EYT'li bir işçi yazdı: Mağduriyetten drama
"Haksız yasanın mağduriyeti yavaş yavaş drama dönüşmeye başladı, ailem önce çatırdadı sonra yıkıldı."
Fotoğraf: Evrensel
EYT Denizli Derneğinden bir EYT mağduru
Denizli
Bazen yol ayrımları olur insanın hayatında ve dahi ülkelerin tarih serüveninde. İnsanlar yanlış yola saparsa, sonucu genellikle kişiyi bağlar ve kişi sonucuna bir şekilde katlanır. Ülkelerin yanlış tercihi ise tüm topluma fatura edilir. Bu hikaye tam da bunu anlatacak size, bütün Türkiye Cumhuriyeti halklarının nasıl bir fatura ödemek zorunda kalışını anlatacak.
Dokuz Eylül Üniversitesi ekonometri bölümünü bitirip, gerçek bir diploma sahibi olduktan sonra, “Benim alanım ekonomi” deyip bir bankada 1995 yılında göreve başladım. İşe başlarken 3600 iş günü ve 25 yılı tamamlayıp, emekli olabiliyordum. 15 yıl çalışıp, gün sayımı doldurduktan sonra, kendi işyerimi açıp, emeklilik için kalan yılımı beklemekteyken, bir gece ansızın bir yasa çıkardı hükümet. Emeklilik şartları değişmişti artık. Tabii yasalar geriye doğru işletilemezdi ama bu normal bir hukuk devletinde geçerli idi. Anayasa Mahkemesinden de dönmedi maalesef yasa. Bir gecede, 5 milyon civarında olduğunu tahmin edebildiğimiz -sadece tahmin edebiliyoruz çünkü SGK gerçek rakamları açıklamaktan imtina etmektedir- vatandaşımızın emeklilik hayalleri buharlaşmıştı.
Hal böyleyken bir de işimizi kaybettik iyi mi? İflas ettim. Yine bir yol ayrımına gelmiştim. Ya mücadeleye devam edecektim ya da hayata veda edecektim. Ben mücadele yolunu seçtim. İş aramaya koyuldum. Alanımla ilgili işyerleri önce yaşımı soruyor, sonra “Üzgünüz 30 yaş sınırımız, 35 yaş sınırımız var” deyip kibarca kapı dışarı ediyorlardı. O dönemde iki çocuğum öğrenci idi, birisi üniversitede okuyor, diğeri ilkokulda okuyordu. Masrafları karşılamak imkansız hale gelmişti, yaşlı anne ve babam üç kuruş emekli maaşını çocukların eğitimine harcamak zorunda kaldı. Haksız yasanın mağduriyeti yavaş yavaş drama dönüşmeye başladı, ailem önce çatırdadı sonra yıkıldı.
Artık öyle bir noktaya gelmiştim ki, ne iş olsa yaparım abi, durumundaydım. Mermer fabrikasında bir iş buldum, tabii asgari ücretli. Maaşı alınca önce kara kara düşünüyor ardından gülmeye başlıyordum, eve gitmeden bitiyordu çünkü. Gündüz inşaatta çalıştım, gece kapıcılık yaptım. Bu işler hep sigortasız işlerdi. Yaş ilerliyor ve vücut artık bu yoğun tempoyu kaldırmıyordu. Bel fıtığı, boyun fıtığı, romatizma vs. derken GSS primlerini ödeyemediğim için hastaneye gitmeye bile cesaret edemiyordum. Çift işte çalıştığım dönemde ikinci evliliğimi yapmıştım.
Salgın girdi bir anda hayatımıza, artık iş bulmak falan hayal olmuştu. Borç gırtlağa dayandı, şehirde yaşamak imkansız hale geldi. Hiç beklemediğimiz bir anda üçüncü çocuğum doğdu. Dramın şiddeti artıyor, çanlar benim için çalıyordu. Hakikaten yaşam ağrısı insanın tüm benliğini kaplıyor böyle dönemlerde. Şehirde geçinemediğim için köye göç etme kararı aldım, eşim köyde yaşamak istemiyordu. İkinci defa ailem çatırdamaya başladı fakat çare yoktu ben köye göçtüm, eşim ve şu an 10 aylık bebeğim şehirde kaldı. Köyde çobanlık yapmaya başladım. Ekonomi diplomamı çerçeveletecek para bulabilirsem ahırın duvarına asacağım. Güreşçi değilim ki, bir bankanın yönetim kuruluna gireyim. Üstelik diplomam da sahte değil. İŞKUR’a gidip iş isteyince, aldığım cevap aynen şudur: “Biz sana iş bulamayız, vasıfsız olsan belki…” Belediyeye otobüs şoförlüğü için başvurmuştum bir ara. Yazılı olarak istenilen tüm şartları fazlasıyla taşıyordum, 30 yıllık ehliyet, son yirmi yılda bırak kazayı, trafik cezası bile yememişim, psikoteknik, K belgeleri, hepsi tam tekmil. Yazılı olmayan bir başka şart daha vardı ki, işte o bende yoktu. Parti referansı.
Bu dram ne zaman son bulacak biliyorum. Pir Sultan’ın sözünü bir de ben, hastaneye gidemeyeceği için hastalanmamaya çalışan, ekonomi diplomalı çoban olarak tekrarlayayım: “Yürü bre Hızır Paşa, senin de çarkın kırılır, güvendiğin padişahın, Gün gelir o da devrilir.”