Tarihle yüzleşmek bağlamında ‘Ermeni Soykırımı’ çalışmak
Gazeteci Adnan Genç, Ermenistan ziyaretleri sırasındaki izlenimlerini ve anılarını soykırımın 106. yıl dönümü dolayısıyla yazdı.
Hem Türkiye’den hem de dünyanın dört bir yöresinden ziyaret edilen Vakıflıköy. Biliyorsunuz, bu köy nüfusu tamamen Ermeni yurttaşlarımızdan oluşuyor ve Hatay’ın Samandağ ilçesinde | Kaynak: Adnan Genç
Adnan GENÇ
Bugünlerdeki gibi gene şekerden mustarip olarak birkaç şehri gezmeye başladık, proje arkadaşlarımızla. Neredeyse köy köy gezip (bir çeşit tarihe tanıklık) röportajları yapıyoruz… Gene hayli dramatik karşılaşmalar olmuştu. Ermenistan’dayız ve soykırımın izlerini takip ediyoruz. Soykırımı bu yıl anılarım üzerinden anmaya çalışacağım.
Yolda iyice halsiz kalmışım, elim ayağım tutmaz halde anlayacağınız. Henüz yeni şeker hastasıyım ve doktorum günde üç kez şu ölçü yap dediği için şeker ölçüm cihazım da henüz yok… Başkente bir taksi ile önce otele geldim, sonra da hastaneye gideceğim güya. Arkadaşlarım otel odasına bir hekim getirdi. Pek çok Ermeni (ki, tamamına yakını Anadolu kökenli) tertemiz Türkçe konuşabiliyor. Doktor şekerimi ölçtü ve ‘Yahu arkadaş, 47 olmuşsun’ deyip, bir şeker verdi ve ‘Duruma göre serum da bağlarız’ dedi. Meğer hekim ceza alacağı kesinleşince, önce Gürcistan’a sonra da Ermenistan’a yerleşmiş. Gezi direnişinde gönüllü doktorluk yapmış bir dostumuz. Yerevan’da devlet hastanesinde Suriyeli bir cerrahla birlikte çalışıyorlarmış ve gene devlet üniversitesinde ders veriyormuş. Yani iki yıl kadar bir sürede dil öğrenmiş.
Gelelim, dramatik olayımıza. Dünya Ermenileri’nin dini başkenti olan Echmiadzin’deyiz. Koca bir kasaba ama her tarafı kilise ve ruhbanlara, öğrencilere hizmet veren bir belde. Ana kilisede de pazar ayini var. Kapıda ‘Anneannem’in yaratıcısı Avukat Fethiye Çetin ve Ayşe Gül Altınay ile birlikte, Torunlar kitabıyla birlikte iki olağanüstü kitap yayımlayan dostlarımız, ‘Sofranız Şen Olsun’ adlı şahane kitabın yazarı Takuhi Tovmasyan ve bir yerel gazeteciyle ben varım. Epeyce yaşlı bir amca geldi ve konuşmalara kulak verdi. Hemen yamacındayım. “Amca anlıyor musun” dedim. Bana bakmadan “Turkeren” dedi. Yani ‘Türkçe konuşuyorsunuz ve ben de anlıyorum’ anlamında bir sözcük… Ben hemen atıldım ve Takuhi Hanıma, “Aman abla, İstanbul’dan geldik. Barış güverciniyiz de” falan diye gevelerken; adamcağız “Ammann, ammann” deyip, yavaşça uzaklaştı ve kilisenin duvarına dayanarak bir cigara yaktı… Öyle ya, Ermenilerin dini başkentine Türkler gelmiş ve ana dillerinde konuşuyorlar üstelik. İnanamamıştı…
Yerevan Belediyesi’nin Kültür Müdürü ve Başkan Yardımcısı bize kır evinde bir yemek veriyor. Bahçede son derece zengin bir sofra ve etrafında hasır tabureler… Oturduk, şarkılar türküler derken, özel muhabbetler de başladı. Aslan Aslanyan isimli bir yazar, “Söyle bakalım, bizim kaç anadilimiz var” dedi. “Muhtemel ki, Rusça ve Ermenice” dedim. “Bilemedin” dedi ve ekledi: “Biz Anadoluluyuz… Evimizde Türkçe, sokakta Ermenice konuşuruz” deyince gözlerim hemencecik yaşardı ve yutkundum. Yazarın babası bile soykırım günlerinde yokken; bu büyük acının travmasını hâlâ yaşamalarına karşın, köklerini unutmamak için özel bir gayret gösterdiklerini görmek çok dramatik bir andı.
ERİVAN TEMASLARIMIZ
2015’te soykırımın 100. yılında galiba 12. kez Yerevan’a gitmiş oldum. Birkaçını da 24 Nisan Soykırım Anmaları’na denk getirmiştim.
Her seferinde gazetecilik yapmadım; bilmezsiniz muhtemelen, sözleşilmiş randevulara uymak, ha bire söyleşi yapmak; anında çıkan kimi ilişkileri de gazetecilik faaliyetine katmak, hayli yorucudur ve dikkat ister.
Bu kez hem 24 Nisan için Ermenistan’a gittim hem de o zamanlar üyesi olduğum Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP) heyetine dahil oldum. Programda bir de panel vardı. Eski milletvekili ve akademisyen Ufuk Uras ve Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı (ve gene o zamanlar Tarih Vakfı Başkanı) Prof. Bülent Bilmez ile birlikte bir panele katıldık. Bizimle birlikte gelen serbest gazeteci Hrant Kasparyan da “İstanbul’da Ermeniler ve Günlük Hayat” başlıklı bir konuşma yaptı. Bizi davet eden Batı Ermenleri Ulusal Kongresi’nin Yürütme Kurulu Eş Başkanı Garen Mikaelyan (Moskova), Prof. Vahan Melikyan, Sevak Artsruni, Harutyun Marutyan (Paris) ve arkadaşım Prof. Ruben Melkonyan konuşmalar yaptı. Açılış konuşmasını ise Müreffeh Ermenistan Partisi Milletvekili Aragats Akhoyan yaptı. Kamuya açık olmayan bir toplantıydı ve özel davetli 70 kişiye konuştuk…
Enteresan ve kolaylaştırıcı bir yöntem olarak asıl toplantımızın başlama saatinden birkaç saat önce basınla buluştuk. Toplantının tümünü izleyemeyecek olan medya için yapılan bir basın toplantısıydı bu ve hep yapılırmış. Bence yararlı bir yöntem ve zaten verimli de oldu. 10 kamera ve 30 kadar genç gazeteci bizi izledi ve sorular sordu. Pek çok soru vardı ama iki ülke halkı arasındaki ilişkinin hayli kopuk olduğunun bir göstergesi olarak en çok şu soru geldi: “Buraya gelip, soykırım olduğunu savunmaktan çekinmediniz mi; dönünce size bir şey olur mu?” Kahramanlar olmadığımızı; demokrasi mücadelesinin, önce bilinç işi olduğunu, sonra mücadele olduğunu anlattık. Sonrasında asıl toplantıya da 10 kadar gazeteci geldi ve 6 saat süren üç bölümlü toplantımızı izledi.
Not alabildiğim kadarıyla, toplantımıza Anayasa Mahkemesi Yüksek Yargıçları, Kültür Bakanlığı ve Diaspora Bakanlığı temsilcileri (nedense Dışişleri Bakanlığı temsilcileri yoktu), iktidardaki Cumhuriyetçi Parti, Hukuk Ülkesi Partisi, Miras Partisi ve ana muhalefet partisi Müreffeh Ermenistan Partisi temsilcileri de katıldı. Biz, ayrıca Taşnak Partisi’nin araştırma merkezini ziyaret edip Uluslararası İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Giro Manoyan’la görüşmeler yaptık. Ayrıca toplantımıza gelemediği için, Dayanışma Partisi Genel Başkanı ile de ayrıca buluştuk ve ilişkileri sürdürme ve geliştirme kararı aldık.
Ziyaretlerimizi Batı Ermenistan Araştırma Merkezi direktörü Haykazun Alvrtsyan ile ve sevgili dostum tarihçi Meline Anumyan ile de sürdürdük. Bu arada heyetimiz ayrı ayrı görüşmeler ve röportajlar da yaptı. Soykırım Anıtı’nda 10 kadar canlı yayına çıktık. Birkaç TV’nin stüdyosunda canlı yayınlara çıktık ve gazetecilerle röportajlar yaptık. Toplamı 50’yi buldu. Akşam otelde TV’lerde kendimizi izleyip durduk.
Temaslarımız sırasında; konuşma yaptığımız yerde ve doğrusu başta biraz ürkerek çıktığımız sokaklarda sadece sevgi ve muhabbetle karşılaştık. Toplantımızı bir küçük AVM’nin bu işlerle ilgili bir şirketin kiraladığı küçük sayılabilecek bir salonda yaptık. Koridorları gezen alışveriş yapmaya çıkmış yaşlıca hanım da çağrılı olmadığı halde içeri süzülüvermiş. Bizim ‘Gelin yahu’ dediğimiz, iki Hopalı tüccar ve şoför arkadaşımız gibi. Bülent Hoca, “Bu soykırımı, değil 100 yıl, 200 yıl geçse bile unutmayacağız, unutturmayacağız” diye bitirdiğinde alkış koptu. Toplantı sırasında bizi izleyen bir kadın yanındakilere “Niye, bu Türkleri alkışlıyorsunuz?” demiş. Yanlarında oturan iki Hemşinli konuşmayı tabii anlamışlar ama sadece gülümsemişler. Toplantı arasında bu hanım yanımıza geldi, bizi öperek kutladı. “Böyle konuşmalar yapabilecek Türkler olacağını sanmazdım, sizi kutluyorum” deyip ağlamaya durdu.
Değişim sağlamak aynı zamanda vicdanlara da seslenmekten geçiyor. Sokakları da azıcık anlatmalıyım. Öncelikle Soykırım Anıtı’nı yazayım. Bir başka vekil arkadaşımızı bekliyorduk. Yüz binlerce insandan oluşan kalabalık, ellerinde çiçekleri ile vakur ve hüzün dolu bir edayla saygı geçişlerini yapıyordu önümüzden. Pek çoğu bizi (ve esasen Ufuk Hoca’yı) göstererek gülümsedi. Bazıları yanımıza gelip konuştu ve ağladı. Caddelerde de benzeri tepkiler aldık. Şahsen, 24 Nisan’ı içeren bir haftalık bir ziyaret sırasında sokaklarda bu kadar belirgin biçimde dolaşmayı uygun bulmazdım. Ama çekindiğim gibi de olmadı; zira, adeta pop yıldızı gibiydik, herkes tanıyordu bizi. Ve zaten onca yıldır da bu kenti ziyaretlerimde sadece sevgi ve anayurt özlemi gördüm.
Selamlaşmalar, yanımıza gelmeler ve kutlamalar hep sürdü. Hatta bir dini anıta gittik, pagan dönemden beri var olan Garni’ye gittik. İki genç aralarında konuşuyordu, “Ben bu adamı tanıyorum, gidip önden bakacağım” diyordu biri. Acele ile öne geçtiler ve Ufuk Hoca’ya sarıldılar. Meğer seçmenleriymiş bu İstanbul Ermenileri… Bizim için de hoş anılar oldu.
Yaptığımız temasların süreceğinden çok eminiz. Hocalarımız ve benim eskiden gelen ilişkilerim nedeniyle; karşılıklı sergiler, turneler ve toplantılarla karşılıklı temaslar sürecek. Planladığımız konuları söyleyemeyeceğim, çünkü uğuru kaçıyor ve olmuyor. Öyle valla…
Köy evlerinde krallar gibi ağırlandık. Sevgili Samwel ve eşi Anuş, Davit, Manuk, Garo (Emin), Anna, Gayane, Sergey, Lusine, Rozan, Radik… Hepinize teşekkürle.
HER TEMAS BİR İZ BIRAKIR!
Almanya Dışişleri Bakanlığı için (bir tür soykırıma katılmayı itiraf ve özür için) bir proje yapmıştık. Dört ülkeden 50’ye yakın katılımcı ve muhtemelen kimi temaslar ve tarihle yüzleşme konuşmalarımızla birlikte 200 kişinin olduğu ve 3 yıl süren kocaman bir proje. Gezilerimizle eşzamanlı ve büyüyen bir sergisinin de yapıldığı bu çalışmanın notlarıyla bir dergi ve iki günlükçe kitabı yazılmıştı.
Gümrü’deyiz… Bir din kültürü evinde dört gün geçirdik. Pek çok buluşma ve aramızdaki özel yakınlaşma/tanı(ş)ma ve programlı başka toplandığımız bir yerdeyiz. İstanbul Patrik seçimlerinde de adaylığı konuşan (rahmetli dostum) Sebuh Çulcuyan ve Gümrü episkoposu var. İkisi de gayet güzel Türkçe konuşuyor. Hele, zaten Malatyalı olan Çulcuyan ve rahmetli arkadaşımız Hrant Dink’in doğduğu evin bir sokak arkasında büyümüş episkopos… Konuşma tarzı ve vurgularıyla aynı gibi…
Epeyce konuştular, sorular sorduk; fikrimizi paylaştık. Sonra Gümrü’de bir kilisenin büyük bahçesine kurulmuş sofrada ağırlandık. Tam karşıma düştüler. Zaten Çulcuyan’ı daha önceki gidişlerimden biliyorum. Gazetecilik dürtüsüyle epey soru sordum ama sonundaki sıcak havaya şunu sıkıştırıverdim. “Ermeni yurttaşı olabilmek için kilise vaftizi gerekiyor. Birinizden biri bu işi halletmez mi” dedim. Gülerek “Bunu ülkende halletmelisin” dediler. “Sonra tonla laf çıkıyor” diye de eklediler. Benzer bir olayı da editörlüğünü yaptığım İmroz isimli bir kitabın tanıtımın toplantılarından birinde İstanbul’da yaşadım; Ekümenik Patrik I. Bartholomeos’a da sormuştum ama kendim için değildi. “Yapmam evladım, git kendi kitabını bir daha oku deyip yolluyorum” demişti. Meğer koca din adamının yaptığını emniyet, din yaymaya çalışıyor diye takibe alıyormuş.
Gümrü’deki din kültürü evine dönelim. Episkoposların konuşmasından sonra bir değerlendirme toplantısı yaptık. 50 kişi falan var ve ortak dil İngilizce… Çalışmanın esası her iki ülkeden 10’ar genci bir tür eğitim çalışması içinde ortaklaştırmak. Ermeni gençlerden en genci ayağa kalktı ve “Dün ruhanilerimizi dinlemenizi izledim. Çok dikkatli ve saygılıydınız. Sorularınız da çok değerliydi. Bu kadarını beklemiyordum” diyerek ağlamaya başladı. Bizim kızlardan biri kalkıp, “Ona öyle demezler, gel bakayım buraya” diyerek yanına gitti ve kocaman sarıldı. Sonraki yarım saat boyunca herkes birbirine sarıldı ve aynı kız arkadaşımız, bahçede bana, “Abi, bunca sorumluluğu nasıl kaldıracağım bilemiyorum” dedi. Daha üçüncü günde kaynaşmışlardı.
Karşılıklı dil öğrenmeler; şarkılara eşlik ederken bir ara Gezi Parkı Direnişi’ne gönderme yapan Ermeni gençlerden biri “Nerdesin aşkım?” diyordu Türkçe ve kızlar topluca “Burdayım aşkım” diyordu.
Polisiye yazarı sevgili dostum Ahmet Ümit’in bir lafı var; “Her temas iz bırakır” diye… Gerçi bu lafın asıl olarak yazar Emrah Serbes’e ait olduğu da söyleniyor ya neyse. İnanın başlangıcından bu yana 7 yıl geçmesine karşın görüşme ve muhabbetler sürüyor. Hatta 3 genç Türkiye’de bir süre çalıştı ve çalışıyor. Yeni öğrendim, Mersin’de öğretmenlik yapan Ermeniz kızlardan biri, yerli bir gençle evleniyorlar bile bu ara.
Özel ve güzel bir anıyla bitireyim. Ağrı Dağı (Ararat) Ermeni halkı için özel kutsallıkla nitelenebilecek çok özgün bir öneme sahip. Gene davetli olduğumuz bir köy evinde uzun bir yemek yedik ve saat gece yarısını buldu. Her zamanki gibi, sofrada ve yamacında yok yok. Anlatmalıyım; bir kere koca koca tepsilerde parça et olarak peş peşe, domuz eti, tavuk ve balık geliyor… Çok sayıda meze, hiç durmadan yenilenen haliyle votka, rakı ve şarap şişelerle. Hatta bir düğüne davetliydim, su istedim. Salonda bulamadılar ve başka bir düğün salonundan getirdiler ve “Ahpar–Ağabey-, midemizde yer varsa niye su içek?” dedilerdi. Meyve tabakları da daha boşalmadan yenileniyor. Sanırım ve elbette her öğün böyle yemiyorlar. Neyse gecenin (ve tıkınmanın) sonu geldi, kalktık. Ve şehirdeki bir apartmanın 8. katına çıktık. En yakın dostlarımdan birinin vaftiz babasının evine gittik. Salona aldılar, hoş beş derken sofraya davet edildik. Aman, zaman derken gücendiler… Her birinden bir lokma tadımlık alsak, üç günlük yiyeceğimiz fazlasıyla çıkar. Büyük salonun köşegenlerinde yuvarlak büyük tabaklara çizilmiş 4 Ağrı Dağı figürü var. Yahu arkadaş, tamam seviyorsunuz ama niye bu yüksek tavanın tepesine yerleştirdiniz, boynum ağrıdı deyince; ev sahibi koluma girdi ve pencereye götürdü. Yerevan’da neredeyse her evden görülebilen (Hatta Zeytun semtinde kesinlikle sokakta dururken bile görülen) Ağrı Dağı’nı gösterdi. Uzakta olduğu için tam karşımızda duruyordu. “Bak görüyorsun, tam karşımızda; oysa biz ona saygımızdan baş eğmeliyiz” dedi. “Yukarıdan bakmak olmaz, aşağıdan yukarıya bakmalıyız” dedi… Benzer bir saygı sembol davranışını örneğin pagan tapınak Garni’de ve başka yerlerde gördüm. Yüksek basamaklarla zorlukla tırmanıyorsunuz. Meğer çıkabilmek için başınızı öne eğiyor ve ağırlık noktanızı değiştiriyorsunuz, sonra da bedenin tamamını bir hamlede yukarı alıyorsunuz. Kendiliğinden bir selamlama hali doğuyor.
KANATLARI GÜMÜŞ, YAVRU BİR KUŞ…
Son 12 yıldır, yılda en az bir kez Ermenistan’ı ziyaret ederim. Kimi zaman gazetecilik yapmak üzere; dolaşır ve yazdıklarımdan ödül de almış olarak röportajlar yaparım. Kimi zaman siyasi ziyaretler yaparım ve karşılıklı görüşmeler içinde olurum ve elbette en sahici ve kalıcı olanı da Almanya Dışişleri Bakanlığı adına yaptığım(ız), Ermeni Soykırımı konulu ve uzun soluklu proje nedeniyle… Defalarca gitmişliğim vardır.
Bir keresinde ve bir yaz günü Serdarabad’a bir etnografik müzeyi gezmeye gittik. Sanırım Kadim Ermeni halkının çektiği çileleri de işaret etmek üzere; girişte bulunan ve yüz metre kadar yürümemiz gereken anıt bizi karşıladı. Hayli yüksek basamakları tırmanan arkadaşımı izlerken fark ettim ve yanımızdaki dostlarımıza sordum. Evet, bu tür basamaklar benzer yerlerde hep olurmuş; yani, tırmanması biraz zor, yüksek basamaklar. Garni’deki pagan tapınağında da görmüştüm. Adımınızı atıyorsunuz ama bedeni hemen yukarı çekmek kolay olamayabiliyor. Başınızı öne eğip, ağırlık merkezini değiştirerek güçlü bir hamlede, diğer basamağın önüne varabiliyorsunuz. Anlayacağınız bir biçimde ‘zorunlu saygı hareketi’. Pek akılcı bulduk.
Gene uzunca bir yürüyüşle, hayli geniş ve üzeri değişik figürlerle bezeli bir kapıdan içeri girip gene yüz metre kadar daha yürüyüp ana binaya ulaşabiliyorsunuz. Salondan salona geçerken sanat tarihçisi olduğunu öğrendiğimiz iyice yaşlı hanımlar oturdukları sandalyelerden kalkıp ışıkları yakıyor ve istersek de yaklaşıp bilgi veriyorlar. İstemezseniz öteki salona geçerken ışıkları söndürüyor ve içerideki aydınlık ortamı hüzün dolu bir sessizliğe dönüştürüyorlar. Her salonda böyle.
Ziyaretimizi bitirdik ve şimdi pek hatırlayamıyorum ama sanki bir ‘shop’ da yoktu. Yolları aşınca çıkışında bir kenarında minnacık ve gene epeyce yaşlı bir adamcağızın, o güneşin altında başını eğmiş halde bir işporta tezgahını beklediğini gördük. Yanaştık. Müze ile ilgili kartpostallar, dini sembollerin olduğu küçük bir tezgah… Aramızda konuşurken amca canlandı ve ‘Türkeren?’ dedi. Aslında bir soru değil, “Ben dilinizi biliyorum, siz Türkçe konuşuyorsunuz” demek istedi sanki. Biz de bütün sevimliliğimizle, “Evet, sepet. İstanbul’dan falan geldik” derken, amca ayağa kalktı ve bir ulusal marş okur gibi; yüzü apaydınlık ve tertemiz bir Türkçe ile şu şarkıyı okumaya başladı: “Kanadı gümüş, yavru bir kuş…” Ezgiyi biliyorduk; Mes’ud Cemil’in bestesi ve Nâzım Hikmet’in sözleriyle hayli dokunaklı da bir şarkı. Şarkı bitti ve amca iskemlesine yavaşça çöküp o parlak gözlerini önüne dikti. Bizler de gözlerimizde damlalar, uzaklaştık…