11 Mayıs 2021 23:30

Akademisyen Cuma Çiçek: Kürtçenin kamusal alanda kullanımı sağlanmalı

"Özellikle devlet dışı aktörlerin bu süreçte radikal bir değişime gitmesi gerektiğini, Kürtçenin kamusal alanda hâkim bir dil haline gelmesi için kaynaklarını seferber etmesi gerektiğini düşünüyorum."

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Yusuf Karataş

Sosyo Politik Saha Araştırmaları Merkezi’nin bölge illerinde yaptığı saha araştırmaları, Kürtçenin kullanımı ile sosyo-ekonomik gerçeklik arasında çarpıcı ilişkiler sundu. Kürtlerin Kürtçeyi kullanma oranları, eğitim düzeyinden ekonomik duruma kadar bir dizi faktöre göre değişiyor. Genel itibariyle iç açıcı bir gelecek tablosuna işaret etmeyen mevcut durumun değişmesi ise büyük ölçüde politik dinamiklere bağlı elbette. Devletin kuşaklar arası dil aktarımı konusunda sıkıca kapattığı kapıların açılması da, Kürtçenin kamusal alanda ihtiyaç duyulur hale gelmesi de politik alanla ilgili. Talep etmek, mücadele konusu yapmak ve elbette ‘devleti beklemeden’ elindeki imkân ve olanaklarla görece ileri adımlar atabilmek...

Değerli akademisyen Cuma Çiçek de yaptığımız söyleşide, konuya dair önemli belirleme ve çözüm önerilerinde bulunuyor.

İsterseniz, Sosyo Politik Saha Araştırmaları Merkezi’nin anadil kullanımıyla ilgili olarak yaptığı saha çalışması ve bunun sonuçları ile başlayalım. Bu saha çalışması 16 Kürt (bölge) kentinde yapılmış. Görüşülen insanların yüzde 78’i kendini Kürt olarak (Kurmanc veya Zaza) olarak tanımlamış. Bunlar arasında evde Kürtçe konuştuğunu söyleyenlerin oranı yüzde 69.4 iken, sokakta bu oran yüzde 59.4’e düşüyor. Dikkat çeken bir başka veri ise yaş ilerledikçe Kürtçeyi kullanma oranının artması... Genç kuşağa doğru gidildikçe Kürtçe kullanım oranında da bir azalma gözlemlenmiş. Çarpıcı verilerden biri de eğitim düzeyi ile ilgili. Tabii bu veriyle ilgili olarak, eğitim dilinin Türkçe olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Eğitim düzeyi arttıkça Kürtçe kullanım oranının azaldığı gibi bir tablo ortaya çıkıyor. Kürtlerdeki sınıfsal ve sosyal dönüşümle bağ bağlantılı bir önemli veri de gelir durumu arttıkça Kürtçe kullanma oranının azalması. Yani yoksulların anadilini daha çok kullandığı gibi çarpıcı bir sonuç ortaya çıkıyor. Yine, çarpıcı bir diğer veri de kırsal alanda, köyde doğanların kentte doğanlara oranla anadillerini hem sokakta hem hanede hem de resmî kurumlarda daha çok kullanmaları... Burada ortaya çıkan verilerin sizin de dil ile ilgili çalışmalarınızda işaret ettiğiniz boyutlarla kesişen noktaları var. Bu verileri nasıl okumak gerekir?

Cuma Çiçek: Dil meselesi, kişisel tercihe-kişisel algıya indirgenecek bir mesele değil. İçinde bulunduğu sosyo-politik yapıyla doğrudan bağlantılı olan bir mesele. Ülkenin yapısı, sınıf ilişkileri, güç dağılımı, kır-kent meselesi, ekonomik hayat, dilin prestiji ve statüsü, toplum içindeki algısı gibi birçok durum dil meselesinin sınırlarını büyük oranda çiziyor. Eğitim verileri, sınıfsal veriler, kent-kır ayrımına dair veriler esas olarak dil meselesini tartışırken dilin içinde bulunduğu konteksti dikkate almamız gerektiğini ve bu kontekst içinde sorunları ve çözümleri ele almamız gerektiğini söylüyor. Örneğin, Kürt coğrafyasının sınıfsal yapısını, Türkiye’deki sosyo-ekonomik yerini göz ardı ederek dil meselesini çözemezsiniz. Prestij meselesini de buna bağlayabiliriz. Yıllar önce bir tartışma hatırlıyorum. Bir arkadaşım “kiminle Kürtçe konuşuyorsun?​” diye sormuştu. Ben de gündelik hayatımda sadece apartmanımdaki kapıcı ile Kürtçe konuştuğumu fark etmiştim. Kürtçe büyük oranda yoksulun ve “eğitimsizin” dili. Prestij olarak buna atfedilmişti. Doğal olarak toplumun sınıfsal statüsü ile dilsel becerisi, prestiji gibi çeşitli dinamiklerin tamamı ile birlikte düşünmedikçe dilin statüsüne dair bir analiz yapmanız ve Kürtçe gibi baskı altında kalmış dillerin canlanması için bir yol haritası çıkarmanız mümkün değil. O yüzden esas olarak bu veriler bence, bizim dil meselesini sosyo-politik bağlam içinde ele almamız gerektiğini söylüyor. Bunların tamamını içeren bir planlamayla ancak Kürtçe gibi ya da ülkemizdeki Arapça gibi baskı altında kalmış dillerin canlandırılabileceğini gösteriyor.

UNESCO’nun dil ile ilgili 2003’te yaptığı bir araştırma var. Dilsel canlılık ve dillerin kaybolma tehlikesiyle ilgili. Yanılmıyorsam siz de bir yazınızda değinmiştiniz, şu vurgu var; bir dil bütün kuşaklar tarafından kullanılabiliyor ve başka bir dil tarafından tehdit edilmiyorsa ve ayrıca kuşaktan kuşağa aktarım kesintisiz olarak sürebiliyorsa o dilin güvende olduğu biçiminde bir tanımlama var. Şimdi değindiğimiz bu veriler, Kürtçenin milyonlarca insanın anadili olmasına rağmen ciddi bir tehlike altında olduğunu göstermiş olmuyor mu?

Araştırmanın tablosu bence biraz iyimser, durum bundan daha vahim. Çünkü araştırma, örneğin 18 yaş altındakilerin dil becerisine bakmıyor. Şunu biliyoruz; Diyarbakır’da 18 yaş altı nüfusun oranı yüzde 48 civarında. Ankette sadece 18 yaş üstünün becerilerine bakılmış durumda. Ayrıca anket yapılan kişiler büyük oranda kentte yaşayanlar gibi görünüyor, kır ve kent dengesinin iyi ölçüldüğünden emin değilim değilim. Araştırmada doğduğu yerin neresi olduğuna yönelik bir soru var. Anketin kırda mı kentte mi yapıldığına dair veriler net değil. Şimdi dil meselesinde hemen hemen yapılan bütün çalışmaların ortak bir noktası var. Bir dilin ölümünü ya da yeniden canlanmasını belirleyen ana dinamik esas olarak kuşaklar arası dil aktarımıdır. Sizin diliniz gündelik hayatta bir şekilde kuşaklar arasında aktarılabiliyorsa, örneğin Kürtçe gündelik hayatta çocukların diliyse, o dil büyük oranda ölümden kurtulmuş demektir. Ya da tersinden düşünürsek, Kürtçe çocuklara ve genç kuşaklara aktarılamıyorsa bu dilin ölüm riski var demektir. Ben Diyarbakır’da yaşıyorum, siz de burada yaşıyorsunuz biliyorsunuz; Şırnak, Hakkâri gibi illeri çıkardığınız takdirde bugün Diyarbakır, Mardin, Urfa, Batman gibi büyükşehirlerin çoğunda yaşayan çocukların hemen hemen yüzde 90’ının Türkçe konuştuğunu ve çok sınırlı bir kısmının Kürtçe bildiğini gözleyebiliyoruz. Diyarbakır’da bu belki de yüzde 90’dan da fazladır. Kürtçenin şu an kuşaklar arasında aktarımında bir kesinti olduğu açık. Bu alanda yapılan çalışmalar, politik hareketin etkisi ya da insanların kişisel çabalarıyla çocuklarına Kürtçe öğretmeye çalışmalarının dilin çocuklar arasında kullanımında

kısmi bir yaygınlaşma yarattığı söylenebilir. Ama şu an Kürtçenin 40 yaş üstü, 20-40 yaş arası, 20 yaş ve altı diye 3 kuşağın grafiğini çıkardığımızda bu grafiğin yukarıdan aşağıya gittiğini görürüz. Zaten araştırma genç ve yaşlı kuşak arasındaki dil becerisindeki farkı ortaya koyuyor. Bunun sokakta ve kamu kurumlarında daha da azaldığını görüyoruz. Zaten özellikle çocukları da katarsanız –ki, dil meselesinde ana kitle çocuklardır, o kuşağın dili kullanması dilin öleceğini ya da yaşayacağını belirler– son yıllarda belki Kurmancînin biraz canlanmasından bahsedebiliriz ancak genel olarak yok olma riskiyle karşı karşıya. Zazakî için ise bu risk çok daha büyük. Genç kuşakların esas olarak Türkçeyi kullandıklarını; Kürtçenin ise, bu kuşağın anladığı ama çoğunlukla konuşamadığı bir dil olduğunu söyleyebiliriz.

DİLİ ÖLDÜREN DİNAMİKLER

Kürtçe bakımından bahsettiğiniz yeni durumun ortaya çıkmasında biraz da sosyo-ekonomik dönüşümün, yani şehirleşme unsurunun dilin aktarımını sınırlayan koşullardan biri olduğunu söyleyebilir miyiz? Çünkü şöyle bir durum var. Kürtçeye dair bugüne kadar söylenen şeylerden biri de medreseler gibi dinî kurumların dilin korunmasında önemli bir yeri olduğu ve öte yandan da kırsal nüfusta dilin daha kolay korunabildiği biçiminde. Mesela yakın zamanlara kadar Diyarbakır’ın herhangi bir ilçesine giden bir Türk bile orada Kürtçe öğrenebiliyordu. Kentin merkezine gelindiğinde ise Kürt dilinin kullanımı hem pazarda hem sokakta, yani sosyal yaşamın her alanında giderek sınırlandığı için, dili öğrenme ve geliştirme oranı da düşüyor. Sosyo-ekonomik dönüşümün etkisi açısından neler söyleyebiliriz?

Bu konuya şu soruyu cevaplayarak başlayabiliriz. Dili öldüren dinamikler nelerdir? Bu konuda dünyada devasa bir literatür var ve bize kaba taslak iki dinamiğin dilin ölümünde etkili olduğunu söylüyor. İlk olarak, kapitalist modernleşme dediğimiz ekonomik dinamiklerle işleyen süreçler. Örneğin kentleşme, kırın kente oranla zayıflaması ve burada bir kültürün hâkim olması. Sadece Kürtçe bağlamında bunu düşünmeyin. Akademik camiada, İngilizce örneğin, dünyanın ortak akademik dili halinegelmeye başladı. Türkçe de doktora tezi düzeyinde, araştırma dili olma bakımından etkisini yitiriyor. Ama genel olarak bir modernleşme, sınıfsal dönüşüm, kentleşme, eğitim ağının gelişmesi gibi mekanizmalarla birçok dilin ölmeye başladığını söyleyebiliriz. Modernleşmenin ana dinamiklerinden biri de ulus-devletleşme. Bir sosyo-politik inşa ile bir dilin ve kültürün merkeze alınması ve kalan dil ve kültürlerin ölümünün yol taşlarının döşenmesinden bahsedebiliriz. Bu iki dinamik de dilin ölümünü etkiliyor. Ulus-devletleşme ile beraber, ulus devletin gündelik hayatı yönetme becerisi her geçen gün artıyor. Belki bunu başta söyleyebiliriz. Ama bunun birçok sebebi var. Öncelikle, devletin her alana nüfuz etmesi bundan 50 yıl öncesine göre çok daha yüksek. Okullaşma oranı, eğitim düzeyinin artması, devletin algıları yönetme becerisi, medya ve teknoloji gibi yeni araçlarla aslında bu biyo-iktidar dediğimiz toplumu bir bütün olarak yönetme becerisi artmış durumda. Tabii devlet bu yönetmeyi yaparken bir dili araç olarak kullanıyor, o da Türkçe. Bunu yaparken belli dilsel ilişkiler, statüler inşa ediyor. Hatırlarsanız ‘Kürtçe bir medeniyet dili midir?​’ diye bir tartışma yaşandı. Esas olarak, ulus devlet hem maddi hem de sembolik olarak homojenleştirici bir yönetsel kapasitenin yayılmasını ifade ediyor aynı zamanda. Bu Türkçe dili ve kültürü üzerinden inşa edildi. Bugün Türk ulus-devletinin köylere, en uç yerlere kadar yayılma kapasitesi yüksek. Bunun bir nedeni bu.

Sizin ‘Bir Dil Neden Yasaklanır’ kitabınızda da bu bağlamda çarpıcı belirlemeler bulunuyor. Burada Şeyh Sait’in idamını gerçekleştiren savcı Ahmet Sureyya’yı (Örgeevren) duymuşsunuzdur. Anılarını yazdığı kitabında bu yargılama yapılırken bir anekdot anlatır. Mahkemeye bir Kürt genci getiriliyor. Buna Türkçe soru soruyorlar ancak genç Türkçe bilmediği için yanıt veremiyor. Mahkeme heyeti “Türkçe bilmeyen birinin bu ülkeye faydası da olmaz” diyerek gencin idamına karar veriyor. Bu homojenleştirme politikası bir yandan da kırım eşliğinde sürdürülüyor…

1925 Şark Islahat Planı’na bakarsanız, örneğin daha sonra meclis başkanı olacak Abdulhalik Renda’nın bir ön rapor yazdığını ve bu raporda esas olarak şu tespiti yaptığını görüyoruz: Fırat’ın doğusunda Kürtler nüfus ve nüfuz olarak hâkim haldedir. İki millete dayalı bir devlet olmaz diyerek, Türklüğün nüfusunu ve nüfuzunu kılmak üzere bir plan hazırlıyor. O plana baktığınızda yatılı okulların, kız mekteplerinin asimilasyon politikalarının araçları olarak değerlendirildiğini görürsünüz. Yine, bölgeye yılda 50 bin kişi olmak üzere Balkanlardan, Kafkaslardan yaklaşık 500 bin kişinin 10 yıl içerisinde getirilip nüfusun değiştirilmesine yönelik bir planın uygulandığını görürsünüz. 1935›te İsmet İnönü’nün Şark ve Islahat Raporu vardır. Yine o raporda mealen şunu söyler İnönü: Biz 1920’lerin başında Kürtlerin okutulup okutulmamasını tartıştık. Okutulmamasına karar verdik ama kanaatimce Kürtlerin asimilesi için okutulması gerek. Bu meseleler 1925’lere 1935’lere kadar gider. Yine devlet şiddetini merkeze alan bir homojenleştirme politikası olduğu açık. Bu konuda Kürtlerin bir hafızası var.

KUŞAKLAR ARASI DİL AKTARIMI İSTENMİYOR

Cumhuriyetin ilanından bugüne, yaklaşık bir asır sonra bile aynı politikaların bir şekilde hatta daha fazla enstrüman kullanılarak devam ettiğini söyleyebilir miyiz?

Avrupa Birliği süreciyle beraber hem yükselen Kürt hassasiyetinin hem de AB üyelik sürecinin açtığı imkânlarla beraber Kürtçeye bir alan açıldı. Bunu da göz ardı etmemek gerekiyor. TRT Şeş açıldı, üniversitede bölümler açıldı ama bu sürecin esasında kısmi bir tanıma ve Kürtçeyi Türk üst kimliğinin folklorik bir alt unsuru olarak görme biçiminde tezahür ettiğini söyleyebiliriz. Bu reformların kuşaklar arası dil aktarımını güvence altına almadığını özellikle belirtmek gerekir. Bugün Kürtçe anadilde eğitim konusunda direncin devam etmesi esasında bize şunu söylüyor: Devlet kuşaklar arası dil aktarımının engellenmesini sürdürmek istiyor.

Söylediğinize binaen bir şey sorayım. 2006’da bir yazınızı okumuştum. AKP’nin bu bakımdan hakkını teslim etmek gerektiğini söylüyordunuz. TRT Şeş, özel liselerde belli derslerde Kürtçe eğitimin önünü açma gibi adımlar vardı, evet. Ama bu adımlar kolektif haklardan çok bireysel haklara dayalı bir politikanın parçasıydı. Asıl olarak da Kürt sorununun bölgesel düzeydeki, o zaman ABD’nin bölge politikası, Güney Kürdistan siyasetinin, oradaki bölgesel yönetimin yarattığı etki ve Türkiye’de Kürt sorununun kimi bireysel haklarla çözülüp Kürtlerin rejime yedeklenmesi hesabı gibi bir durumvardı. Yani esasında iktidarın inisiyatifinde bir çözüm arayışı vardı, ki bu da yürütülen mücadelenin bir sonucuydu. O bakımdan buna hakkını teslim etmek mi, yoksa sürdürülen mücadelenin politik etkisini yedeklemeye çalışmak mı demek gerekiyor?

Devletin Kürtçeyi yaşatmaya yönelik bir çabası var mı diye sorarsanız buna açık bir şekilde hayır yok derim. Ama Kürt sorununun 100 yıllık tarihine baktığımızda 2002 yılından sonrasını göz ardı etmememiz gerekir. Bu yüzden 2002 yılı sonrası reformların bir başlangıç olduğunu söyleyebiliriz. 24 saat yayın yapan bir Kürtçe kanalın açılması, üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılması, liselerde bazı derslerin Kürtçe verilmesi, Kürtçenin yüzyıllık tarihi dikkate alındığında önemli bir başlangıç. Bunun kıymetini bilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ama bununla beraber –kuşaklar arası transferi onun için vurguladım– Türkiye’de yapılan bu bütün reformlar dili kurtarmaya yeter mi; Kürtçenin bu 100 yıllık süreciyle yüzleşmeyi sağlayan, Kürtçeye alan açan bir reform süreci midir? Elbette ki değil. Aslında yapılan reformlar özetle Kürt dilini ve kültürünü Türklüğün folklorik bir alt unsuru olarak çerçeveliyor ve Kürtçeye uzunbir ömür biçmiyor. Bu anlamda, önemli bir başlangıç olmakla birlikte Kürtçenin korunmasını ve kuşaklar arası aktarımının güvence altına alınmasını sağlayan bir süreç değil. Bunu siyasi olarak değerlendirirseniz, elbette yükselen Kürt direnişine yönelik bir cevap olarak da okuyabiliriz. Bu yükselişi kontrol altına almak için yapılan reformlar olarak da düşünebiliriz. Özellikle Kürtlerin Rojava’daki kazanımlarından sonra devletin Öcalan ile görüşme sürecinde bu süreçten sorumlu Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın bir yazısına sık sık atıf yapıyorum. Devletin yaklaşımını çok iyi ortaya koyduğu için. Şöyle diyordu bu yazısında Akdoğan: “Rojava’daki özerklik tahayyülü, Kürtleri çözüm sürecinde şımarık ve tatminsiz yapıyor.” Yani özerkliği bir hayal olarak görüyor ve Kürtler bizim verdiklerimizle yetinmeli diyordu. Dil politikaları konusundaki dünya deneyimleri, özellikle iki alanın deneyimi önemli bilgiler veriyor. Biri Katalan deneyimi, diğeri Kanada’daki Quebec deneyimi... Quebec, Kanada’nın Fransızca ve İngilizce konuşulduğu bir bölgesi. Halkı Fransız. 1976’ya kadar yasaya göre aileler çocuklarını isterlerse Fransız okullarına, isterlerse İngiliz okullarınayollayabiliyorlardı. Kreşten üniversiteye kadar ikili sistem var. Ama zaman içerisinde Quebec ekonomisinin Kuzey Amerika’ya bağlı olması ve ekonomik alanda İngilizcenin daha güçlü olması nedeniyle Fransızcanın bu yasal eşitliğe rağmen gün geçtikçe güç kaybettiğini görüyoruz. 1976’da simetrik dil politikasından asimetrik dil politikasına geçiyorlar. Yani Fransızcayı merkeze alan ama İngilizceyi de öğreten bir politikaya geçiyorlar ve zaman içerisinde Fransızcanın güçlendiğini görüyoruz. Örneğin Katalonya bölgesinde kamuda asıl dil Katalanca ama İspanyolcayı da öğretmek zorundasınız. Şunu söylemeye çalışıyorum, bir dili yaşatmak için yasal olarak eşitlik kursanız bile, bu, dili kurtarmaya yetmiyor. Diyarbakır’da ikili sistem kurup, çocuklarınızı istediğiniz okula yollayın dediğinizde çoğunluk Türkçe okula yollayacaktır. Çünkü insanlar şunun farkında: Kürtçe eğitim çocuğa iyi bir gelecek sağlamıyorsa, iyi bir meslek sağlamıyorsa, ekonomik bir gelecek sağlamıyorsa çocuğunu Türkçe okullara yollayacaktır. Dolayısıyla uzun süre baskı altında kalan bir dili yaşatmak için pozitif ayrımcılık yapmanız gerekecektir. Bunu sadece bir dili öğretme meselesi olarak anlamamak lazım. Esas olarak dil meselesindeki tecrübeler bize şunu söylüyor: Simetri bile yetmez. Eğer Kürtçeyi öğretme, geliştirme ve aktarma konusunda bir samimiyet varsa Kürtçeyi merkeze alan ama ülkenin ortak dilini de öğretmeyi zorunlu kılan bir sistemin olması lazım. Elbette siz bu politikayı idari ve siyasi alanda düzenlemeler yapmadan hayata geçiremezsiniz.

İDARİ VE POLİTİK DEĞİŞİM ŞART

Anadilinde eğitimle birlikte bahsettiğiniz gibi bu eşitsizliği ortadan kaldırmak; dilin değerli kılınması ve kullandırılmasını özendirmek bakımından öncellikle kamusal alanda kullanılmasını sağlamak gerekiyor. Kürtçenin kamusal alanda kullanılmasını sağlamak bu bakımdan oldukça önemli.

Çok basit bir örnek vereyim: İnsanlar dünya kadar para verip İngilizce öğrenmeye çalışıyorlar. Çünkü İngilizce meselesi, dil ile güç, iktidar, ekonomi arasındaki ilişkileri tüm detaylarıyla ortaya koyan bir örnek. Kâğıt üzerinde Kürtçenin olması Kürtçeyi kurtarmaya yetmeyecektir. Ben Kürtçenin canlanması için üç kritik alan olduğu düşüncesindeyim. Bunun bir tanesi medya. Medya devletin yetkisini biraz da olsa aşan bir alan. Sosyal medya, Internet, uydu üzerinden yayın yapan Kürtçe televizyon kanalları gibi devlet hegemonyasını ve yasaklarını bu alanda aşmayı sağlayan yeni araçlar ve imkânlar var. Kürtçe açısından böyle bir alan oluştu ve Kürtler bunları kullanmaya hâlâ devam ediyor. İkinci olarak, kuşaklar arası dil aktarımını güvence altına almak için kritik nokta anadilinde eğitim. Siz bir çocuğu kendi diliyle eğitmediğiniz sürece o çocuğa bu dili öğretmeniz mümkün değil. Büyük ihtimal çocuk kendi dilini ikinci bir dil olarak sonradan öğreniyor. Anadilde eğitim olmaksızın kuşaklar arası aktarımı güvence altına almak mümkün değil. Üçüncü olarak da kamusal alanda kullanım. Fransız düşünür Pierre Bourdieu’nun kavramlarıyla söylersem Kürtçenin “sembolik sermayesini” ve “sembolik iktidarını” kamusal alanda güçlendirmezseniz bu dili koruma şansınız yok. Bu üç alanda ilerleme sağlayamadığımız sürece, belirli hassasiyetlerle, insanları o dili kullanmaya çağırmakla bu dili kurtarma şansımız yok. Baskı altında kalmış bütün diller için bunu söyleyebiliriz.

Anlattıklarınız bize anadilinde eğitimi belirli bir idari ve politik statüye sahip olmaktan bağımsız bir şekilde tartışamayacağımızı da gösteriyor. Kamusal alanda bir dilin kullanılabilmesi için aynı zamanda idari, politik olarak da o dilin kullanılmasını sağlayacak bir yapılanmayı zorunlu kılıyor.

Bu işin en yumuşak geçişi bir yerelleşme. Şehir ya da bölge ölçeğinde bir âdem-i merkezileşmeyle dil meselesi yerellere devredilebilir. Bunlar dil meselesini yerel ölçekte çözebilirler. Örneğin sadece anadilde eğitim meselesini ele alalım. Türkiye’de anadilinde eğitim verilmesine karar verdik diyelim. Bunu nasıl yapacaksınız? Organize edilmesi gerekir. Bana sorarsanız iki yöntem var. Birincisi, eğitim bakanlığını bakanlıktan başlayarak taşra teşkilatlarına kadar iki dilli bir yapıya kavuşturacaksınız. Çünkü eğitim dediğiniz zaman öğretmen meselesi var, müfredatı var, bölümleri var, eğitimin idaresivar. Bunun tamamını kapsayan bir alandan bahsediyorum. Tüm bunların organizasyonu için eğitim bakanlığını iki dilli hale getirmek ya da bakanlık içinde Kürtçe için ayrı bir yapılanma oluşturmak gerekir. İkinci seçenek, coğrafik olarak Kürtçenin hâkim olduğu yerellerde iki dilli bir yapı kurarsınız. Biz bunu nasıl organize edeceğiz? Böylesi bir eğitim organizasyonunun idari ve siyasi olarak bir değişimi gerektirdiği açık. İdari ve politik yapıda bir değişim yapmaksızın bunu yapma şansınız yok. Ya ülkenin tamamını iki dilli hale getireceksiniz ya da bu dilin hâkim olduğu yerellerde yerel ya da bölgesel ölçekli sosyo-politik bir yapı oluşturacaksınız. Bu yapının ölçeği 81 il de olabilir, 26 kalkınma ajansı bölgesi de olabilir, 30 büyükşehir bazlı yeni bir bölgeselleşme de olabilir. Ya da Kürtlerin çoğunlukta olduğu illerin tamamını kapsayan tek bir bölge ölçeğinde de olabilir.

Yerelleşme demişken, Kürt siyaseti bakımından da bir tartışma konusudur bu, demokratik özerklik, bölgesel özerklik ya da federasyon olması anlamında. Bugün ülkenin tamamında iki dilli ya da iki uluslu yapılanma söz konusu olmayacaksa bunun konjonktürel bakımdanbölgesel temelde çözümüne dayalı bir idari yapılanma daha mümkün görünüyor gibi. Ne dersiniz?

Burada temel mesele, yetkinin sınırlarının ne olacağı. Yetkinin devredileceği ölçek il mi olur, birkaç ili kapsayan bir bölge mi olur, 30 büyükşehir mi olur, bu tartışılır. Örneğin siz 81 ilde bütün yerellerde ikinci bir dili seçme ya da belediye aracılığıyla eğitimi iki dilli ya da çok dilli yapmak isterseniz bu iş belediyeler üzerinden de çözülebilir. Bu işin kritik noktası bence yerelleşme. Bu işin coğrafi biçimi değişebilir. Kritik mesele anadilde eğitim ve dil politikaları konusunda yerellere verilen yetkiler ne olacak ve bunların sınırları ne olacak. Bu konuda ben belediye ölçeğinde ya da il ölçeğinde bir âdem-i merkezileşmeyle bile birçok sorunun çözülebileceğini düşünüyorum. Yeter ki Kürtçeyi koruma ve yeni kuşaklara aktarma konusunda bir samimiyet ve iyi niyet olsun.

DEVLETİ BEKLEMEDEN YAPILABİLECEKLER VAR

Ülkedeki durum dil, kültür gibi unsurları giderek politik durum ile birlikte konuşmak zorunda olduğumuz meseleler haline getiriyor. Yerelleşme meselesine, yetkilerin atanmışlarda değil seçilmişlerde toplanması şeklindeki çözümüne bile bugün ne kadar uzak olduğumuz ortada. Son olarak şöyle toplayalım, sizin de dil ile ilgili önemli çalışmalarınız var. Sizin geçmişte Demirtaş’ı eleştirdiğiniz bir yazınızı hatırlıyorum. Demirtaş, Güney Kürdistan’daki konferansta anadilinde sunum yapamaması üzerinden eleştirilmiş ve o da bir Kürt olarak anadilinde sunum yapamamasının bu dili yasaklayan devletin bir ayıbı olduğunu söylemişti. Siz de, bu devletin bir ayıbı da olsa, eğer Kürtler adına siyaset yapıyorsanız bu durum sizin sorumluluğunuzu ortadan kaldırmaz, biçiminde eleştiri yapmıştınız hatırladığım kadarıyla. Bu sorumluluk bağlamında Kürtlerin kendi dillerini canlandırmak bakımından nasıl bir yol izlemeleri gerekiyor?

Selahattin Bey’in cezaevinde Kürtçe öğrenmeye çalıştığını biliyorum. Bu konuda samimi bir çaba içerisinde olduğuna inanıyorum. Umarım kitleler tarafından dikkate alınan bir siyasi lider olarak bu çabasına devam eder. Bu soruya devlet üzerinden yürüyen tartışmaları hatırlatarak cevap verebilirim. Devlet üzerine yapılan tartışmalarda kritik bir soru vardır: Devletin gücü nereden gelir? Çatışma kuramcıları bu soruya verdikleri cevapta farklı konseptleri kullansa da esas olarak iki güç kaynağına işaret ederler: Biri rıza, diğeri sopa ya da zor. Devlet bir yönüyle sopayla toplumu yönetir. Polis, ordu, cezaevleri, mahkemeler, özetle şiddet aygıtlarıyla toplumu yönetir. İkinci boyutu ise rıza. Yani devletin vatandaşın kalbini ve aklını kazanma kapasitesi diyebiliriz. Bunu dinle yapar, dil politikası ile yapar, iyi bir şehir inşa ederek, iyi bir eğitim sitemi kurarak yapar. Toplumsal rıza üretir. Vatandaşına şu mesajı verir: Ben sizin için çalışıyorum. Esas olarak bütün devletler bu sopa ve rızanın dengesinden oluşur. Sopa daha hâkimse daha otoriter devletler ortaya çıkar. Rıza hâkimse daha demokratik devlet ortaya çıkar. Bourdieu bu konuda bir itirazda bulunur. Der ki: Sopada da rıza bulunur. Devlet sopayı bu kadar yaygın kullanıyorsa, toplum içerisinde çoğunluk, sopaya rıza gösterdiği için kullanıyordur. Dolayısıyla devletin asıl güç kaynağı rıza üretme kapasitesinden gelir. Devleti bir sosyo-politik alan ve yapı olarak düşünürsek, çerçeveyi biraz genişletip şu soruyu sorabiliriz: Sosyo-politik hareketler, alternatif bir toplumu nasıl inşa edebilirler? Ben bunun cevabının rıza olduğu kanaatindeyim. Buna Gramsci, hegemonya der. Bourdieu, sembolik sermaye ve sembolik iktidar kavramlarına başvurur. Michael Mann, altyapısal güç der. Demokratik özgürlükçü bir hegemonya inşa ederek, yani toplum içerisinde hâkim anti-demokratik, özgürlükleri sınırlandıran rızaya karşı, alternatif bir rıza üreterek ya da bir karşı-rıza üreterek bunu sağlayabilirsiniz. Bu dil için de geçerli. Kürtlerin kamusal alanda Kürtçeye dair dilsel sermaye ve dilsel iktidar üreterek toplumsal rıza üretmesi gerekir. Bu konuda önemli adımlar atılmış durumda. Ama gidilmesi gereken daha çok yol var. Kürtler bugün haklı olarak anadilde eğitim, Kürtçeyi kamusal alanda ve kamusal hizmetlerin sunumunda kullanmak gibi taleplerini dile getiriyorlar. Bu talepler artarak sürmeli. Ama öte yandan, devletin adım atmasını beklemeksizin, Kürtçenin sembolik sermayesini artıracak ve sembolik iktidarını güçlendirecek çalışmalar yapılmalı. Kürtçenin kamusal alanda baskın ve canlı bir dil haline gelebilmesi için devasa imkânlar var. Kürt siyasi hareketinin kurumlarını düşünün; medya, sivil toplum örgütlerinin devasa bir yapısı olduğunu biliyoruz. Dilsel iktidarı ve sermayeyi güçlendirebilecek birçok alan var. Bir tane örnek vereyim, HDP’yi örnek verelim. HDP iki dilli bir eğitim sistemi talebinde bulunuyor. Bugün devleti beklemeksizin HDP kendisini iki dilli bir parti haline getirebilir. Kürt coğrafyasında Kürtçeyi siyasetin hâkim dili haline getirebilir. Bütün kurumsal yapısını iki dilli hale getirebilir önemli oranda Türkçe. Kürtçeyi merkeze alan ama Türkçeye de alan açan bir Kürt medyası neden olmasın? Bunu yapabiliriz. Kürtçeyi birinci dil, hâkim dil yapmak için devasa bir alan var, bir yandan reformlar yapılması için mücadele ederken bir yandan gündelik hayatta atabileceğimiz adımlar var. Hiçbir şey yapamasanız bile kendi evinizde Kürtçe konuşabilirsiniz. Benim bir kızım var, yedi yaşında, doğduğundan beri ben Kurmancî, annesi Zazakî konuşuyor. Bugün üç dili de anlayabiliyor. Ama bizimle büyük oranda Türkçe konuşuyor. Hayatın diğer yüzde 70-80 oranında Türkçeye maruz kalıyor. İzlediği beş çocuk kanalının dördü Türkçe. Sokakta oyun oynadığı 10 çocuğun 9’u Türkçe konuşuyor. Kızım okula gidiyor ve eğitim tamamen Türkçe. Gündelik hayatta Kürtçe konuşmama rağmen benim bireysel çabam yetmiyor. Bu anlamda mesele tek başına bireysel tercih meselesi değil, kurumsal bağlamın değişmesi gerekiyor. Anadilde eğitim gibi dilsel hakların tanınması için mücadele etmek gerekiyor. Ama bununla birlikte, devleti beklemeksizin atılacak adımlar var. Hem kolektif aktörlerehem de tek tek bireylere önemli roller düştüğünü düşünüyorum. hem de tek tek bireylere önemli roller düştüğünü düşünüyorum.

ZAROK TV’NİN ÇOCUKLARA KATKISI

Sizin bireysel çabaya dikkat çekmenize, Kürtlerin her alanda kendi dilini konuşması konusunda ısrarla yaptığınız vurguya bir itirazım yok. Aksine gündelik hayatta Kürtçeyi kullanma çabası çok değerli. Ama toplamına baktığımızda siz de bunun mevcut kuşatmayı kırma bakımından çok sınırlı olduğunu kabul ediyorsunuz. Dolayısıyla sizin anlattığınız durum aynı zamanda bu çözümün, yani bireysel çabanın sınırını da göstermiyor mu?

Kürtçenin resmî bir eğitim dili haline gelmediği koşullarda bin kişiden ancak beşi-onu çocuğuna Kürtçe öğretecektir. Ama bu, bireysel ya da kolektif düzeyde çabaları kıymetsiz kılmıyor. Kürt medyasının tarihine bakalım. 1995’te yayın yapan Med TV’yi düşünün. 25 yıllık bir tarihi var. Zarok TV daha yeni kuruldu. Bugün Kürt medyasının dili tamamen Kürtçe olabilirdi. Bugün Diyarbakır’da 100’ün üzerinde STK var. Bu STK’ların tamamının dili Kürtçe olabilirdi. Bugün kamusal alanın inşasında devlet en büyük aktör. Bütün gücüyle, zor aygıtlarıyla dilin alanını daraltıyor. Ama kamusal alanın tek aktörü de devlet değil. Geri kalan devasa bir alan var ve bu alanın dili de büyük oranda Türkçe. Bir yandan devleti dil haklarını tanımaya zorlamalıyız. Bununla birlikte, bir yandan da devlet dışında, fiilen Kürtçeye yeni alanlar açmalıyız, var olan alanları büyütmeliyiz. Kürtler olarak bugüne kadar bunu çok fazla yapamadık. Bu konuda bireysel çabalarla birlikte, özellikle siyasi hareketler, toplumsal hareketler, STK’lar, sendikalarişveren örgütleri, medya kuruluşları gibi kolektif aktörlere önemli roller düşüyor.

Bu çabaya dair birçok şey söylenebilir. Ben 90’ları da biliyorum. 90’lardan bu yana Kürt siyasi hareketinin Kürtçeyi kullanması bakımından azımsanmayacak bir mesafe de alındı diye düşünüyorum. Bu politik mücadelenin yarattığı bir istenç de var bugün. Bu istencin olması bir dilin yaşayabilmesi bakımından oldukça önemli herhalde.

Yıllar önce İranlı Kürt akademisyen rahmetli Amir Hassanpour uydu üzerine yayıncılık, dil politikası ve uluslaşma üzerine bir makale yazdı. Hassanpour’un altını çizdiği üzere, yüz yıllık zulüm tarihine, dilkırım politikalarına rağmen Kürtçe bugün hâlâ canlı bir dil olarak varlığını koruyabilmişse birçok dinamikle birlikte, özellikle 95’lerden bugüne uydu üzerinden yayın yapan Kürt medyasının büyük bir rolü var. Hatırlarsanız 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında OHAL kapsamında Zarok TV bile kapatıldı. Zarok TV’nin Kürt çocuklara yaptığı katkıyı tarif edemem. Kürtçe için, özellikle kuşaklar arası dil aktarımı konusunda son 20 yılda yapılanların üç beş katı kadar katkı sağladı. Ama şu anki duruma baktığımız zaman özellikle 18 yaş altı çocukların dili kullanma oranına baktığımızda, mevcut trendde radikal bir değişim olmazsa, bundan 20 yıl sonra, bir ya da iki kuşak sonra Kürt çocukları Kürtçeyi hiç konuşamayacaklar. Özellikle devlet dışı aktörlerin bu süreçte radikal bir değişime gitmesi gerektiğini, Kürtçenin kamusal alanda hâkim bir dil haline gelmesi için kaynaklarını seferber etmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bu röportaj Dilop Dergisi’nin 15. sayısında(Temmuz-Ağustos 2020) yayınlanmıştır.

ÖNCEKİ HABER

Sağlık-İş üyesi işçiler: Bizler toplu sözleşmemizi hep birlikte yürüttük

SONRAKİ HABER

Hemşireler Günü | Yetersiz personel, artan iş yükü, verilmeyen nöbet ücretleri

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa