1 Mayıs ve sendikal bölünmüşlük!
Tüm Bel- Sen Antalya Şube Başkanı İlhan Karakurt yazdı: Sendika olma özelliğimizi işyeri ve işyerindeki emekçilerden uzaklaştıkça kaybettik.
Fotoğraf: Evrensel
İlhan KARAKURT
Tüm Bel- Sen Antalya Şube Başkanı
2021 yılı 1 Mayıs’ı birçok engellemeye rağmen erken de olsa pandemi ve yasakların gölgesinde kutlandı. Elbette pandemiye bağlı sınırlama ve yasaklamalar bir süre sonra bitecektir. Fakat, sendikal ‘bölünmüşlük ve rekabet’, öncesi de olmak üzere 2021 yılı 1 Mayıs’ı ve sonrası için daha büyük bir ‘tehlike’ olarak varlığını sürdürecektir maalesef.
Her 1 Mayıs gibi, 2021 yılı 1 Mayıs’ı da sadece hükümetin ve patronların değil, aynı zamanda sendikaların varlığı üzerine de bir fener tuttu. Görünen tabloyu kısaca belirtmek gerekirse, patronlar ve AKP hükümeti pandemiyi de fırsata çevirerek, işçi ve emekçileri daha yoksullaştırırken, milyonlarca asgari ücretliyi ise açlık sınırının altında bir ücrete mahkum etti! Fakat, aynı hükümetin; destek paketleri, vergi indirimleri, teşvik ve karşılıksız kredi ve sağlanan destek uygulamaları ile bütçenin büyük bir bölümünü sermayeye kaynak olarak aktardığına da tanık olduk.
İşçi ve emekçiler için durum bu kadar vahim iken, her bir iş kolunda; üyeleri adına daha iyi bir ücret ve insanca yaşama ve çalışma koşullarını sağlamak için kurulduklarını söyleyen sendikaların temel ve acil taleplerin karşılanması için bir araya gelerek ortak hareket etmek yerine birbirleri ile rekabete girmeleri ise üyelerine karşı asli görev ve sorumluluklarını yerine getirmekten ne kadar çok uzak bir noktada durduklarını göstermektedir.
‘SENDİKALAR, MÜCADELE VE GELECEK UMUDU’
Pandemi sürecinde işçi ve emekçileri sadece virüs öldürmüyor, sendikal rekabet ve bölünmüşlüğe bağlı olarak hayat bulan sarı, iş birlikçi, bürokratik, yandaş ve sendikaları sendika olmaktan çıkararak toplumsal hareketin merkezi haline dönüştürmek isteyen yapılar, mevcut pratikleriyle de temsil ettikleri kesimin birlik, dayanışma, mücadele ve gelecek umudunu öldürmektedir.
Peki, neden böyle oluyor? Bu vahim durum için birçok neden ya da gerekçe saymak mümkündür. Ama bunların en başında sendikanın varlık nedeni ve tarifinin bozuşturulması gelmektedir. Sade ve öz bir şekilde ifade etmek gerekirse, sendikalar; “Tarihsel gelişim seyrine bağlı olarak işçilerin emekçilerin işverene karşı insanca yaşam ve çalışma koşullarını sağlayabilmek için kendi aralarındaki rekabete son vererek kurdukları birlik, dayanışma ve mücadele örgütünden başka bir şey değildir.”
Elbette ki bu tarif; sendikaların sadece ve sadece yukarıda belirtilen aslı görevlerini yerine getirebilmesi açısından bile ülkemizdeki ve dünyadaki ekonomik ve siyasi gelişmelere bağlı olarak emek, demokrasi ve siyasal özgürlükler mücadelesinin bir parçası olması gerektiği/gerekeceği gerçeğini hiçbir zaman yadsımaz!
Ama, ülkemizdeki ve dünyadaki pratik hiç de böyle olmamaktadır. Devlet ve hükümet yandaşı sendikalar da dahil olmak üzere ‘siyasetten’ anlaşılan dar, grupçu kıyafetlerin sendikalara giydirilmesi olmaktadır. Mevcut haliyle tarif edersek, sendika yöneticileri, bir partinin ya da işveren konumundaki belediye başkanının gölgesinde kalarak, sendikaları kendi kişisel ekonomik ve siyasi çıkarları için bir basamak olarak kullanmaktalar. Dolayısıyla da sendikalar yöneticilerin ekonomik ve siyasi rant aracına dönüşmektedir. Ya da bu bozuşturulan sendikal tarif ve yapının karşıtı gibi gözükse de (Aslında bu madalyonun öbür yüzü olan) sendikaların asli görevlerini ‘pas’ geçerek, genel geçer bir toplumsal hareket merkezine dönüştürülmek istenmesi de sonuçları itibarıyla aynı kapıya çıkmaktadır. Her iki akımın pratiği sendika, üyelik ve mücadele arasındaki ilişki ve anlam bütünlüğünü bozuşturarak örgütlü olmak fikrini değersizleştirilmektedir.
Siyasi iktidarın varlığını sürdürebilmek için başkaca uygulamalarla birlikte toplumsal bölünmüşlük ve kutuplaştırma üzerinden politika geliştirdiği bilinen bir gerçekliktir. Mevcut sendikaların yöneticileri de geniş ve dar anlamda ‘sendikal iktidar’ olabilmek/kalabilmek için sendikal bölünmüşlük ve rekabetten beslenerek bu durumu meşrulaştırmaya özel bir önem verdiklerinin ise başka bir gerçeklik olduğunu söylemeliyiz.
YOL BELLİ: İŞYERLERİNE YÖNELMEK
Geçen yıllarda olduğu gibi 2021 yılı 1 Mayıs’ı da bu tespitin en somut ifadesi olarak karşımızda durmaktadır. İşçi sendikası olarak; Türk-İş, Hak-İş, DİSK, kamu emekçileri sendikası olarak, Memur-Sen, Kamu-Sen, KESK, Birleşik Kamu-İş’in malum pandemi koşullarında kutlanacak olan 1 Mayıs’ta bile işçi ve emekçilerin somut, acil ve hayati önemdeki taleplerini sadece ve sadece ifade edebilmek için bile olsa birlikte, ortak bir açıklama yapmak yerine ayrı ayrı yer ve zamanlarda ‘kutlama’ yapmayı tercih etmeleri, nedenleri ile birlikte ortaya acı ama katlanılamaz bir sonuç çıkarmıştır.
Bu sonucun farkında olarak, “Tepe üstü duran sendikalarımızı emekçiler için bölünme ve rekabet örgütü olmaktan çıkarıp, ayakları üstüne dikmek ve yeniden birlik, dayanışma ve mücadele örgütü haline getirmek sorumluluğu” tartışmasız en başat görev iddiasında olanların gözünün önünde durmaktadır. Bu görevi yerine getirebilmek için de yeni ‘dogmalara’, derin analizlere ve sistematik basın bültenlerine gerek yoktur. Sendikal alanın tüm ‘firavunlarına’ karşı ‘topal karınca’ olabilmenin yolu sendikaların ana rahmi olan işyerlerine dönmekten geçmektedir.
Şöyle ki; sendikal rekabet ve bölünmüşlüğün varlığı ve sonuçlarının bütün olumsuz etkileri yukarılardaki yönetim kademelerince meşrulaştırıldığı ve varlık nedeni haline getirildiği için, buralarda daha çok hissedilirken, aşağılara, yani ortak dertleri ve talepleri olan işçi ve emekçilerin yan yana ve iç içe yaşadığı işyerlerine inildikçe bu rekabet ve bölünmüşlüğün ortadan kalktığı, anlamsız ve etkisiz hale geldiği çıplak gözle görülmektedir.
Bu yalın gerçeklik, “Sadece 1 Mayıs için değil, sistemin ve burjuvazinin bir ‘tuzağı’ olan sendikal rekabet ve bölünmüşlüğün yıkıcı etkisini kırmak ve sendikaları yeniden işçilerin-emekçilerin örgütü haline dönüştürmek ve sermayeye karşı yeniden güç ve moral üstünlüğünü elde ederek insanca bir yaşam ve çalışma koşullarını kazanabilmek için ve de demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesinde yeni mevziler kazanabilmek için de işyerlerindeki işçilerin-emekçilerin varlığını esas almayı şart koşmaktadır”.
Daha açık söylemek gerekirse; sendikaların ana rahmi işyerleridir. Sendikaların doğduğu, büyüdüğü, geliştiği, güçlendiği ve birliğinin sağlandığı yer yine işyerleridir. Bugün KESK’e bağlı sendikalar içinde bulundukları ve içine girdikleri sendikal bölünmüşlük ve rekabetin yıkıcı sonuçlarından kurtulmak ve yitirdikleri mevzileri yeniden kazanmak, güçlenmek, büyümek ve yaşamın her alanında etkili olmak istiyorlarsa, yapılacak yegane şey; “Uzaklaştıkça, arasına mesafe koydukça ve işçilerin-emekçilerin iradesine karşı suni-yapay organlar ürettikçe kaybettiği yer olan işyerlerine ve işyerlerindeki emekçilere yeniden ve yeniden dönmek ve onlara bir kez değil bin kez daha kulak vermektir.”
Çünkü sadece sendikalarımızın içerisine düştüğümüz bu vahim durumdan çıkış yolunu bulmak için bile olsa onlardan öğreneceğimiz çok şey olduğu aşikardır. Dolayısıyla da mevcut sendikal bölünmüşlük ve rekabeti etkisiz hale getirip ortadan kaldırmadıkça hiçbir sendika, işçiler ve emekçilerin şahsında sendika olma özelliğini tam olarak ve layığıyla hak etmeyecektir! Çünkü; sendika olma özelliğimizi işyeri ve işyerindeki emekçilerden uzaklaştıkça kaybettik. Yeniden sendika olma özelliğini kazanmak istiyorsak bunun da yolu bellidir. Dünya sınıflar mücadelesi tarihi ve bilimi bu durum için ‘yeni’ ve başka bir ‘yasa’ öngörmemektedir. Sözümüz herkese! İsteyen alınsın üstüne! En azından safınız/safımız belli olsun!