Doğa kıyımının “İkizleri”: İktidar ve Cengiz özel iş birliği
Kapitalizm koşullarında çevre, canlıların evi, yaşam alanları olmaktan öte iktisadi olarak kar hırsına dayalı yasaları gereği sömürülmesi gereken bir gerçeklik olarak var olur.
Fotoğraf: Eren Dağıstanlı
Berfin Ezgi TATLI
Yıldız Teknik Üniversitesi
Ekoloji ya da ökoloji kelimesini bulan Ernst Haeckel; bu kelimeyi, ekonomi kelimesinin de kökeninde olan “oikos” yani eve ait anlamı itibariyle seçmiştir. Ekoloji basit tanımıyla canlıların çevreleriyle girdikleri ilişkilerin bütünü ve bu ilişkilerin incelenmesidir diyebiliriz. Burada kelime kökeninin anlamıyla da birlikte değerlendirdiğimizde “canlıların evi” olarak karşımıza dikilen ekoloji, insanın doğayla kuracağı ilişki ve bu ilişkiler bütünü içerisinde bizlere ipuçları sağlamış olur. Canlıların evi yani dünya üzerinde yer alan canlıların yaşam alanlarını tarifler ekoloji. Yaşam alanlarımızı.
Ekolojik kriz, çevre krizi olarak tanımladığımız şey ise canlı ilişkilerinin bütünü olarak var olan çevrenin insanlar tarafından, doğanın ve bu ilişkiler bütünündeki dengelerin zorlanması sonucunda ortaya çıkar. İnsanların toplamda kendilerini yaşam alanlarında var edebilmeleri açısından mühim olan bu dengeler bütünün zorlanması, bahsettiğimiz dengenin karşısına çıkan zorlamalar karşısında dayanamamasını ve bunları kaldıramadığı koşullarda da kirlenme, çevre krizi, doğal alanların yok oluşu gibi dengesizlikleri ortaya çıkarır ve bu ortaya çıkış, dengesizlik dediğimiz şeylerin çevre sorunu olarak kendini var etmesine neden olur. Yani çevre dediğimiz olgu bir yanda üretim için kullanılan kaynakları oluşturması tanımına uygunken diğer yandan bu üretilen malların tüketimi sonrasında oluşan atıkların alıcısı olma durumunu da ifade eder. Yani ekonomik gelişme ve planlama aşamalarında birbiriyle böylesi kurduğu bir ilişki çevre ve ekonomi ilişkisine ışık tutar.
Bu noktadan baktığımızda; geçtiğimiz günlerde Rize’nin İkizdere ilçesinde İşkencedere Vadisi’ne Cengiz İnşaat tarafından taş ocağı yapılmak üzere harekete geçilmesi, yapılacak olan taş ocağı için 300 hektarlık bir alana ihtiyaç duyulduğu ve bunun için 700 binden fazla ağacın kesilmesi öngörülen bir gerçek. Yukarıda bahsettiğimiz insanların doğayla kurduğu ilişkideki dengeler bütününe müdahale İkizdere örneğinde Cengiz İnşaat ve aslında baktığımızda hükümet tarafından gerçekleştiriliyor. Bölgede yaşayan halka projenin yapımıyla ilgili hiçbir şey sorulmazken bu projeyle birlikte, geçmiş deneyimlerinden de bildikleri üzere, doğal bir yıkımın yaşam alanlarında gerçekleşeceğini öngören bölge halkı bu proje karşısında yaşam alanlarına sahip çıkıyor ve Cengiz İnşaat ve Cengiz İnşaatı kollamak üzere bölgeye gönderilen jandarma ve polislerin karşısına dikiliyor. Çünkü dengesi bozulduğunda bir sorun haline dönüşecek olan alan, oradaki insanların yaşam alanları. Nefes aldıkları, geçimlerini sağladıkları ve kendilerini var ettikleri alan. Ve bu saldırı karşısında en temelde yaşamsal faaliyetlerini gerçekleştirmek, bulundukları alanı, doğayı korumak ve kollamak adına direnişe geçiyorlar.
DOĞANIN KONUMU NASIL ŞEKİLLENİYOR?
Ekolojik krizi dengelerin bozulması olarak tanımlamanın yanında insanlığın çevresiyle girdiği ilişkinin tarihsel bir krizi olarak da tanımlamak gerekir. Çünkü; insanlar doğaya var oldukları andan itibaren kendi yaşamlarının devamlılığını sağlamak üzere hükmetmiş ve bu hükümle birlikte doğayı kirletmişlerdir. Fakat burada çarpıcı olan ve “krize” yol açan nokta insanlığın tarihi boyunca doğayı kirletmesinin kriz boyutuna ulaşması ve geri dönülemez bir biçime dönüşmesi yalnızca son 300 yıldaki gelişmeler içerisinde karşımıza çıkar. Ve insanlığın sağlıklı bir şekilde hayatına devam edebilmesi için gereken denge, sanayi devrimiyle birlikte bozulmaya başlamış ve karşımıza çevre kirliliğini çıkartmıştır. Çünkü tarihsel olarak gelişen üretim tarzları ve bu üretim ilişkilerinde emeğin konumu doğanın konumunu da şekillendirir. Ve kapitalizm koşullarında çevre, canlıların evi, yaşam alanları olmaktan öte iktisadi olarak kar hırsına dayalı yasaları gereği sömürülmesi gereken bir gerçeklik olarak var olur. Ve bu koşullar içerisinde gerçekleşen herhangi bir olay, toplumsal işleyişten bağımsız değerlendirilemez. Bugün İkizdere ilçesinde iki yıl önce halkın direnişiyle erteletilen taş ocağı projesinin günümüzde hükümete yakınlığı ile bilinen Cengiz İnşaat’ın yapacağı liman için ham madde arayışına girmek ve karına kar katmak üzere harekete geçmesi, sistemin devamlılığını sağlamaktan bağımsız değildir. Ve bu noktada tekelci burjuvazinin temsilcisi olan hükümetin de Cengiz İnşaat’ın çıkarları uğruna bölge halkının direnişini kırmak için görüşmeler yapması, çeşitli yalanlarla halkı kandırmaya yönelik hamleleri, tüm kolluk kuvvetlerini yığması ve Cengiz İnşaat tarafında yer alması da tarihsel olarak hükümetin çıkarlarının, burjuvazinin yani somut örneği ile Cengiz İnşaat’ın çıkarları ile ortaklaşması sebebiyle Cengiz İnşaat’ı kollaması sonucunu doğurur. Bugün var olduğumuz alanlara dair bizlere hiçbir söz hakkının verilmemesi, doğayı savunmak adına geçilen direnişlerin böylesine sert müdahalelerle karşılaşması da sistemin devamlılığını sağlamak ve kendi var oluşunu garantiye almak için doğayı sömürülenlerin karşısında, bu alanları savunmaya geçmenin bu devamlılığını ve iktidarını (her ne kadar direnişin ortaya çıkış motivasyonu bu olmasa da) tehlikeye atacağı endişesindendir.
Kapitalizm yaşamakta olduğu bu krizler ve bunalımlar üzerinden mevcut sorunu bir yandan derinleştiren hamleler atarken diğer yandan da soruna sahip çıkma ve bu sorunu “aşma” yoluna gitmeye dair adımlar atmaktadır. Dünya ölçeği açısından düşündüğümüzde hükümetlerin bir araya gelerek oluşturdukları “çevre zirveleri” ya da belli başı kanunların ortaya çıkarılması bu aşma yolu adımlarına bir örnektir. Türkiye özelinde bakacak olursak bu çelişkiyi en net görebildiğimiz alan son dönemde popüler olan “Sıfır Atık” projesidir. Bir yandan mevcut plastik atıklarının çok az bir kısmını dönüştürüyor olabilmesine rağmen diğer yandan çöp ithal etmede Türkiye ilk üçte yer alır. Yani bugün doğanın bozunmasının oluşturduğu görüngüler ancak böylesi bir yamayla kapatılmaya çalışılır. Ya da gelişmiş ülkelerin karbon salınımlarının düşüklüğüyle çevreci pozları vermesi yanında dünya genelinde baktığımızda karbon salınımının artışı yine bu tutmayan yamalardan biridir. Çünkü günümüz açısından çevre krizinin geldiği nokta bölgesellikleri aşmış ve küresel olarak bütünlüklü bir değerlendirmeyi zorunlu kılmıştır. Dünya çapında gerçekleşen zirveler de bunun bir sonucudur.
CENGİZ’DEN KAPİTALİZMDEN DEĞİL İKİZDERE’DEN DOĞADAN YANA
Tüm bunlar yanında bilinen diğer bir gerçek de şudur ki; ekoloji hareketlerinin, çevre mücadelelerinin de mevcut ideolojinin soruna sahip çıkma noktasında soğrulduğu bir durum vardır. Bugün açısından çevre ve doğanın korunması için verilen mücadeleler kaynağı gereği sisteme karşı verilen mücadeleden ayrı tutulamayacağı gibi anti-kapitalist bir karaktere sahip olmadığı ve böyle bir politika izlemediği sürece de hâkim ideoloji tarafından sahiplenilme noktasına çekilmeye çalışılmıştır/çalışılmaktadır. Önümüzde duran net bir gerçek vardır ki kapitalist sistemle birlikte geri dönülemez bir biçime dönüşen çevre sorunları ufak tedbirler ve yasalarla çözülemeyecektir. Çünkü İkizdere örneğinde de gördüğümüz gibi sorunun kaynağı dolaysız bir biçimde karşımıza dikilmektedir. Ve kendisini sistem karşıtı biçimde var etmeyen hiçbir politika, mücadele, yöntem çevre sorunlarının çözümü olmayacaktır. Aksine sorunun kökeni olan sisteme bir perde olacak ve sorunun kökenini gizleyecektir. Yani insanlığın özgürlüğü ve ekolojik olarak sürdürülebilir bir toplum istemi gibi amaçlar temelinde birbirine bağlıdır ve ayrılmaz bir bütündür. En nihayetinde yaşam alanlarımıza, doğamıza sahip çıkma mücadelesi toplamda tüm bir insanlığın kurtuluşu için verilen mücadeleden bağımsız değildir. İkizdere’de halkın verdiği mücadele de bu noktadan okunmalı ve bu sebeple sahiplenilmelidir.