Doç. Dr. Tolga Binbay: Salgında kaygıdan paranoyaya geçtik
Kaygı şudur, “Benim başıma bir şey mi gelecek?” Aşılarla birlikte bize çip takacaklar gibi bir söylenti de yayılmıştı. Kaygı “bana çip takacaklar”a döndüğünde paranoyaya dönüşür. Dönüştü de!
Fotoğraf: Kişisel arşiv
Serpil İLGÜN
İstanbul
Günde 60 binleri gören vakalar, 400’lere yaklaşan ölüm oranları, aşı var mı yok mu tartışmaları ve her gün genelgeleri yayınlanmaya devam eden kapanma kararıyla korona, hayatımızdaki ve zihnimizdeki varlığını sürdürüyor. İktidarın salgını yönetme biçimi, artan ekonomik sıkıntılarla birleşince kaygılarımız, endişelerimiz yoğunlaştı. Sevdiklerimize sarılmaktan, yan yana gelmekten nicedir yoksunuz. Kısıtlamalarla iş-ev, ya da sadece eve kilitlenen gündelik yaşamdaki telefonla sağlanan “sosyalleşme” görüşmeleri koronayla başlayıp koronayla bitiyor. “Aşı sırası geldi mi?” “Dünkü tabloyu gördün mü?”, “Hastanız iyileşti mi?” “Dışarı çıkabiliyor musun?” “Markete giderken çift maske tak!” “Benim çocuğun da huyu değişti!”… Uzmanların, koronayla ilgili bilimsel öngörüleri hem ilgi görüyor, hem ürkütüyor. Diğer taraftan iktidarın birbiriyle çelişen açıklama ve irasyonel uygulamaları, belirsizlik ve umutsuzluğu büyütüyor.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın açıkladığı “tam kapanma” yasaklarının birinci haftasını doldurmasını vesile ederek, Cumartesi Söyleşisi’nde bu hafta, “korona ve ruh sağlığımız” konusunu ele almak istedik. Maske tartışmasından aşı güvensizliğine, korona psikolojimizi nasıl etkiledi? Çocuktan yaşlıya toplumun büyük bölümünün duygu durumu nasıl hasarlar aldı? Bunda iktidar politikalarının rolü ne? Ve ne yaparsak bu hasarları azaltabiliriz?
9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Tolga Binbay yanıtladı.
Ülkemizde bir yılını geride bırakan Covid-19 nedeniyle kapanma süreçlerinden birini daha yaşıyoruz. Ancak, ne yasak ne değil tartışması hâlâ süren, ve tabii işçi ve emekçilerin yüzde 60’nın çalışmayı sürdürdüğü son 17 günlük kapanmaya dair bir psikiyatrist olarak görüşünüz ne?
“Kapanma, karantina” salgın hastalıklarda yüzyıllardır uygulanan bir yöntem. Burada kritik nokta şu, virüsün toplumda genel yayılımından önce bir kapanma yapmak gerekiyor. Türkiye gibi ülkelerde en başta kapanma yapılıp daha sonra da kontrollü bir açılma gerekiyordu. Salgını kontrol altına almak için. Ancak Türkiye bunu çeşitli gerekçelerle yapmadı. Şimdi yapılansa “tam kapanma” değil. İsmi böyle kondu ama karşılığı kapanma değil. Toplumun yüzde 60’ı için çeşitli kısıtlamalar getiren bir uygulama. Anladığımız kadarıyla buradaki hedef, mayıs sonuna kadar vaka sayısını 5 bine indirmek. Ama şubat ayına geri dönecek olursak, bu sayı zaten 5 bine düşmüştü. Mart ayındaki erken açılma kararıyla bu sayılar hızla arttı ve şimdi “tam kapanma” adı verilen bir kısıtlamalar uygulamasına geri dönüldü. Ama isimlendirme yanıltıcı.
Tam kapanma, kısmi kapanma, akşam 7’den sonra kapanma, hafta sonu kapanma, oraya gitmeyeceksin, şunu yapmayacaksın…. Bu değişken uygulamaları da içinde barındıran iktidarın salgını yönetme biçimi ruh sağlığımıza nasıl değiyor?
Öncelikle, dünyada da salgın ve salgına bağlı önlemlerin otoriterleşmenin önünü açtığına dair tartışmalar var. Yani, bu sadece Türkiye için geçerli değil, Örneğin Almanya’da da bu tartışılıyor, özel hayata müdahaleden tutun, devletin yetkililerinin arttırılmasına kadar. Türkiye’de otoriterleşmeye dair sinyaller yaklaşık 10 yıldır yaşanıyordu, salgın bu süreci iktidar için kolaylaştırmış görünüyor.
Bu uygulamaların psikiyatrik karşılıklarını konuşabilmek için tüm süreci üç döneme ayırabiliriz. Geçen yıl martla haziran arasında yaşadığımız dönem, sonra ekimle şubat arasında yaşadığımız dönem ve şimdi yaşadığımız dönem. Bu üç dalgaya tekabül eden, farklı uygulamalar oldu. Hatırlarsanız ilk dönemde 20 yaş altı ve 65 yaş üstü için bir kısıtlama vardı. Toplumun geri kalanı için ciddi bir kısıtlama yoktu. İkinci döneme bakarsak, AVM’ler açıldı ama okullar kapalı kaldı. Üçüncü dönemde ise, büyük kongrelerin, toplantıların olduğu mart ayından sonra hızlıca hemen hemen üretimin devam ettiği ancak üretim dışındaki her yerin kapanmasını gerektiren bir döneme girmiş olduk.
Bu dönemlerin psikolojik karşılıkları nasıl oldu?
İlk dönemin psikiyatrik karşılığı birkaç basamaklıydı. Bir kere çok yoğun bir kaygı vardı, “ne olacak, salgın nasıl gidecek, herkes hasta mı olacak, ölecek miyiz…?” gibi. İtalya örneği vardı o dönem: İtalya’da salgının kontrolden çıkmış hali, hızlı bir şekilde Türkiye dahil, tüm toplumlarda bir panik havası estirilmesi için bir zemin sağladı. Kaygı, tüm toplumu sarmıştı. Tabii o dönemde 65 yaş üstü ve 20 yaş altı için süreç daha zorlu geçti.
İkinci dönemse, aşı tartışmalarının da başladığı dönemdi. Hatta Sağlık Bakanı, “Tünelin ucunda ışık göründü, az daha sabır” dedi. Bu umut söylemiyle toplumun kaygıyla baş etmek için tutunacağı bir dal ortaya çıkmış oldu. Ama yılbaşından hemen sonra aşı meselesinin tam da günümüz dünyasının işleyişini dışa vuracak şekilde yürüyeceği ortaya çıktı. Neydi bu? Bir, parayı veren düdüğü çalar; iki, patent nedeniyle öyle her yerde üretim yapamazsınız; üç, aşıyla ilgili rekabet kıyasıya sürdü.
Aşı tartışmalarıyla birlikte bu dönemin kaygısı da biçim değiştirdi. Kaygıdan paranoyaya geçtiğimiz bir dönem yaşadık. Kaygı, otoriteden, yetkiliden gelen “güven verici” bilgilerle yatışır. Detaylı bilgilerden bahsetmiyorum, yeterli, güvenilir bilgi. Halbuki, biz o dönem ülkece şöyle de bir şok yaşamıştık: her gün açıklanan sayıların toplam hasta sayısı olmadığı ortaya çıktı. Zaten “sayılara güvenilmez, ölümler saklanıyor” gibi kaygıyı arttıran söylentiler sürekli zihnimizdeydi ama bir anlamda bu şüphe somutlaşmış oldu. Bu toplum psikolojisinde bir kırılma yarattı.
EKONOMİ VE SALGIN GİBİ KRİZLER, KAYGI VE DEPRESYONU ARTTIRIR
Kaygı duygusunu hafife mi alıyoruz? Tam olarak nedir kaygı?
Kaygı şudur, “Benim başıma bir şey mi gelecek, bir şey mi olacak?” Aşılarla birlikte aynı zamanda bir yandan da bize çip takacaklar gibi bir söylenti de yayılmaya başlamıştı hatırlarsanız. Kaygı “bana çip takacaklar”a döndüğünde paranoyaya dönüşür. Dönüştü de!
Üçüncü dönemin psikolojik karşılığına dönersek?
Üçüncü dönemde ise artık bir anlamda inkâr ile kabullenme arasında gidip gelen bir ruh hali yaşıyoruz.
Bu ne demek?
Kabullenmeden kastım şu, farkındaysanız kısıtlamalara sosyal medyada çıkan tepki dışında hızlı bir uyum yaşandı. Mesela alkol satışına getirilen kısıtlamanın hukuki ve bilimsel karşılığı yok ama bir yandan da buna boyun eğildi. Belki öyle kolayca olmadı ama yine de ülkedeki “uyum” bir kabullenmeye tekabül ediyor. İnkâr kısmı da bu kısıtlamalar gelmeden önceki sayıları da arttıran tedbirlerin bir kenara bırakıldığı, bilerek ya da bilmeyerek yaşadığımız dönem. Muhtemelen sonrasında da inkârı yeniden yaşayacağız.
Dolayısıyla iktidarın “yönetme” biçimi, ruh hallerimizdeki dalgalanmaların, güvensizliğin, belirsizliğin şiddetini de belirledi?
Şu her zaman bir kural, bu çapta bir toplumsal olay herkesi etkiler. Türkiye biliyorsunuz özellikle son on yıldır sık sık toplumun tamamına yakınını etkileyen olaylar yaşıyor. Bunun çerçevesini belirleyenin ülkedeki siyasi iklim olduğunu elbette unutmamak gerekiyor. Türkiye’de bir de tüm bu sürece bir ekonomik daralma, kriz eşlik etti. Yani ekonominin de sürekli kötüye gittiğini gösteren sinyaller vardı, var.
Korona işte hayatın akışı içinde karşımıza çıkan zorluklarla baş etmemizi daha zorlu hale getirdi. Tabii ki sadece korona değil, bu döneme çok acı hikayeler de sıkıştı. Hatırlarsanız koronanın hemen öncesinde Elazığ depremi oldu. Ekim ayında İzmir depremi oldu, bunların hepsinde kayıplar oldu. Aynı dönemde ekonomik belirsizlikler yoğunlaştı. Şu çok açık, ekonomik kriz dönemleri ya da ekonomik sıkıntılar, psikiyatrik rahatsızlıkları arttırır. En başta da depresyon ve kaygı bozukluklarını arttırır. Bunu görüyoruz zaten. Araştırmalar üç-dört kat arttığını gösteriyor. Koronanın da buna eklemlenmesiyle psikiyatriye ya da klinik psikologlara başvuruların arttığını birçok insan kendisinden ve çevresinden gözlemliyordur. Bizim de hastanelerde çalışan psikiyatristler, akademisyenler olarak gördüğümüz bu yönde. Özetle, salgın, kısıtlamalar ve ekonomik gidişat, Türkiye emekçilerinin zaten titrek olan ruh sağlığını daha da bozdu.
ÖFKE VE PAZARLIK DÖNEMİNDE DUYGULAR YOĞUNLAŞIR
Nitekim, kendimizi geçen yıla göre fiziksel ve ruhsal olarak çok daha yorgun, enerjisiz hissediyoruz. İster evde ister bant başında çalışalım işlerimizi daha zor yapabilir haldeyiz, daha mutsuz ve umutsuzuz. Belirtiler birbirine çok benzediği için depresyon veya tükenmişlik sendromunu bir arada mı yaşıyoruz? İkisi çakışan bir sendrom mu?
Tükenmişlik bir hâl olabilir ama tükenmişlik sendromu biraz daha çalışma yaşamıyla ilgili bir sendrom. Oraya geleyim ama şunu da açıklayayım.
Amerikalı psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross 1960’larda, yas tutmakla ilgili bir sistemizasyon yapıyor ve kayıpların ardından yaşananları dört basamağa ayırıyor. Bence o basamakları yaşıyoruz biz de. Burada kayıp derken birinin ölmesinden bahsetmiyoruz, ki kayıplarımız da var. Ama burada kayıp dediğimiz hem tehdit var hem de sağlığın kaybını yaşıyoruz. Adına yas ya da belki başa çıkma diyebileceğimiz bir süreç yaşıyoruz: Önce inkâr, sonra öfke, sonra pazarlık, sonra da kabullenme! Dolayısıyla bu dönemler, süreçler arasında gidip geldiğimizi düşünebiliriz. Yakın dönemin özelliği ise şu: inkâr döneminde çok yoğun duygular ortaya çıkmayabilir, ama öfke ve pazarlık döneminde çok daha yoğun duygular ortaya çıkar. Mesela biz depresyonu bu dönemde görürüz. Çünkü artık bununla baş edilemeyeceği ya da baş etmenin çok büyük bedelleri olduğu netleşmiştir ve buna bağlı daha fazla duygu ortaya çıkar. Kabullenme döneminde ise, artık depresyon yerleşir, komplike hale gelir.
Buraya doğru mu gidiyoruz?
Daha o döneme gelmedik. Mesela sonbaharı nasıl yaşayacağız açıkçası ben endişeliyim. Çünkü aşılama hızlı gitmiyor. Aşılama toplumun ne kadarını kapsayacak belli değil, artı aşılamanın sonuçlarını da göreceğiz. Toplum, “yaz gelecek ve rahatlayacağız” beklentisi içinde. Bu üç ayın tekrar rahatlamayla geçeceği ama eylül-ekim gibi de sayıların yeniden arttığı bir yeni dalga yaşanacağı endişelerini ben de paylaşıyorum.
Peki neyle pazarlık yapıyoruz?
Mesela, “keşke şu olsaydı, keşke öyle olmasaydı da şöyle olsaydı” gibi. Bu dönemin kilit kelimelerinden biri “keşke” çünkü.
EMEKÇİLERİN GELİR SEVİYESİ DÜŞTÜKÇE SALGINDAN DA DAHA ÇOK ETKİLENİYOR
Psiko-sosyal stresin arttığı bu sürece uyum kapasitesini belirleyen faktörler neler?
Bunun farklı koşulları var açıkçası. Herkesin farklı koşulları var. Çünkü sınıflar var. Pandeminin en çok hatırlattığı şey toplumsal yapının sınıflı doğası oldu. Ve insanların tüm yaşamını bu sınıfsal konum belirliyor. Eve kapanma deniyor mesela ama evinizin içini, evinizin genişliğini, evinizin nerede olduğunu… Bugün Türkiye’nin büyük kesimi apartmanlarda yaşıyor, o apartmanlarda çocuklu ebeveynler, yaşlılar neler yaşıyor? Bunlar yerine orta üst sınıfın salgınla baş etme yöntemleri gündeme geldi hep. Kitaplar, diziler, filmler, yoga gibi! Tamam, bunlar zihinsel dayanıklılığımızı arttıran faaliyetler. Ama toplumun yüzde 80’ni için böyle değil, bu koşullar yok. Hâlâ sabah 6’da evden çıkıp, akşam 20’de evine giren milyonlarca insan var. Yapılacak bir araştırma, emekçi sınıfların özellikle gelir seviyesi düştükçe daha fazla hastalandığını, daha fazla hayatını kaybettiği yüzde yüz ortaya çıkarır.
Uyum kapasitesini belirleyen faktörler böyle farklılıklar gösteriyor. Gelir desteğiniz var mı, işinizi kaybettiğinizde ne oldu, gündelik hayatınızdaki köklü değişiklikler ne oldu? 10 milyon çocuk evde. “Çalışmayan anneler bu işi götürüyor” diye bakılıyor. Bu ülkede çalışan milyonlarca kadın var ve öbür yandan evler bu kadar uzun süreyi bir arada ve kapalı bir şekilde geçirmek için hiç uygun değil.
EVDEN ÇALIŞMA FANTEZİYDİ, KABUSA DÖNÜŞTÜ
Evden çalışma da başlı başına stres kaynağı oldu, artık daha fazla isyan ediliyor, ne dersiniz?
Salgından önce evden çalışmak bir fanteziydi, salgından sonra bu kabusa dönüştü. Çünkü çalışma saatleri belirsizleşti, özel hayatın sınırı kayboldu, silikleşti. Emekçi sınıfların çok küçük bir kesimi sermayenin dağıttığı gelirden biraz daha fazla alıyor ve herkes de oraya bakıyor. Sanılıyor ki evden çalışma çok rahat, çok iyi. Çok küçük bir kesim için geçerli bu. Milyonlar için ise düzensiz çalışma, geleceğin belirsizleşmesi, esnek ve güvencesiz çalışma anlamına gelmekte. Sermaye sınıfı çok sevindi. Salgından fırsatlarla çıkacaklar! Ki zaten bunu kalıcılaştırma yönünde hızla adımlar attılar.
TOPLUMA MEYDAN OKUMA!
Toplumun büyük kısmı, ne olup bittiğini görüyor ve çok etkileniyor. Bu nedenle eleştiriyoruz, kızıyoruz, söyleniyoruz, fakat bu sosyal medya dışında ortaya konamıyor ve eyleme geçemiyor. Kaygılarımız mı baskın çıkıyor, yoksa bunun başka nedenleri var mı?
Çünkü bir siyasi program yok. Siyasi iktidarın programı “sürü bağışıklığı”. Ama bunun karşısında bu siyasete söylenenlerin bir programları yok. Daha geçenlerde “özel şirketler aşı yapsın” tartışması döndü bu ülkede! Bu kabul edilebilir değil. Öte yandan salgından çıkışın tek bir yolu var, o da hızlı aşılama. Getirilen aşıyla ilgili bir sürü yaygara koparıldı, hatırlayın. Ocak ayına geri döndüğümüzde Türkiye’de uygulanan ilk aşıyla ilgili toplumda ciddi şüpheler uyandıracak bir sürü söylenti yayıldı. Koronayla ilgili muhalefetin siyasal bir pozisyon alamaması, tüm bu süreci kolay yönetebilir kıldı.
Kolay yönetmenin yansımalarını da görüyoruz. Zira, kısıtlamalarda 1 Mayıs başta olmak üzere halka yasaklanan buluşmalar, iftarlar, ziyaretler, cenaze törenleri, iktidar üyeleri için geçerli değil.
Bunları topluma bir meydan okuma olarak da değerlendirebiliriz. “Bu işler böyle yürür, biz istediğimizi yaparız!” Diğer yandan bununla özdeşleşip bundan mutlu olacak bir kesim de var.
TOPLUMSAL KRİZ DÖNEMLERİ İNTİHARLARI AZALTABİLİR
İntihar, konuşması zor bir konu. Ancak intiharların arttığı da bir vaka. Nasıl bir halet-i ruhiye ya da aşama kişiyi intihara sürükler?
İnsanlar sona yaklaştıkları hissine kapıldıklarında, ki salgın bu hisse hepimizi defalarca götürdü sanki, intihar daha fazla akıllara gelebiliyor. Bir de depresyon, anksiyete arttı dedik. Bu tür sıkıntılar ölüm planlarını ya da en azından hayatın yaşamaya değer olmadığını da düşündürtüyor. Bir de üstüne son yıllarda intiharın tüm Türkiye’yi daha fazla etkilediğini koymak lazım. İşte ailece yapılan intiharlar, sosyal medyada dolaşan görüntüler, vedalar… Öyle olunca hepimiz intihar için tetikteyiz!
Ama ilginç bir şey söyleyeyim, bu tür toplumsal kriz dönemleri intiharları azaltabilir. Daha doğrusu erteletebilir. TÜİK’in Haziran ayında verileri açıklandığında göreceğiz ama intihar oranları düşmüş olabilir. Çünkü başka ülkelerde öyle gidiyor, mesela Hollanda’da ya da İngiltere’de 2020 için beklenenden daha düşük oranlar açıklandı. Muhtemelen bunun sonucunu önümüzdeki yıl göreceğiz. Çünkü fiziksel acının bir önceliği oluyor psikolojik açıdan. Psikolojik acı daha sonra geliyor.
HASTALANDIRAN DÜZENEK DIŞARIDA
Psikiyatri dizilerinin de bu döneme denk gelmesini ve gördükleri ilgiyi nasıl değerlendirirsiniz?
İlginç oldu değil mi? Gerçi yapımcı şirketler dizi hazırlıklarının önceden yapıldığın söylediler ama birbiri ardında diziler gündeme girdi. Hatta tüm ülkeyi salladıkları haftalar oldu. Sanırım insanlar bir yanıt arıyor: “Bana, bize ne oluyor?” diye. Başkalarının acılarında, hastalıklarında, sıkıntılarında kendi acılarını, hastalıklarını ve sıkıntılarını arıyorlar. Ama bir de genel atmosfer de iç dünyayı önemli hale getirmedi mi? Yani tekinsiz zamanlardan geçiriyor kapitalizm hepimizi. Ve o tekinsizliğin yankılarını arıyoruz içimizde. Biraz yanılsamalı bir arayış bu. Çünkü hastalandıran düzenek dışarıda. Dünyanın düzeninde.
BİR RUTİN OTURTMAK İYİ GELECEKTİR
Peki bütün bu ağır duygularla nasıl baş edebiliriz? Bunların etkisinden biraz olsun kurtulabilmek için ne yapalım?
Bir kere sosyal medyadan uzak durmak gerekiyor! Sosyal medyayı izlersiniz ama neyi takip edeceğinizi iyi ayarlamanız gerekir. Sosyal medya derken sadece Twitter, Facebook kastetmiyorum, Whatsapp grupları da kaygıyı arttıran bir mecra olabiliyor, akıl almaz mesajlar paylaşılabiliyor. Önce güvenilir, iyi bilgi kaynakları seçilmeli.
İkincisi rutin iyidir. Rutinin bozulduğu böylesi dönemlerde bir rutin oturtmak iyi gelecektir. Günün belli saatlerini, haftanın belli günlerini belli işlevlere ayırmak, örneğin fiziksel aktivite kesinlikle iyidir. Türkiye bunu yapmadı, ama birçok ülke bireysel sporların önünü açtı. Rutinin bir parçası da paylaşımı arttırmak, ev içi oyunlar, çocuklarla ya da beraber yapılan işler dayanışma, komşuluk, arkadaşlık! İnsanların mekânı çok daraldı. Gidebildiğimiz mekânlar yok. Bütün mekân eve dönüştü. Evi planlamak ve planlarken de kolektif yapılabilen işleri öne çıkarmak iyi olabilir.
Uyku düzeni çok önemli. Özellikle krizlerin arttığı dönemlerde insanlar çok fazla uykusuz geceler geçiriyorlar, bilgisayar ya da televizyon başında. Düzenli uyku ise ruh sağlığına iyi gelir. Ama şunu da söyleyeyim, psikiyatrik yakınmalar çok arttığında ise mutlaka bir sağlık kuruluşuna başvurmakta ve yardım almakta fayda var.
Bir diğeri alkol kullanımı. Tamam alkol biraz rahatlamak, kaygıdan uzaklaşmak için iyi, güzel, ama öbür taraftan da kaygının, eve kapanmanın çok arttığı dönemlerde alkol kullanımı da artıyor. Bundan kaçınmak lazım. Alkol hatta diğer uyuşturucu maddelerin kullanımının da artabileceğini vurgulamak lazım.
Ya daha dezavantajlı durumda olan çocuklar?
Çocuklar için de mekân daraldı. Yaş gruplarına göre farklı tepkiler ortaya çıktı. Mesela küçük yaş gruplarında daha çok hırçınlık, çabuk parlama; ergen yaş grubunda ise içe kapanma şeklinde sorunlar ortaya çıkabiliyor. Çocuklar için okulun olmaması psiko-sosyal stres yönünü çok arttırdı. Ergenler için de keza öyle. Ergenler için buna gelecek kaygısı da eklendi, sınavlar ne olacak, dersler ne olacak, okul ne olacak, arkadaşlıklarım ne olacak? Bütün bunlarla uğraştılar ve bunlar, tepkileri ekstra arttıran yaş dönemine özgü özellikler.