Salih Bolat: Düşünsel-poetik yazılar yazmayan bir şairi kolay içselleştiremiyorum
Şair ve Yazar Salih Bolat yeni kitabı Gittikçe Yakın’ı anlattı.
Salih Bolat | Fotoğraf: Kadir İncesu
Kadir İNCESU
Şair ve Yazar Salih Bolat’ın düşünsel ve poetik yazılarından oluşan “Gittikçe Yakın” adlı kitabı geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Varlık Yayınevi tarafından okurla buluşturulan kitapta Bolat; Behçet Necatigil, M. Cevdet Anday, Edip Cansever, Gülten Akın, Hasan Hüseyin, Behçet Aysan, küçük İskender, Oruç Aruoba, Hüseyin Ferhad, M. İlhan Erdost gibi isimleri mercek altına alıyor. Şiirin estetik ve kültürel arka planına dair tartışmalar yürütüyor.
Salih Bolat’la Gittikçe Yakın’ı konuştuk. Poetik metinlerin şairler açısından önemine dikkat çeken Bolat, “Düzyazı yazmayan, yani düşünsel-poetik yazılar yazmayan bir şaire pek fazla güvenemiyorum. O şairi kolay içselleştiremiyorum. Bir şair kültürlenme sürecini de okurla paylaşmalıdır” diyor.
Yeni çıkan kitabınız “Gittikçe Yakın”, üç yüz sayfa civarında, düzyazılardan oluşan oylumlu bir kitap. Şair kimliğinizi öne alarak sormak istiyorum: Bu kitap nasıl oluştu?
Gittikçe Yakın, birkaç yıl içinde dergilerde, gazetelerde yazdığım yazılardan oluşuyor. Kitap olarak yayımlanmayan yazılar pek fazla kalıcı olamıyor. Kitabın çıkmasını daha çok bu yaklaşımım motive etti. Kitapta yakın dönem şiir ortamına eleştirel bir müdahale diyebileceğim yazıların yanı sıra, gündelik-evrensel sorunsalları da kendimce kurcalıyorum.
Sizinle daha önceki bir söyleşimizde “İçinde yaşadığım somut ve soyut gerçekliği ancak şiirle ifade edebiliyorum,” demiştiniz. Yeni yayımlanan “Gittikçe Yakın” ve daha önceki yıllarda da “Duygusal Düşünceler” ve “İletişim ve Edebiyat” olmak üzere üç kitaplık düzyazı yazdığınızı görüyoruz. Bu bağlamda, düzyazının sizdeki karşılığı nedir?
Öncelikle söylemeliyim ki, düzyazı yazmayan, yani düşünsel-poetik yazılar yazmayan bir şaire pek fazla güvenemiyorum. O şairi kolay içselleştiremiyorum. Bir şair (Bunu bütün sanatçılar için söyleyebilirim) kültürlenme sürecini de okurla paylaşmalıdır. Bir şair şiir yazmakla, ortaya yeni bir gerçeklik koyar. Bu gerçeklik, yani şiir, duyularımızın dışında kalan anlamları tikelleştirerek duyu alanımızın içine çeker ve böylece şiir sayesinde yeniden üretebildiğimiz anlam olanaklarına kavuşuruz. Oysa kurmaca olan roman, öykü, oyun gibi sanat metinlerinin dışındaki deneme ve eleştiri gibi düşünsel düzyazılar gerçekliğe ait bilgiyi kavramlaştırır, düzenler, nesnelleştirir. Bir şairin bu tür yazılar yazması, bir bakıma onun şiirinin sağlamasıdır aslında. Onun yaratıcı faaliyetinin arka planıdır. Okur bu tür yazılar sayesinde şairin poetikasının arka planına tanıklık etme olanağı bulur.
Sanatçı, bazen ürettiği eserlerle, bazen de kişiliği ve yaşamıyla değerlendiriliyor. Sizce doğrusu hangisidir?
Bu belirttiğiniz ölçütlerin tümü de bir şairin, bir sanatçının değerlendirilmesinde tek başına eksik kalır. Sadece yapıtından yola çıkarak yapılan bir değerlendirme, örneğin o yapıtın ideolojik arka planını anlamamıza yetmeyebilir. O zaman yapıtın oluştuğu toplumsal, tarihsel, siyasal koşullara bakmamız gerekir. Eğer yapıtın ürettiği hayat projesini anlamak istiyorsak, sanatçının yaşamına bakmamız gerekebilir. Yapıtın ürettiği değerleri anlamak istiyorsak, sanatçının kişiliğine bakmamız gerekebilir. Zaten eleştirel yaklaşımlar da günümüzde standart ölçütlere karşıdır.
Herhangi bir yapıt “gerçek” değerine ne zaman ulaşır? Şiirin toplumdaki yansıması önemli midir şair için?
Bir yapıtın “gerçek” değerini bulacağı zamanı, sanırım kimse belirleyemez. Bir şiir, bütün diğer şiirlerin bir sonucudur. Bu nedenle onun değerini belirleyen yine şiir ortamıdır. Doğru, yeterli, özgür bir eleştiri ortamı, bir şiirin değerinin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Buna karşın, bir şiirin toplumdaki karşılığı, buna “popülaritesi” demek istiyorsanız, bu yanıltıcı olabilir. Yani yaygın olarak okunan bir şiir, her zaman “gerçek” olmayabilir. Bazı nedenlerle hiç okunmayan bir şiir de gerçek karşılığını süreç içinde bulabilir. Bu değer sorunu biraz da görecedir. Örneğin Borges’in kendi ülkesi Arjantin’de pek fazla okunmazken, İngiltere’de epey ünlü olduğunu biliyorum.
Şiirinizin başlangıçtan bugüne kadar yaşadığı değişimde neler etkili oldu?
Daha önceki bir konuşmamda da belirtmiştim, ilk kitabım “Yaşanan”, 1983 yılında yayımlandığında, 1980 faşist askeri darbesinin etkisi tüm yakıcılığıyla üzerimdeydi. O yıllarda bir genç şair olarak, duyarlılığımın bu yönde gelişmesi doğal karşılanmalı. Ne var ki o günlerde bu denli ağır bir yaşantıyı şiire taşıyacak yeterli poetik bilinç düzeyimden söz edemem. Bu nedenle, o dönemin toplumcu şairlerinden, özellikle 1940 kuşağı şairlerinden etkilenmelerle bir şiirsel üslup geliştirmeye çalıştığım doğrudur. Yani anlamın daha yüzeyde olduğu, anlamın görsel tasarımıyla, imgeyle söylemek yerine anlamın kendisiyle daha çok yazılan bir şiir… Şiirimde daha çok soyut ve genel bir dil egemendi. Ta ki üçüncü şiir kitabım “Sınır ve Sonsuz”daki şiirlerde kısmen somut ve tikel bir dili oluşturabildim. Bireyci ve bunalımcı bir burjuva diline yöneldiğimi öne sürenler oldu. Oysa ideolojik olarak baştan beri aynı çizgideydim. Tiyatro, mitoloji, tarih gibi söylem biçimlerinden de yararlanarak, onuncu şiir kitabım olan “Rüya Zamanı”na kadar geldim. İşte “Gittikçe Yakın” aslında şiirsel ilgilerime, kaynaklarıma yönlendirmesi açısından büyük ölçüde bu serüvenimin de açıklaması sayılabilir.
Edebiyatımızda bir “kuşak” sorunu mu var? Şair bireysel olarak mı daha anlamlı, değerlidir?
Böyle bir sorun yok. Ayrıca bu bence şiir içi bir konu değil ve bu konuyu sorun edinenler de gerçekte şiir dışı olanlar. Gerçi bir şeyi açıklayabilmek için şematize etmek, kategorilere ayırmak gerekli olabilir. Ama bunu yaparken doğru ölçütler ve uygun yöntemler kullanmak gerekir. Edebiyat tarihiyle ilgilenenler, süreç içinde ilerleyen şiiri de değerlendirebilmek için bazı kuşak tanımları yapıyorlar. İşte 1940 kuşağı, 1950 kuşağı gibi. Son yıllarda bir kuşak değerlendirmesi daha oluştu: 1980 kuşağı. Benim de içinde sayıldığım 1980 kuşağı, dil estetiğini önemseyen, okuyan, şiirin entelektüel bir etkinlik olduğunun farkında olan bir kuşak. Kendinden önceki şiir deneyimlerini (“1940 kuşağı”, “1950 kuşağı”) anlamaya çalışan, onlardan yararlanan bir kuşak. Antropolojik ilgiler, dinsel ve tinsel duyarlılıklar, imgesel arayışlar, marjinal ilgiler bu kuşağın özellikleri oldu. “1980 kuşağı” denilince, homojen bir yapılanma, bir manifesto çevresinde toplanma gibi bir hareket anlaşılmamalı. 1980 kuşağını oluşturan şairlerin hepsi de tek tek parlayan yıldızlar gibi, kendilerine özgü özellikleriyle şiirsel ilerleme kaydettiler.