Yazar Onur Çalı: Kendimize bir oyun bulmak, oyun kurmak zorundayız
Hakan Güngör, Vedat Günyol Genç Deneme Yazarı Ödülü’nü kazanan Onur Çalı'yla konuştu.
Fotoğraf: Onur Çalı'nın kişisel arşivinden alınmıştır
Hakan GÜNGÖR
Pandemi koşullarının ve popüler kitaplar üzerinden yürütülen tartışmaların yarattığı hengamede kaybolup gitmesin istediğim bir kitap var. Yazar Onur Çalı, “Sonra Hayat” adlı dosyasıyla önce Vedat Günyol Genç Deneme Yazarı Ödülü’nü aldı, ardından Alakarga etiketiyle yayımlandı.
Onur Çalı, edebiyatı hayatın merkezine oturtmuş, üstelik bunun bir yaşam ve oyun alanı olduğunu fark etmiş bir isim; titizliği ve yelpazesinin genişliği de bundan olsa gerek. Kitabı “Neden okumalı, neden yazmalıyız”a da yanıtlar veren bir okur deneyimi sağlıyor. Tüm bu nedenlerden dolayı, Onur Çalı’yla “Neyse ki edebiyat var” dedirten kitabını konuştuk…
Öncelikle gelen ödülden bahsedelim mi? Ne hissettin ödülü alınca?
Dosyamın ödüle değer görüldüğünü öğrendiğimde, ki bu 2020’nin şubat ayı oluyor, çok sevindim elbette. Vedat Günyol Deneme Ödülü sayesinde hem önemli bir yazın emekçisinin adı yaşatılmış oluyor hem de genç yazarlar teşvik ediliyor. Benim açımdan da böyle oldu. Sevincim hâlâ sürüyor.
Deneme kitabı okumayalı epey zaman olmuş gibi hissettim. Eğer bu sadece bana özgü bir durum değilse farkında olmadan denemeyi ikincil bir pozisyona neden sürüklüyoruz son zamanlarda sence?
Zaman zaman birtakım rakamlar yayımlanıyor gazetelerde, okuma oranlarından bahseden bu haberlerden öğreniyoruz ki bir Türk çeyrek Japon bile etmiyor. Nüfusa oranlandığında Türkiye’de “kitap okuyanlar” bir avuç insandan ibaret aslında. Bunun sosyoekonomik nedenleri var elbette. Okullarda çocuklara okuma sevgisi kazandırılamıyor. Bu da başka bir neden.
Edebiyat okuru ise daha da az. Türkiye’de edebiyat okuru sayısını tahmin etmek hiç zor değil. Edebiyat dergilerinin, usta yazarların kitaplarının satışlarına, baskı sayılarına bakarak kolayca çıkarımda bulunabiliriz. Dolayısıyla deneme ne yapsın? Sadece deneme değil, edebiyatın tüm türleri ikincil pozisyonda aslında.
Nitelikli denemenin yazara yüklediği bir “iyi okurluk ve güçlü hafıza” ödevi de var aslında. Bir yazı içinde verdiğin farklı referansları gördükçe sıkı bir okur olduğunu da gördüm. Bu konuda neler söylemek istersin?
Kendime sıkı bir okur diyemem, çünkü ucu bucağı yok okurluğun. Her zaman yetersiz hissedeceğiniz, “Yetişemiyorum” duygusuyla kıvranacağınız bir uğraş okurluk. Olsa olsa bazı yazarlara biraz daha yakından bakmışımdır, yazdıklarına mercek tutmuşumdur kendimce. Meraklıyımdır. Bir yazarın bahsettiği bir olayın izini başka yazarlarda sürmekten hoşlanırım. Bu da bahsettiğin üzere, bazı denemelerde birtakım paralelliklerin ve bağlantıların altını çizmeye götürmüştür beni. Sanat uzun, hayat kısa. Okumaya, hatırlamaya devam.
Kitabı okuyanlar daha iyi anlayacaktır, “Nedir”i bağlaç olarak kullanman aklıma Salâh Birsel’i getirdi. Hem sevdiğin hem de yerine gelince eleştirmekten çekinmediğin bir yazara küçük bir selam gibi hissediyorum her gördüğümde. Edebiyat yolculuğunda Salâh Birsel’in nasıl bir rolü var?
Edebiyatı, kurgu okumayı her zaman sevdim. Fakat Salâh Birsel’le tanıştıktan sonra sözcükleri de, denemeyi de daha çok sevmeye başladım. Salâh Birsel’i ana dilimde okuyabildiğim için kıvanç duyuyorum. Türkçenin Japon elmalarından biri o. Refik Halid, İlhan Berk, Nâzım Hikmet, Tomris Uyar da öyle. Okuduğum her yazarın az ya da çok üzerimde emeği var.
Kitapta farklı yazarların anıları, alıntıları, yorumları da eşlik ediyor bize. Ve fakat senin sesini bastırmıyor, sen onları kendi üslubuna ve anlatına dahil ediyorsun. Öte yandan kitabın dili ve üslubun epey övgü de aldı. İlk yazılarından itibaren sen kendi üslubunu nasıl değerlendiriyorsun? Neler değişti dünden bugüne?
Teşekkür ederim öncelikle. İlk yazılarım dediğimde 2008’e gitmem gerekir. İlk kez “ulusal” bir dergide (müstear bir isimle de olsa) yazımın ve ilk öykümün yayımlandığı tarih odur. Ve fakat yazmaya çalışan birçok kişide olduğu üzere, aslında neredeyse çocukluğa kadar giden bir süreç bu. Yazarlığın bir yanı da zanaat. Melih Cevdet, “Akan Zaman Duran Zaman” adlı kitabının bir yerinde “Yetenek, sabrın ve öz eleştirinin ürünü olmalı” diyor. Dolayısıyla yazdıkça, emek verdikçe, üzüldükçe, sevindikçe, ağlayıp güldükçe (yani yaşadıkça) gelişen bir süreç bu. Okudum, yazdım, yaşadım ve ortaya (şimdilik) böyle denemeler çıktı. Sonrasını yaşadıkça göreceğiz.
Kitapta birkaç yıl önce kendine “Niçin yazıyorum” diye sorduğunu belirtiyorsun. “Hiç kimsenin merak etmediği bu soruya türlü yanıtlar sıralamıştım” diyorsun. Soruyu genişleterek ve sahiden merak ederek sormak isterim. Yazmakta ve Parşömen Sanal Fanzin gibi sıkı bir yayını sürdürmekte, dahası bu süreklikte seni etkileyen şey ne?
Hayatımın merkezinde edebiyat var. Başka bir şey de olabilirdi. Bahsettiğin denemede onu diyorum zaten. Öleceğimizi bilerek yaşamak o kadar saçma ki bir şeyi mevzi edinmek, ona sığınmak ya da tutunmak iyi gelir insana. Dahası, başkalarına da iyi gelir belki. Oyuna ihtiyacımız var. Kendimize bir oyun bulmak, oyun kurmak zorundayız.
Pandemi sürecini nasıl geçiriyorsun? Tezgahta yeni çalışmalar var mı?
Dergilerde yayımladığım öyküler oluyor. Bir seçki hazırlıyorum, seçkiye davet ettiğim yazarların öyküleri geliyor yavaş yavaş, onun heyecanı var. Parşömen’de yazdığım Dünlük’leri sürdürüyorum. Yazmaya, okumaya çalışıyorum. Hayatta kalmaya çalışıyorum. Bu ülkede ne kadar olursa.