Yazar Engin Günay: Ütopya olmazsa bu dünyaya katlanmak imkansız
Yazar Engin Günay, “Göçer Dünya -Yavana” adlı üçüncü romanında göç sorununa ekolojik boyutunu da katarak Avrupa’nın hümanizma iddiasından vazgeçen yaklaşımını mercek altına alıyor.
Fotoğraf:DHA
Sibel ÖZ
Yazar Engin Günay, “Göçer Dünya -Yavana” adlı üçüncü romanında göç dalgaları üzerinden distopik bir dünyayı kurguluyor. Çağın en büyük trajedilerinden biri olan göç sorununa ekolojik boyutunu da katarak, Avrupa’nın hümanizma iddiasından vazgeçen yaklaşımını mercek altına alıyor. Tüm bu zorluklara rağmen romanda ütopyayı eksik etmeyen Günay “Ütopya, insanlık tarihi boyunca hep var oldu. Olmazsa bu dünyaya, yaşananlara katlanmak imkansız olur. Ütopyalarımız hep olmalı diye düşünüyorum.” diyor.
“Göçer Dünya-Yavana”yı yazma düşüncesi nasıl ve nereden doğdu? Romanın yazım hikayesini kısaca anlatabilir misiniz?
İlk kez 2015 yazında binlerce göçmenin Ege ve Akdeniz’in sularında can verdiği, sonraları “büyük mülteci yazı” olarak anılacak aylarda Ege’nin bir kumsalında onların izlerine rastladığım sıralarda aklıma düştü bu romanı yazma düşüncesi. Hemen karşıdaki Midilli Adası’nı işaret ediyorlardı, o izlerin peşinden Ada’ya geçtim ve bir daha hiç peşimi bırakmadılar. İzlerin peşini sürdükçe konu dallanıp budaklanıyor, evrensel boyutlara varıyordu. Gidebileceğim yerlere giderek, insanlarla bizzat konuşarak, birincil kaynaklarla yapılan etkinlikleri izleyerek, gazete, internet haberlerini tarayarak, sayısız yazılı belgeyi ve kitapları okuyarak yürüyen bu sürecin sonunun gelmeyeceğini en başında anlamıştım. Bir yandan kurguyu oluşturup karakterleri belirlemeye çalışıyor, notlar alıyor, yazıyor, diğer yandan iz sürmeye devam ediyordum.
Roman kabaca bittikten sonra insanlığın başına pandemi belası musallat oldu. Bu durum, işin boyutlarını değiştiriyor, yollara düşmüş on binlerce insanı düşünülemeyecek zorlukların içine sürüklüyordu. İnsanların devletler arasında birbirlerine karşı biyolojik silah olarak kullanıldıkları dahi oldu, oradan oraya sürüldüler. Pandemi nedeniyle yavaşlamış olsa da bu süreç hiç kesilmedi, kanımca hiçbir zaman da kesilmeyecek. Dünyanın her yerinde güvenlik kaygıları ön plana çıkıyor, insanlar doğal reflekslerle kendi yaşamlarının derdine düşüyorlar. İşin en acı tarafı kayıpların sayısı arttıkça insanlar duyarsızlaşıyor, yaşananlar kanıksanıyor. Devletler arasında kirli pazarlıklarla, tehdit, şantaj konusu oluyor ve göçmenler toplumlarda nefret objesi haline geliyorlar.
Bütün bu olup bitenleri izlemek, sayısız kaynağı tarayıp okumak ve bir edebi kurguya, romana dönüştürmek çok yorucu bir süreçti benim açımdan. Sonu gelmeyecek olan bu süreci bir yerde noktalamam gerekiyordu. Son noktayı koyduğumda üzerinden dört yıllık bir zaman geçmişti.
Roman göçer akınları üzerinden ilerliyor olsa da alışıldık bir göçmen-mülteci romanı değil. Göçmen trajedisinden dünyayı avucuna alan güvenlik konseptine, ekolojik yıkım sorunlarından distopyaya uzanan, ama içinde bir ütopyayı da barındıran bir roman. Niçin böyle katmanlı bir yol seçtiniz?
Dünya hiçbir zaman tekin ve durağan bir yer olmadı, tarihte kavimler göçü diye bilinen büyük göç dalgaları yaşandı, ekolojik felaketler olarak anlayabileceğimiz Nuh Tufanları yaşandı, veba, kolera gibi kitlesel ölümlere neden olan büyük salgın dönemleri yaşandı. Ancak şimdi her şeyin birbirinin içine geçtiği, birbirini tetiklediği ve küresel çapta katlanarak çoğaldığı bir çağda yaşıyoruz. Son zamanlarda sevilen bir tabirle “İçinde yaşadığımız distopya” diyelim buna isterseniz. Bütün bunlar bir araya geldiğinde küresel ölçekte güvenlik konseptini öne çıkarıyor. Sonuçta özgürlüklerinden vazgeçip gönüllü olarak güvenliği seçer oldu insanlık. Bu yepyeni bir olgu, örneğin seyahat edebilmek için tüm özel bilgilerinin kayıt altına alınacağı çipli kimlik kartlarına sahip olmaya can atar hale geldi insanlar. Kimlik numarası olmadan hiçbir işlem yapamıyorsunuz şimdiden, çok yakında e-kimlik olmadan adım atamayacağız.
Neredeyse ışık hızıyla dönen bilgi akışına rağmen, özellikle pandemi insanlığın başına musallat olduğundan bu yana dünyada gerçekte neler olduğu pek kimsenin dikkatini çekmiyor. İnternette, medyada, sosyal medyada kısa bir süre görünüp sonra kaybolan görüngülerin üzerinde durmuyor kimse. Belki gerçekte neler olup bittiği tam olarak anlaşılmıyor da. Bu nedenle sorunuzda geçen farklı katmanları birbirleriyle ilişkileri, nedensellikleri içinde ele alarak bir bütünlük kazandırmayı ve edebiyat yoluyla da kalıcılık sağlamayı amaçladığımı söyleyebilirim.
Romanın anlatı zamanı içinde konunun bir tarihsel boyutu var, bunu mitolojik göndermelerle anlatmışsınız. Güncel boyutu ise yaşamakta olduğumuz distopya. Bir de geleceğe dair projeksiyonlarınız var, distopyanın varabileceği yerler. Bu distopik durum, direniş başladığında içinde bir ütopyayı da barındırıyor.
Neil Gaiman’ın çok tuttuğum bir kavramı vardır. Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 romanına yazdığı önsözde Spekülatif Kurgu’dan söz eder. Kısaca şunu der: “Spekülatif Kurgu’nun gerçekten iyi olduğu alan gelecek değil şimdiki zamandır. Şimdiki zamanın tedirgin eden veya tehlikeli bir ögesini alıp genişleterek ve ondan yola çıkıp tahminde bulunarak, bu ögeyi bu zamanın insanlarının yaptıkları şeyi farklı bir açıdan ve farklı bir yerden görmelerini sağlayacak şekilde dönüştürmektir. Uyarı niteliğindedir. Bu böyle sürerse... (Sonuçta şöyle olur) öyküsüdür.”
Benim bu romanda yapmaya çalıştığım bir spekülatif kurgu olarak görülebilir. Zamanımızın trajik bir sorunundan yola çıkarak, onun diğer büyük sorunlarla üst üste gelerek gelecekte varabileceği boyutları görmeye ve göstermeye çalıştım. Gaiman’ın dediği gibi sonuç böyle olmayabilir, çok farklı yerlere de gidebilir. Bunu önceden bilme imkanımız yok. Ancak romanı yazmaya başladığımda karşıma çıkan bazı projelerin, örneğin göçmenler kayıt altına alınırken yapılan bazı uygulamaların romanın sonuna doğru pandemi boyutu işin içine girdikten sonra bütün insanlık için gerçekleşmeye başladığını gördüm. Romanda Doktor Titus karakterinin anlattıklarının önümüzdeki dönemde adım adım gerçekleştiğini göreceğiz.
Ütopya’ya gelince, insanlık tarihi boyunca o hep var oldu. Olmazsa bu dünyaya, yaşananlara katlanmak imkansız olur. Ütopyalarımız hep olmalı diye düşünüyorum.
"KARAKTERLER BAZEN SOKAKTA RASTLADIĞIM İNSANLAR OLABİLİYOR"
Karakterler de dikkat çekici, gerçek hayattan mı alıyorsunuz karakterleri yoksa muhayyel karakterler mi? Yavana Khatun ve oğlu Zero örneğin, Yavana romana alt başlığını da vermiş. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?
Karakterler bazen sokakta rastladığım insanlar olabiliyor, sonra hayalimde canlanıp ete kemiğe, bir kişiliğe bürünüyorlar. Yavana Khatun ile Zero, Midilli Adası’nda, yalnızca çok kısa bir an için gördüğüm insanlardı. Ancak onların içinde bulundukları durum, yüzlerindeki ifade bir daha hiç gözümün önünden gitmedi. Aleppolu Usta da böyledir biraz, ona da bir resim galerisinde rastlamıştım, Suriye’nin Halep şehrinden bir galericiydi. Çok kısa bir sohbetimiz oldu, sonra Göçer Dünya’nın başlıca karakterlerinden biri haline geldi.
Bu vesileyle Halikarnas Balıkçısı’nı saygıyla anmak isterim. Yavana sözcüğünün ne anlama geldiğini ondan öğrendim, bana çok ilginç geldi. Sonra başka kaynaklardan da araştırdım Yavanaların hikayesini. Romanın içinde dönendiği ve her zaman çok özlediğim Akdeniz coğrafyasını ifade eden Arşipel kavramını da Sevgili Halikarnas Balıkçısı’na borçluyum. Arşipel’in ve artık ne yazık ki var olmayan Halikarnas’ın anısına yazılmış bir bölüm de vardır romanda.