09 Mayıs 2021 00:32

Faşizmin bağrında derinleşen sınıf çelişkileri

“Sürüklenip giden kitlede” faşist sendikalara sızarak antifaşist cepheyi örgütleyen komünistler, komünist kadınlar sadece SS’lerin değil, sınıfsız aklın da gözünden kaçıyor.

Fotoğraf: mil.ru/Wikimedia Commons (CC BY 4.0)

Paylaş

Fulya ALİKOÇ

Bir subay ve yanında bir hemşire çiftlik üzerinde kurulu bir akıl hastanesinin arazisinde dolaşıyor. Hastalardan biri, bir kadın onlara yaklaşıyor, sigara istiyor. Subay onu ittiriyor ama akıl hastası ona sarılıp öpmeye başlıyor. Tiksinme duygusuyla irkilen subay, cebindeki silahı çıkarıp boynunda sarılı duran bu deli kadını kafasından vuruyor. Daha sonra gaz karavanları çiftlik arazisine giriş yapıyor; genç ve ayakta durabilen hastalar karavana yüklenip götürülüyorlar. Yaşlı ve zayıflar ise hamamda toplanıyor. Kapılar üzerlerine kapatılıyor, pencerelerden egzos borularıyla içeriye gaz veriliyor. Daha sonra da bu ölüler kolordusu yine kamyonlara istif edilip çiftlikten götürülüyor.

Bir esir kampı… Kıdemli askerler, Yahudi ve çingene erkekleri bir alana toplamış, vur emri bekliyor. Zaman geçtikçe erkeklerin “sivil” olmadığına kanaat getiriyorlar ve tek tek her birini öldürüyorlar. Peki ya “Sivil olmayan” kadınlar ve çocuklar? Kampa yaklaşan gaz kamyonlarına doluşturuluyorlar. Binlerce…

Kendi ilgisiyle ya da hasbelkader izlediği bir filmde, okuduğu bir kitapta karşılaşmadığı sürece bugünün gençlerine, hadi moda tabirle ifade edelim “Z kuşağı”na distopik bir film ya da dijital platform dizisi gibi gelebilecek bu hikayelerin en önemli özelliği gerçek olması. Yaşandılar; ilki Nazi işgali altındaki bir Sovyet toprağı olan Novinsk’te, ikincisi dönemin Yugoslavya’sının Sırp bölgesinde ve daha nice yerde ve zamanda. Katledenler zombi, vampir ya da uzaylı değil. Bir salgın veya buzul çağıyla sonu gelen dünyamızda yaşarkalmaya çalışan Amerikalılar da değil. İnsanlar; ana rahminde vücut buldular, bir kadının memesinden süt emdiler, oyun oynarken düştüklerinde taşa değen dizleri kanadı. Ama, bugünden geriye dönüp baktığımızda “insanlık dışı” dediğimiz suçlar işlediler. Onlar, Sovyet partizanlar tarafından öldürülen her bir Nazi askeri için 100 bolşevik, Yahudi veya Çingene öldürmeye yemin etmiş toplu katliamcı faşistler.

‘KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLIĞI’NI SIRA DIŞI BULMAK

Bir tanesinin adı Adolf Eichmann. Yahudi Soykırımının mimarlarından biri olarak biliniyor. Savaş bittikten yıllar sonra ancak yakalanıp mahkemeye çıkarılabildi. 1961’de, Kudüs’te, “Adalet Evi” adı verilen bir mahkeme salonunda.  Almanya doğumlu, Yahudi kökenli, Amerikan vatandaşı Siyaset Bilimci Hanna Arendt gözlemci olarak salonda. Duruşma salonunda “Güvenliği için inşa edilen cam kabindeki bu orta boylu, narin, orta yaşlı, tepesi iyice açılmış, çarpık dişli, miyop olduğu için o incecik boynunu duruşma boyunca turna gibi kürsü tarafına uzatan” adamı izliyor.* Zihninin gör emri verdiği canavar yok karşısında. Milyonlarca insanın gaz odalarında katledilmesi “işlemini” yöneten bu adamın ifadelerindeki aşırı normallik, tavırlarındaki sıradanlık, kısacası mevcudiyetindeki “insanlık” Arendt’i dehşete düşürüyor.

“Kötülüğün sıradanlığı”nı sıra dışı bulmak... Yaşanmış faşizmi sınıf ilişkilerinden bağımsız, salt bir totalitarizm bağlamından anlamaya çalışan aklın bağışıklık çığlığı. Aynı akıl, “Bir daha asla!” diyebilmek umuduyla faşizmi kapitalizmden, onun iktidar biçimlerinden biri olan parlamenter demokrasiden bir “sapma” olarak görmek istedi, istiyor. O nedenledir ki, liberalizmin verimsizleştirdiği sınıfsız hümanizm toprağında yetişen bu güdük hüsnüzan, on yıllardır aynı sorunun etrafında dönüp dolaşıyor: “Bu kadar insanlık dışı bir ideoloji bunca kitleyi nasıl mobilize edebildi?​”

FAŞİZM VE KADINLAR

Belki de “faşizmin ardından sürüklediği” bu “kitle”ye bakıldığında en çok şaşkınlık yaratan kadınlar olmuştur. “Kadın boyun eğmelidir” buyuran Mussolini, kadının sosyal mevcudiyetini “çocuk, kilise, muftak” üçgenine sınırlayan Hitler, cinsiyet eşitliğini Bolşeviklerin kadınlara yaptığı en büyük kötülük olarak tanımlayan Gobbels, nasıl oluyordu da bir karşılık bulabiliyordu? Kadınların matematik, felsefe, Latince ve edebiyat okumasının yasaklandığı, çalışan kadınların erkeklerin en fazla yarısı kadar ücret alabildiği, kamuda en fazla yüzde 10 oranında istihdam edilmesine izin verildiği, “En az 4, ortalama 6-7 çocuk doğurmasının” görev sayıldığı, genç kızların ari ırkı korumak adına evlilik dışı çoklu cinsel ilişkilerle gebe bırakıldığı, namusunu korumak isteyen erkek tarafından öldürülme yetkisinin verildiği aynı topraklarda, nasıl oluyordu da  Fasci Femminili (Kadın Faşiler) ve Nationalsozialistische Frauenschaft (Nasyonal Sosyalist Kadınlar Ligi) gibi kadın örgütleri kurulabiliyordu?

Bu sorular, bir paradoks olarak ele alındığı ölçüde çoğunlukla spekülatif cevaplar üretebildi. Mesele Hitler ve Mussolini’nin karizmasına huşu içerisinde kapılıp giden psikanalitik açıklamalara kadar indirgendi. Oysa cevap, bir paradokstan ziyade bir çelişkide, tam da “mali sermayenin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” olarak faşizmin bağrında derinleşen sınıf çelişkilerindeydi. İşsizlik sorununu kadınların çalışmasına bağlayan faşist propaganda devam ettirilirken konveyör kayışlarının ucuz, örgütsüz ve ölümüne çalıştırılan on binlerce işçi kadınla doldurulmuştur. Öte yandan, faşizmin kadını “doğurma makinesi”ne indirgediğini söylemek yanlış değil elbette, ama aslolan kadın bedenini kapitalizmin varlık koşulunu oluşturan özel bir metayı, “emek gücünü” üreten “doğal” bir “üretim aracı” olmaya koşulsuzca hapsetmesidir. Karşıt duran bu iki olgu kapitalizme içkindir; faşizm burjuva devletten bir sapma değildir, artık ona tek başına egemen olan mali sermayenin ihtiyaçlarını ancak zora dayalı karşılayabildiği bir biçimidir.

ANAYURT İÇİN İLERİ!

Görüyoruz ki, sınıf mücadelesinin görünür kıldığını, “kitle paradoksu” gizliyor. Çünkü, “sürüklenip giden kitlede” faşist sendikalara sızarak antifaşist cepheyi örgütleyen komünistler, komünist kadınlar sadece SS’lerin değil, sınıfsız aklın da gözünden kaçıyor. Bugün andığımız, faşizmin yenilgisinin, bir işçi devleti tarafından başarılmış olması da tesadüfi değil; işçi iktidarının bujuva diktatörlüğünün en terörize biçimine karşı tarihsel zaferi. O zafer ki, insan türünün ana rahminden mezara uzanan yaşam döngüsüne denk gelen her yaştan Sovyet yurttaşının “Anayurt için ileri!” atılmasıyla kazanıldı. Ve untulmamalı ki, 2 Mayıs 1945’te Reichstag tepesine dikilen kızıl bayrağın ardında, karizmatik önderlerin peşinde histerik bir şekilde sürüklenen kadın kitleleri değil, kadının kölelikten kurtuluşunun en ileri deneyiminin yaşandığı bilinciyle sosyalist anavatanı savunmak için cepheye koşan Sovyet kadınları vardı!

Selam olsun,

Kundağını antifaşist bildirilerle paylaşan bebeklere,

İlk âdetini kendinden uzun tüfekleri omuzladığı cephede gören kızlara,

Gelecek hayalleriyle süsledikleri saç örgülerini askerlik şubelerinde bırakan genç kadınlara,

Yanmış kemikleri toplarken ağlamadan ağıt yakmayı öğrenen analara,

Selam olsun, yeryüzündeki tek işçi devletini, yer üstünde ve yer altında, evde, fabrikada, tarlada ve cephede koruyan Sovyet kadınına!

 *H. Arendt, Kötülüğün

Sıradanlığı,çev. Özge Çelik, Metis

Yayınları, İstanbul, 2008.

ÖNCEKİ HABER

Cumhurbaşkanı Erdoğan: Yeni normalleşme takvimimizi önümüzdeki günlerde açıklayacağız

SONRAKİ HABER

Faşizmin güncelliği: Baltaları gömüldüğü yerden çıkarmak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa