşanan bu tahribatın bir çetelesini tutuyoruz, buna itiraz ediyoruz. Maharet yıkmakta değil, bu en kolayı. Maharet inşa etmekte, yılların birikimi ve istişaresi ile kurulmuş bir kurumu anlamakta, korumakta.
Türkiye’nin en iyi kamu üniversitelerinden birine zarar verilmesi tabii ki kabul edilemez. Bunu ne biz akademisyenler, ne öğrencilerimiz, ne mezunlarımız, ne çalışanlarımız, ne de toplum kabul edebilir.
Bir yönetme biçimi olarak kararnamelerle yapılan atamalar, başka birçok üniversite için de geçerli olduğu için soralım; OHAL döneminin yönetme biçiminin kalıcılaştırılması Türkiye üniversitelerine nasıl yansıyor?
2016’dan bu yana Türkiye’de üniversitelere büyük zararlar verildi. Rektör seçimlerinin ortadan kaldırılması, atanan rektörler kullanılarak muhalif akademisyenlerin tasfiyesi; baskı ve korku iklimi yaratılması sonucunda akademik özgürlükler kısıtlandı, eğitim kalitesi düştü. Kurumsal özerklik, akademik özgürlük ve demokratik işleyişlerin olmadığı bir üniversitenin işini iyi yapabilmesi mümkün değil...
Özerk, demokratik, bilimsel üniversite hedefinin çökertilmesi planında tabir yerindeyse Boğaziçi “sert kaya” oldu. Bunu ne sağladı?
Bunu yüz elli sekiz yıllık bir geçmişi olan Boğaziçi’nin, elli yıllık bir kamu üniversitesi olarak özenle geliştirdiği, koruduğu ve uyguladığı değerleri ve bu değerlerin yüzlerce akademisyen, binlerce öğrenci ve mezun tarafından benimsenmiş olması sağladı. Bu haklı mücadelede, her işgünü gerçekleştirdiğimiz nöbette biliyoruz ve hissediyoruz ki her birimizin arkasında bizi destekleyen binler var.
REKTÖR ATAMASI ANAYASA’YA AYKIRI
Bir yandan hukuki süreç de işletiliyor. AYM’ye ve Danıştay’a açılan davaların özünde ne var?
İki temel konuda davalar açıldı. Biz ilk günden beri yasal olduğu söylenen bu rektör atamasının meşru olmadığını savunduk. Bu süreç içinde hukukçu dostlarımızdan aldığımız görüşler doğrultusunda rektör atamasının hukuğa ve Anayasa’ya uygun olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla ilk davamız rektör atama sürecine ilişkin bir dava. Diğeri de iki yeni fakülte açılmasına karşı açılan dava.
Bir gecede iki fakülte açma kararı ise Anayasa’da güvence altına alınmış olan üniversitenin kurumsal özerkliğine tamamen aykırı bir durum. İkinci davamız da buna dayanıyor. Bence bu davalar tarihe bir not düşmek ve Türkiye’de hukuğa saygı duyulmasını teşvik etmek adına önemli davalar. Ayrıca burada bu hukuksuzluklar sonucu yaşanmakta olan müthiş bir kamu zararı var. Beklentimiz bunun bir an önce yürütmenin durdurulması yönünde verilecek kararlarla önlenmesi.
GENÇLER GELECEKLERİNE SAHİP ÇIKIYOR
Bu süreçte öğrenciler defalarca şiddet uygulanarak gözaltına alındı, tutuklandı, ev hapsi alanlar oldu… Şiddetin bu kadar yoğun kullanılmasının izahı ne?
Böylesi bir şiddetin temel amacı Anayasa tarafından güvence altına alınan protesto hakkını kullanan, eğitim hakları ve temel özgürlükleri için mücadele eden gençleri korkutmak, sindirmek, göz dağı vermek. Herhalde bu tür bir saldırı ile bu protestoların sönümleneceğini düşündüler. Ancak bu gençler korkmuyorlar. Bunu varoluşlarına, geleceklerine yapılan bir saldırı olarak görüyorlar. Bu hafife alınacak birşey değil.
ÖZERKLİĞİN VE ÖZGÜRLÜĞÜN OLMADIĞI YERDE BİLİM OLMAZ
Toplumsal desteğin yoğunluğunu siz de belirttiniz. KONDA Araştırma’nın yakın zamanda yaptığı kamuoyu yoklamasına göre toplumun yüzde 68’i direnişi destekliyor. Ancak iktidar propagandalarından etkilenen bir kesim olduğu da açık. “Tutturmuşlar özerk üniversite, rektörümüzü biz seçeceğiz diye, sanki ne olacak” diye düşünenlere ne söylersiniz?
Boğaziçi Üniversitesi Türkiye’de lisans ve lisansüstü öğrenim görmek isteyen birçok öğrencinin ve ailelerinin yıllardır ilk tercihi olmuş bir kurum. KONDA araştırmasının sonuçları da bence bunu teyit ediyor. Özerklik, siyasi müdahaleler olmadan bir kurumun kendisi ve hizmet ettiği toplum için en doğrusunu bulabilmesi ve bunu uygulayabilmesidir. Üniversite en aykırı fikirlerin tartışıldığı, farklı görüşlerden öğrencilerin, öğretim üyelerinin birarada varolduğu bir yerdir.
Özerkliğin ve özgürlüğün olmadığı yerde bilim olmaz, kültürel ve sanatsal faaliyetler olmaz. Çoraklaşırsınız.
Tüm bu yaşananları aslında “gerçek bir üniversite nedir” konusunda düşünmek için bir fırsat olarak da görüyoruz. Bu vesile ile Boğaziçi Üniversitesi’nin tarihine yeniden bakıyoruz, bizden önceki kuşaklardan, onların mücadelelerinden çok şey öğreniyoruz. Ki bu alanda yıllar içinde oluşmuş müthiş bir deneyim var. Türkiye’de üniversiteler tarihi aslında tasfiyeler tarihi. Farklı tarihsel dönemlerde yaşanan çeşitli tasfiyeler, kıyımlar var. Bunların hepsi üzerine düşünmüş, alternatif yapılar ve meslek örgütleri kurmuş meslektaşlarımız var. Bu dönemde bu birikimi de kullanarak gerçek anlamda özerk bir üniversite ve akademik özgürlük nasıl yeniden inşa edilir, yurtiçi ve yurtdışından birçok meslektaşımızla, farklı kuşaklardan akademisyenlerle biraraya gelerek bu konuları tartıştığımız çeşitli toplantılar, paneller yapıyoruz. Bu son derece zenginleştirici, öğretici ve güçlendirici bir deneyim oluyor.
MEŞRU GÖRMEDİĞİMİZ BİR YÖNETİMLE İSTİŞARE EDECEK BİR ŞEY YOK
Melih Bulu, istifa etmeyeceğini söylemişti. İstenmediğinizin dünyanın duymasına karşın göreve devam etme ısrarı, kendi kararıyla gidemeyeceğinin bir itirafı, ne dersiniz?
Kendisinin ne tür ilişkiler içinde olduğunu ben bilemem, kendisine sormak lazım. Ancak bildiğim şey şu ki bu itiraz devam edecektir. Bu uzun soluklu bir mücadele ve biz gücümüzü ve direncimizi haklılığımızdan alıyoruz. Kamuoyu da bunun farkında. Bu durumun değişmediği her geçen gün ciddi kamu zararı oluştuğu için öyle ya da böyle kendisinin ve ekibinin gitmesi gerekiyor.
Geçen süre içinde, iktidar cephesinden ya da Melih Bulu’dan istişare, diyalog talebi geldi mi?
Melih Bey anladığım kadarıyla çay içmeyi seven biri, ilk günlerde üniversitenin çeşitli bileşenlerini çay içmeye davet ediyordu. Ocak ayının ilk haftalarında bölüm başkanlarını bir toplantıya çağırmıştı. Ancak bu davetleri kabul görmedi. Bugünlerde de seçilmiş temsilcilerimizden oluşan Üniversite Yönetim Kurulu ve Senato üyelerimiz dışında kendisi ile görüşen yok. Onlar da özellikle öğrencilerimizi mağdur etmemek için, anlaşılan gayet nahoş geçen toplantılara katılmak durumunda kalıyorlar. Meşru görmediğimiz bir yönetimle de istişare edecek bir şey görmüyoruz.
İLKELERİMİZDEN VE DEĞERLERİMİZDEN VAZGEÇMEMİZ SÖZ KONUSU DEĞİL
Ve herkesin merak ettiği soru; üniversitede içerden ve dışardan kuşatma sürüyor, bu koşullarda direniş ne kadar devam edecek? Bunun için bir planlama, yol haritası söz konusu mu?
Bilim insanları sabırlı ve inatçı insanlar olurlar. Belli problemleri çözmek için yıllarını verirler. Çalıştıkları konulara heyecan duyarlar, sabırla bir sonuç almaya çalışırlar. Kolay kolay vazgeçmezler, pes etmezler. Dolayısıyla bizim ilkelerimizden, değerlerimizden ve kurumumuzdan vazgeçmemiz söz konusu değil.
Velilerin ve genel kamuoyunun “bu ortamda dersler yapılamıyordur herhalde” gibi bir yargısı oluşmuş olabilir. Dersler etkileniyor mu?
Bizim birincil sorumluluğumuz öğrencilere. “Vazgeçmiyoruz” lafının arkasında bu üniversiteden, burada verdiğimiz kaliteli eğitimden ve öğrencilerimizden vazgeçmemek de var. Yeni yönetime ve neredeyse her gün ortaya çıkardığı yeni krizlere rağmen eğitime devam ediyoruz. Bu kolay oluyor mu? Elbette hayır. Yıllar içinde büyük emeklerle kurduğunuz kurum saldırı altındayken, kampüslerin içi ve dışı polis ablukasındayken, öğrencilerinizin boğazına polis yapışmışken, varoluşları ve varoluşumuz tehdit altındayken, gözaltılar, yargılamalar devam ederken elbette hem bizler, hem de öğrencilerimiz çok zorlanıyoruz. Ancak bu şartlar altında birbirimizle dayanışmak, bir nevi herşeye rağmen yaptığımız en iyi işi devam ettirmek bize güç veriyor ve direncimizi arttırıyor. Derslerimizi vermeye devam ederken, bir yandan da her öğlen nöbetlerimize, her cuma açıklamalarımıza devam ediyoruz. Biz gücümüzü haklılığımızdan alıyoruz; vicdanımız rahat, öğrencilerimiz ve mezunlarımızla kampüslerimizde birlikteyiz. Ofislerinden kampüs içine çıkamayanlar düşünsün.