17 Nisan 2021 23:40

Kültürün malileşmesi sanatın sermayeleşmesi

Oya Yağcı, sanat ve sermaye ilişkisini kaleme aldı.

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Oya YAĞCI

“(Y)üzer gezer sermaye, yaşamını yeni bir bağlamda sürdürmeye başlayacaktır; artık fabrikalarda ve kaynak ve üretim mekanlarında değil, fakat daha yoğun kârlılığı itekleyen menkul kıymetler borsası zemininde, hattı içinde bir başka daha ileri teknolojiye karşı üretken bir teknoloji olarak değil, fakat daha ziyade bizatihi spekülasyon, Derrida’nın belirttiği gibi, dünya çapında nesnesinden ayrılmış düşsel bir görüntüler geçidi birbirlerine karşı aşık atan değer hayaletleri formunda.”* 

Jameson’ın işaret ettiği malileşme post-Fordist söylemin üretimi gözlerden kaçırma çabası ile karıştırılmamalıdır. Jameson, üretim-dolaşım-bölüşüm bütünlüğünün gizlendiği ve dolaşımın öne çıkarılarak adeta mutlaklaştırıldığı bir dönemin karakteristiğine işaret etmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan bu süreç 1980’lerde iktidarını ilan etmiştir. Ve geç kapitalizm, kültürün sermaye yatırım alanı olarak sömürülmesidir.

Yazının açıklayıcı olmaktan ziyade sorgulayıcı bir zemin üzerinde gelişmesi için başlıca üç izlek ve çelişkiyi ortaya koymakla yetineceğim:

ZİHNİN CESARETİ NEREDEN GELECEK?

Birinci düzey; Türkiye’de sermayenin ikili tarihsel görünümü, kabaca TÜSİAD ve MÜSİAD ayrımı diyelim. Liberal ve muhafazakar konumlanışların aslında birbirini tamamlayan iki sureti: Yüksek sanat ve seçmeci kamusallık ile türedi sermayenin içeriksiz Osmanlı pastişi arasındaki kültür salınımı. Her iki profilde de sanat yatırım, marka, prestij, vergi muafiyetlerinde billurlaşan sermaye birikim alanında tutulur.

Sermaye ve sanat ilişkisinin, farklı düzey ve yoğunlukları, gözden kaçırmamamız gereken tarihsel, toplumsal, uzam-zamansal boyutları olsa da bu yazının sınırları içinde kabaca iki konum ve her ikisinin de kamusallık fikrini ve kamusal bilgi üretimini dışlayan tekelci yapıda ortaklıklarının izini sürmek daha makul görünüyor. Sermayenin sanatından bahsettiğimizde çok da yanlış olmayan bir indirgemeye baş vurmuş oluyoruz. Tarihsel olarak Batı burjuvazisinin, sanatı iktidar-kamu ilişkisinde bir meşruiyet zemini olarak araçsallaştırdığı düşünülebilir. Oysa Türkiye Batılılaşma/ modernizasyon sürecinde sanatı toplumu sıfırdan kurmak gibi imkansız bir projenin teknik aracına indirgemiştir. Bugün bir yanda yücenin estetiği ile post-sanat formlarını yapısına dahil eden ve kendi sınıfsal kültürünü sadece seçilmişlerin kamusallığı fikrinde temellendiren Koç, Eczacıbaşı, Sabancı koleksiyon, müze, sponsorluk kurumlaşması var. Diğer yanda ise AKP iktidarının türedi zenginliğinden sermaye gücüne dönüşen güçler var. İlk grup için bir sanat ilişkisinden söz edebilsek de ikinci grup açıkça kendi postmodern içeriksizliğini Osmanlı’nın pastişi ile giderme çabasındadır. Gözden kaçırdıkları ise Osmanlı’nın yüksek sanatla kurduğu ilişkinin niteliğidir. Cumhuriyetin seçkinci sanatını yok etmeye soyunanların hamlesi Osmanlı’yı yok etmek olmuştur. Bir boş taklit ve kitsch dahi diyemeyeceğimiz zevksizlik sıvasıdır markalaştırdıkları.

İkinci düzey; sanatsal yaratım-üretim süreçlerinin özerkliği gibi varoluşsal bir koşulun kapitalist toplumda aynı zamanda bağımlılık koşulu olması. İster kamusal hizmet, ister kitleleşmeye karşı bir manifesto olsun, var olmanın koşulu üretimin özerkliğinden geçer. Bu açıdan baktığımızda sanatın bir cumhuriyet projesi olarak kamuyu eğitme işlevi günümüzde iki eksende işlevsiz hale getirilmiştir. Neoliberal-neomuhafazakar küresel sermaye, sanatı yatırım/vergi formülasyonuna hapsederken, kamusalın mekansal, politik imhası sanatı hazcı bir tüketim eksenine taşımaktadır. İkinci eksen ise popüler kültürün zevksiz rastlantısallığını üreten kültür endüstrisinin hegemonik gücü tarafından belirlenir. Yüksek sanatın giriş fiyatını ödeyemeyenler için AVM Disneyland’ı hazırda tutulur.

Üçüncü düzey; sanatı sermayeye tabi olmaktan kurtaracak kamusallık fikri ve küresel kapitalizmle mücadelede kurucu eylemi örgütleyecek özne sorunudur. Ki bugün için acil ve öncelikli olan da bu düzeyde açığa çıkan direniş ufku sorunudur. Devlet yardımı ya da sponsorluk mecrasında zorunlu ikamete zorlanan estetik kim için, kiminle konuşarak, hangi formda mücadele edecek? Sanatın ve sanatsal üretimin toplumsallaşma biçim ve koşullarını oluşturmadığımız sürece sermaye karşısında dert de özelleşir ve yalnızlaşır. David Harvey’in sorusu geliyor akla: Zihnin cesareti nereden gelecek?

SANATÇI, EMEK SÜRECİNİN NERESİNDE DURUYOR?

Tüm bu düzeyleri kesen emek sorunu da küresel mücadelede yerini alacak sanat için ivediliğini korumaktadır. Ürün ya da performans olarak sanatın değerlenmesi, yürürlükte olan iş bölümünce belirlenir ve dünyaya söylenecek sözü olanla ol(a)mayanı ayırarak kamusallığın hücresini yeniden örer. Neoliberal geç kapitalist küresel dünya, sanatın toplumsal değerinin güçten düşürüldüğü ancak finansal kaynak olarak pazarda değer kazandığı bir dünyadır. Finans kapital ve devletle kurduğu ilişkinin finansal boyutuna ek olarak, sermaye birikim ve piyasa süreçlerinin cazip ve meşrulaştırıcı imajını oluşturmaktaki işlevselliği ile sanat özerk bir tartışma alanı mı gerçekten? Metalaşma ve prekarya tanımı içinde sanatçı, emek sürecinin neresinde duruyor?

Sanat ve sermaye ilişkisi bu sayfanın sınırlarını çok aşan bir tarihsel tartışma zemini. Sözü bir tanıklığın ürpertisi ile noktalayalım o zaman…“Açıkçası yakın zaman önce Çin’e gidince ve ülkenize gelince yaptığım işin global boyutta anlamını ve kıymetini daha net anladım. Biz orada bir dünya kuruyoruz, hikaye anlatıyoruz ve bu bütün dünyada kendine bir yol buluyor, asıl büyülü olan da bu.”  Alıntı yaptığım isim Lost ve Prison Break gibi dizilerin yapımcı ve yönetmenliğini üstlenmiş; sektörün harika çocuğu kıvamına gelmiş B. Roth… Meseleye sermayenin açlığı tarafından bakmak için iyi bir örnek olay olduğunu düşünüyorum.

Bu cümlelerin havada uçuştuğu toplantıda ben de vardım. Filinta dizisine birkaç bölümlük el atsın için çağırılan Roth, dizinin lansmanı için de sağlam bir vitrindi. 2014 ekiminde yapılan bu toplantı benim için çok öğretici oldu ve kültürün endüstrileşmesinin ve sermayenin yatırım alanı olarak ön plana çıkmasının nedenlerine dair düşünürken mevcut iktidarın hegemonya kurma çabasının vahşiliğine de birinci elden tanıklık etmiş oldum. Toplantının harika bir özeti Roth’un cümlesini alıntıladığım haberde var, okumanızı öneririm. Benim o güne dair fazladan hatırladığım şey; senarist, yönetmen, yapımcı, oyuncu herkesin, Osmanlığı içeriğini markalaştırma sürecinde iktidara yakın olur ve söz dinlerlerse kazanacakları doğrultusunda kürsüden verilen gözdağı ve tüm sektörün set-teknik-ön ve son çalışmalarında yer alan emek sahiplerine “yan sanayi” diyen bir dernek başkanıydı. Sadece iyi niyetli parlak çocuğun büyü sandığı şeyin bizzat sermayenin mantığı, yani kapitalizm olduğunu ekleyelim.

Sopanın varlığında havuç bile lüks görülür…


*Jameson, F. Kültürel Dönemeç, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005, s.148.

ÖNCEKİ HABER

Çorlulu işçiler, "Fabrikalar 1 Mayıs alanı olacak" diyor

SONRAKİ HABER

Kuşatma altında sanat

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa