Doç. Dr. Umut Azak: Toplum empoze edilmeye çalışılan milli ve dini kalıplara sığmıyor
Doç. Dr. Umut Azak, iktidarın tepki çeken uygulamalarını değerlendirdi: "Bunların hepsi 'dini hassasiyetler' üzerinden siyasi prim yapma çabaları. Bazen var olan bazen de icat edilen 'hassasiyetler”
Fotoğraf: DHA
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Pandemi döneminde iktidarın uygulamaları tepki çekmeye devam ederken koronavirüs önlemleri adı altında son olarak alkol yasağı getirilmesi büyük eleştirilere neden oldu. İstanbul Okan Üniversitesinden Doç. Dr. Umut Azak, “İktidardakiler, yani dini denetim altında tutanlar, milleti yine kendi İslam anlayışları doğrultusunda şekillendirmeyi arzuluyorlar. Bu seferki çok daha muhafazakar ve din temelli bir toplum/vatandaşlık öngörüyor. Elbette toplum tıpkı eskiden olduğu gibi bugün de devletin empoze ettiği “milli/dini” kalıplara sığmıyor” değerlendirmesinde bulundu.
"MUHAFAZAKAR BİR VATANDAŞLIK ÖNGÖRÜLÜYOR"
İktidar, son yıllarda eğitimden kültüre hayatın her alanına dini yerleştirme gayretini açıktan yapıyor. Kovid yasaklarının ramazan ayının gereklerine göre belirlendiği ve alkol yasağının da bunun son örneğini oluşturduğu eleştirileri var. Tartışmalar genel olarak laiklik değil, yaşam tarzına müdahale üzerinden değerlendiriliyor. Laiklik ilkesi neden öne çıkmıyor?
Çünkü Türkiye’de laiklik savunusunun ne anlama geldiği konusunda bir kararsızlık var. Laikliği savunursam, cumhuriyet döneminin başından beri yürürlükte olan, devletin dini alanı denetlemesine dayalı laiklik anlayışını mı desteklemiş olacağım? Muhafazakar sağın yaptığı gibi, sadece çoğunluk dininin özgürlüğünü savunan bir laikliği mi kastedeceğim? Dinin sadece bireysel tercih ve vicdan işi olduğunu iddia edip kamusal alandaki bariz varlığını ve gücünü yok mu sayacağım? Ya da kendime göre ideal ve soyut bir laiklikten mi söz edeceğim? Laiklik adına bütün bu pozisyonları almak mümkün, bu da ister istemez bir kafa karışıklığı yaratıyor. Yani laiklik kavramına yıllar içinde yüklenen bu farklı anlamlandırmalar ve bunların etrafındaki siyasi pozisyonlar insanları ya pasifize ediyor ya da tartışmaları daha başından çıkmaza sokuyor. Ama sanırım en çok yanlış anlaşılma korkusu nedeniyle laiklik meselesine girmemeyi tercih ediyor insanlar. Eskiden (AKP dönemi öncesinde) “mürteci”, “yobaz”, “gerici” yaftalarından korkulurdu. Şimdi “İslam düşmanlığı” yaftası yemekten korkuluyor. Çünkü günümüzde bu yafta size bütün kapıların kapanmasına, “milli” olanın sınırlarının dışına itilmenize neden olabilir. Çünkü İslam’ın “biz”i yerli ve milli kılan en önemli kaynak olduğu varsayımı belki de devlet katında en güçlü şekilde kurumsallaşmış zamanını yaşıyor. Ama aslında bu varsayım yeni değil. Laik cumhuriyetin başından beri benimsenen, milli kimliğin harcı olarak İslam anlayışının dozu artırılmış hali. Diğer bir deyişle, içinde bulunduğumuz dönem bir kopuştan ziyade, uzun bir sürecin ivmesini artırması olarak okunabilir. Nitekim, cumhuriyet dönemi boyunca, Sünni mezhebi temel alan bir İslam anlayışı devlet katında makbul inanç ve norm olarak kabul edilmeye devam edildiği için, bugünkü uygulamalar temelde bir çelişki barındırmıyor. İktidardakiler, yani dini denetim altında tutanlar, milleti yine kendi İslam anlayışları doğrultusunda şekillendirmeyi arzuluyorlar. Bu seferki çok daha muhafazakar ve din temelli bir toplum/vatandaşlık öngörüyor. Elbette toplum tıpkı eskiden olduğu gibi bugün de devletin empoze ettiği “milli/dini” kalıplara sığmıyor.
"DİNİ HASSASİYET" ÜZERİNDEN PRİM ÇABASI
İktidarın, her adımı faydaya dönüştürme girişimleri çok açık. İktidar, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi, ‘Türbede eli arkada dolaşmak soruşturması’ gibi uygulamalarla çözülmeye başlayan tabanı din üzerinden elde tutmayı mı amaçlıyor?
Bunların hepsi “dini hassasiyetler” üzerinden siyasi prim yapma çabaları. Bazen var olan bazen de icat edilen “hassasiyetler” bunlar. Ayasofya örneğinde, 1950’lerden beri devam eden Antikemalist bir hafıza siyasetini tamamına erdirip “milli” ve resmi tarihe dönüştürme çabası söz konusu. Müslüman/Türk kimliğini “Hıristiyan Batı” karşısında duyulan hınç duygusu ile harmanlanan bir üstünlük iddiası ile yeniden inşa eden mukaddesatçı/Osmanlıcı milliyetçi mirasın yeni kuşaklara aktarılmasının bir aracı olarak kullanıldı Ayasofya. Fetihçi ruhun Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülerek canlandırılmasıyla, taban içindeki eski ve yeni kuşaklar arasındaki zayıflayan ideolojik bağ tazelenmiş oldu. Türbede el arkada dolaşmak “suçu” ise oldukça “yaratıcı” bir yeni hassasiyet icadı. Dindarlığı tekelinde tutmak isteyenlerin muhalefeti yaftalamalarla yıpratma çabasının aciz bir örneği.
Bu tutum, toplumda dindar olan-olmayan kutuplaşmasını da güçlendiriyor mu? İktidarın bu tür hamlelere güçlülüğünden değil, güçsüzlüğünden başvurduğu yorumlarına yaklaşımınız ne?
Bu kutuplaşma bu tür politikalarla güçleniyor mu emin değilim. Ama bugün böyle bir kutuplaşmadan medet ummanın siyasi anlamda bir acziyetin göstergesi olduğu görüşüne katılıyorum. Pandeminin ve ekonominin yönetilemediği bir ortamda, toplumun din ekseninde maniple edilerek yönetilebileceği fikri büyük bir yanılsama.
Demokratikleşme mücadelesinin önemli bir parçası olan laiklik ilkesinin, hukuksal, yasal hiçbir zemini olmayan bu tür uygulamalarla etkisizleştirilmesine karşı nasıl bir mücadele verilmeli?
Türkiye’de etkisizleştirilmiş bir laiklik ilkesi yok; tam tersine son derece etkili, bütün kurumlarıyla işlerlik halinde olan yerleşik bir “laiklik” uygulaması var. Türkiye’ye özgü bir laiklik bu. Döneme göre kendi “mürteci”lerini (düşmanlarını) yaratan, Sünni İslam egemenliğinde bir “laik” devlet elimizde olan. Soru şu olmalı: Nasıl bir laiklik olmalı ki, dinli dinsiz her birimiz kendimizi özgür ve eşit hissedebilelim? Benim cevabım şu: Ancak farklı inançlar ve dinsizlik karşısında eş mesafeli bir devlet, gerçek anlamda laik bir düzeni tesis edebilir. Ancak o zaman sadece çoğunluk dinini benimseyenler ya da benimser gözükenler değil, azınlıkta olanlar da özgür ve eşit hissedebilir. Belki de önce bunu sormalıyız, acaba böyle bir laikliği gerçekten istiyor muyuz? Eğer istiyorsak din-devlet ilişkisini yeniden nasıl şekillendirebileceğimize dair kafa yormamız ve bunu tartışabilmemiz de gerekiyor.
LAİK DEMOKRASİ İÇİN ELZEM BİR TALEP
Meclis içi muhalefetin alkol yasağını demeçlerle geçiştirme tutumunu nasıl yorumlarsınız?
Muhalefet partileri ramazan ayında alkol tüketme özgürlüğünü savunma durumunda bırakılmanın, dindar destekçilerini kaybetmelerine neden olabilecek kurnaz bir tuzak olduğunu gördükleri için görece sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Fakat bugün artık bu tür hukuk dışı ve keyfi müdahaleler karşısında daha güçlü bir itiraza ihtiyacımız var. Demokrasinin, çoğunluğun azınlığı susturması, sindirmesi anlamına gelmediğini; dindar olsun olmasın herkesin bireysel hak ve özgürlüklerini garanti altına alan bir laikliğin demokrasimiz için elzem olduğunu daha yüksek sesle vurgulamamız gerekiyor.