Genelge faşizme giden yolun neresinde?
Bu sansür genelgesiyle görüntü almanın yasaklanması, hak mücadelesinin olduğu her yerde iktidarın zor aygıtının en sert biçimde kullanabilmesinin garantisini veriyor.
Fotoğraf: Dimitris Vetsikas/Pixabay
Cengiz ÖZGÜRER
Taylan Özgür DELİBAŞ
İstanbul Üniversitesi
Geçtiğimiz aylarda Boğaziçi protestolarında öğrencilere ve İstanbul Sözleşmesi için meydanları dolduran kadınlara, bugün ise İkizdere’de mücadele eden köylülere yapılan müdahalelerin görüntülerini sık sık sosyal medyada gördük, görüyoruz. Bunları görüntülemek halihazırda zorken bundan sonra daha da zorlaşacağa benziyor. Çünkü Emniyet Genel Müdürlüğünün 27 Nisan’da yayımladığı genelgeye göre polisler, kamusal olaylara müdahale ederken olayları görüntüleyenleri ya da ses kaydı alanları engelleyebilecek. Yayımlanan genelge, günümüz koşulları açısından öylesine hafife alınacak bir genelge değil, aksine siyasal iktidarın gelecek adımları için önem taşıyor.
SİYASAL İKTİDARIN BİR KOLU POLİSLER
Kapitalizmin dünyada egemen hale gelişiyle birbiriyle uzlaşamaz iki temel sınıf ortaya çıktı. Ve bu iki sınıf arasındaki savaşta egemen olan taraf, kendi kazanımlarını koruma altına alabilmek adına bir kontrol aygıtı olarak devleti ve onun ordusunu kullandı. Zaman geçtikçe yükselen toplumsal hareketliliği bastırmakta ordunun yetersiz kalışı ise, polis teşkilatına duyulan ihtiyacı ortaya çıkardı. İşte ta o zamanlardan itibaren polis teşkilatları asıl amacı olan halkı bastırmada iktidarın en önemli zor aygıtlarından biri oldu. Polis teşkilatının nasıl ortaya çıktığını bu şekilde kısaca özetleyebiliriz. Yazımızın amacı polisliğin tarihi değil ancak ortaya çıkış nedenini hatırlamak bugünü incelerken bizi aydınlatabilir.
2013’te Gezi Parkı olaylarının ortaya çıkışıyla birlikte polis şiddetini ekranlarda daha çok görmeye başladık. Polislerin sınırları aşan orantısız müdahale biçimleri ve işkenceleri birçok ölüme sebep oldu. Berkin Elvan, gaz kapsülünün isabet etmesiyle, Ali İsmail Korkmaz polislerin linçiyle, Ethem Sarısülük ise polis kurşunuyla öldürüldü. Davalarda iktidarı en çok zorlayan ise olay anında çekilen görüntüler oldu. Davaların sürmesini sağlayan bu görüntüler bir ses uyandırsa da buna rağmen polisler ya ceza almadı ya da ödül gibi cezalarla işten sıyrıldılar. Siyasal iktidar, önemli bir zor aygıtını böyle korurken bu olaylardan da önemli bir ders çıkardı. Polislerin sınırı aşan müdahalelerde bulunmaması için sınırları olabildiğince genişletmek gerekiyordu. 2015’te yasalaşan “İç Güvenlik Paketi” ile polislerin haklarını genişletti ve orantısız müdahaleyi meşru bir zemine oturttu. Bunla da yetinmedi sıra zor aygıtının gücünü arttırmaktaydı. 15 Temmuz bunun için kullanışlı bir araç olarak kullanıldı. Hem emniyet kadroları tek adama sadık olacak şekilde yenilendi hem polis sayısı arttırıldı hem de polislere Jandarma ve SGK’nin ağır silahlarını kullanma yetkisi verildi. Uzun yıllardır değişmeyen siyasal iktidar her kriz anını fırsata çevirerek ülkeyi polis devletine dönüştürdü ve faşist rejim inşasını nakış nakış işledi. Olası bir tehlikeye karşı Jandarma İç İşleri Bakanlığına bağlandı, mahalle mahalle baskıyı örmek için de Bekçilik diye bir kuvvet daha yaratıldı. Bu süreçte iyice güçlendirilen zor aygıtı için bunlar yeterli değildi.
SÖZLEŞMEDEN BOĞAZİÇİNE ŞİDDET DEĞİŞMEDİ
Günümüze daha Türkiye’nin pandemi macerasına giriştiği zamanlarda kısıtlamalar ve kapanmaların verdiği güçle iktidar, kadınların haklarına saldırdı. Kadınların İstanbul Sözleşmesi için verdiği mücadele sırasında da polis şiddeti eksik olmadı. Meydanlarda olan kadınlar şiddet görürken aile içinde ise öldürülüyordu. 1 Ocak’ta Boğaziçi Üniversitesine atanan rektör ve ardından gelişen olaylarda da polis şiddeti gündemden eksik olmadı. Uzun süredir sindirilmeye çalışılan üniversitelerde çıkan demokrasi mücadelesi faşist bir rejimin inşa süreci açısından ciddi tehlikelere neden olabilirdi. Bu nedenle bastırmak gerekiyordu. Bu süreçte birçok gözaltı ve darp gerçekleşti. Kamuoyun çok konuşulan yine bu görüntüler oldu. Ve artık can suyu olan genelge yayımlandı. Bu sansür genelgesiyle görüntü almanın yasaklanması, hak mücadelesinin olduğu her yerde iktidarın zor aygıtının en sert biçimde kullanabilmesinin garantisini veriyor. İktidarın bu garantiye ihtiyacı var. İktidar zor araçlarını hazırlıyor, manevra alanını olabildiğince genişletiyor; daha sert, daha baskıcı bir şeye, faşist bir rejime hazırlanıyor.
GENELGE HUKUKA AYKIRI
Siyasal iktidarın bir diğer dönüştürmek istediği alan olan hukuk açısından bu gelişme nasıl gözüküyor diye baktığımızda ise çelişkiler söz konusu. Öncelikle genelge ile anayasanın 26. Maddesi ile güvence altına alınan düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkı engellenmesi, açık bir şekilde hukuka aykırı. Bu konuda yapılabilecek herhangi bir kısıtlama ancak kanun yoluyla yapılabilir. İdari düzenleyici bir işlem ile anayasal olarak güvence altına alınan temel hak ve özgürlükler kısıtlanamaz. Genelge hem usul hem de esas bakımından anayasaya aykırıdır. İddia edildiği gibi “Özel hayata saygı hakkı” veya “Kişisel verilerin korunması kanunu” gibi hak ve kanunlar ise basın özgürlüğünün engellenmesi için öne sürülemez. Keza kolluğun, kamusal alanda gerçekleştirdiği kamusal görevinin de özel hayatı ile bir ilgisi yoktur. Bu genelge ile açıkça vatandaşın haber alma ve verme özgürlüğüne müdahale edilmektedir. Genelge sadece basın özgürlüğüne vurulan bir darbe değil aynı zamanda savunmanın delil toplama hakkını da engeller nitelikte. Bu genelgenin şu anki burjuva hukukuyla olan çelişkileri çok açık bir şekilde gözükse bile bu çelişkilerin görmezden gelinmesi olağan bir hale geldi diyebiliriz.
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE ENGEL
Genelge aynı zamanda basın özgürlüğü tartışmalarını da beraberinde getirdi. Bugün, özellikle ana akım medya her ne kadar AKP iktidarının tekeline girmiş olsa da hala muhalif olarak yayın hayatına devam eden gazeteler ve mesleğini “etik” kurallarına uygun şekilde yapmaya çalışan gazeteciler mevcut. Bu gazetelerin ve gazetecilerin otosansür ihtiyacı hissetmeden mesleklerini özgürce yapabilmesi ise halkın haber alma hakkının güvencesi oluyor. Özellikle son dönemde yükselen kadın ve öğrenci gençlik mücadelesinin polis eliyle engellenmesine yönelik yapılan haberler ve çekilen görüntüler (Boğaziçi Güney Kampüs’ün kapısına vurulan kelepçe, İstanbul Üniversitesi yemekhane eylemlerinde polisin öğrencilere joplu müdahalesi vb.) ülke çapında yankı bulmuş, mücadelenin kırılma noktalarının ortaya çıkmasında önemli rol oynamıştı. Özellikle televizyona oranla daha özgür bir mecra olan sosyal medyanın da bu denli popülerleşmesiyle birlikte polis şiddetinin görünürlüğünün artması ve defalarca ülke gündemine oturması elbette iktidarı ve küçük ortağını rahatsız etti.
Faşizme giden yoldaki basamakların medya ayağı olarak okunabilecek bu kararla birlikte, basın emekçileri üzerindeki baskı da sistematik bir şekilde arttırılmaya devam ediliyor. Bugün durup düşündüğümüzde polis kurşunu ile öldürülen ve gazetecilerin kaydettiği o fotoğraflar sayesinde katillerini tanıdığımız Kemal Kurkut, yukarıda değindiğimiz Ethem Sarısülük gibi birçok isim aklımıza gelecektir. Görevini yapan gazeteciler sayesinde bulunmuyor olsaydı delil yetersizliği sebebi gösterilerek katilleri serbest bırakılacak onlarca masum insan sayabiliriz.
Tabii bu engellemeler yalnızca mesleki açıdan değil gazetecilerin kamusal görevi olan iktidarı ve kamu organlarının işleyişini denetleme rolünü de askıya alır pozisyonda. Sansür genelgesiyle beraber görüntü ve ses kaydı alınamayacak olması görevi kötüye kullanımın artması ve bunun denetlenememesi anlamına gelecektir. İktidarın basına bakış açısını tam olarak ortaya koyan bu sansür genelgesini “özel hayatın gizliliği ihlali” olarak yorumlamanın da bütün toplumsal kesimlerin haklarının korunması adına engel teşkil edeceği açıktır.
SANSÜR GENELGESİ GENÇLİK İÇİN NE İFADE EDİYOR?
Yakın zamanda da tanıklık ettiğimiz üzere, gençlik hareketinin yükseldiği her dönemde iktidarlar; gençliğe adeta sopa gösterircesine polis şiddetini arttırmış, polise yeni yetkiler tanıyan yasalar çıkarmışlardır. Özellikle Türkiye gençliğinin öğrencisinden tutalım işçisine kadar iktidara karşı ciddi bir öfke duyduğu bu zamanlarda çıkarılan bu genelgenin zamanlaması da tesadüf değil. Liseli gençlerin sosyal medyadan sesini duyurmaya çalıştığı, meslek liseli gençlerin pandemi koşullarında da staj sömürüsüne uğradığı, işçi gençlerin kelimenin tam anlamıyla ölümüne çalışmak zorunda kaldığı koşulları yaşıyoruz. Bu koşullarda duyulan öfkenin sadece homurdanmalarla kalmayacağı, bir noktada alanlarda kendini göstereceğini öngörmek de iktidar açısından zor değil. Öyle ki genç kadınlar ve üniversiteliler bir süredir bu gerçeğin içinde yaşıyor. İşte bu gerçekliğin gösterdikleri doğrultusunda genelgenin gençlik açısından bağlamını daha kolay anlayabiliyoruz. Boğaziçi Üniversitesi eylemlerinde üniversiteli gençler sokakları ve kampüsleri, İstanbul Sözleşmesi eylemlerinde genç kadınlar meydanları doldurduğu zaman polis şiddeti tavan yapmıştı ve şiddet görüntüleri her yere yayılmıştı. Bu nedenle özgürce protesto yapabilme hakkını korumak, hak ihlallerine ses yükseltebilmek, geleceğini kurtarmak için sokakları doldururken çekinmemek ancak bu genelgeye karşı çıkmakla mümkün.
Suçun ve suçlunun üstünün örtülmesinin güvencesi olacak bu genelgeyle beraber iktidar, mücadelenin bileşenlerine yönelik daha saldırgan, daha vahşi bir seviyeye adım atmakta ve manevra alanını genişletmekte. İktidarın hayalindeki kolluk kuvveti profili olarak, peşinde kanıt bırakma kaygısı taşımayan ve aldığı emirleri sorgulamadan yerine getirecek bu gücün yaratılmasına karşı durmak bizzat faşizmin inşasıyla mücadele etmek, özgür geleceğe döşenmek istenen dinamitlere dur demektir.