Kapitalizmin çarkına çomak soktuğunuzda Avrupa’nın özgürlüğü sona eriyor
Yazar Müslüm Kabadayı, zorunlu nedenlerle yurt dışına giderek yaşama tutunma mücadelesi verenlerle söyleşilerin yer aldığı “Farklı Coğrafyalarda Üretenler” kitabını anlattı.
Müslüm Kabadayı (Fotoğraf: İbrahim Demirel) | Kitap kapağı: Klaros Yayınları
Nuray SALMAN
Yazar Müslüm Kabadayı’nın “Farklı Coğrafyalarda Üretenler” kitabında, birçoğu zorunlu nedenlerle yurt dışına giderek yaşama tutunma mücadelesi veren gazeteci, doktor, yazar, senarist, ressam, şair, çevirmen, müzisyen, eğitimci ve mühendisle yapılan söyleşiler yer alıyor. Özgür Topsakal, Dursaliye Şahan, Nimet Çetiner, Aytekin Karaçoban, Doğan Özgüden, İbrahim Eroğlu, Özkan Mert, Fırat Ceweri, Selahattin Yılmaz, Aysima Karcaaltıncaba, Yücel Feyzioğlu, Murat Altunöz, Musa Güner, M. Hakkı Yazıcı, Muzaffer Oruçoğlu, Sabahattin Şen, Murat Tuncel, Muhittin Çoban, İsmet Özer, Ahmed Arpad’la yapılan söyleşiler; “Göç ve Sürgün” olgusunu gözler önüne seriyor. Müslüm Kabadayı’yla “Farklı Coğrafyalarda Üretenler”i konuştuk.
Farklı coğrafyalarda tutunmayı başaran, çalışmalarıyla iz bırakan insanları bu kitapta topladınız… Neler hissettiniz bu söyleşiler boyunca?
Sürgün ya da mülteci olarak bu ülkelere gidenlerin çoğunluğunun, özellikle “demokrasinin kalesi” olarak bilinen İskandinav ülkelerinde yaşadıkları travmaları dinlerken göz yaşlarıma hakim olamadım. Örneğin, İsveç’in Göteborg kentinde görüştüğüm Gazeteci-Şair Murat Altunöz, kampın kötü koşullarına dayanamayan Afganlı gencin intiharına tanık olmanın travmasını hâlâ üzerinden atabilmiş değil. Yine Hollanda’nın Rotterdam kentinde görüştüğümüz engelli Müzik Sanatçısı Selahattin Yılmaz’ın kaldığı kamp doktorundan destek istemesi üzerine, kamp yöneticilerinin kendisine 45 dakika sonra yatağa götürme cezası vermeleri kahredici. Beni en çok etkileyen olaylardan biri de Selahattin’in Rotterdam’da konservatuvara kaçak olarak gitmesi. Bu travmalar yanında yeniliğe açık olan Selahattin’in müzik çalışmalarında kendisine dostluk gösteren Chai ve arkadaşlarıyla konserler verdiğini, yürüyemediği halde Hollanda’da uçaktan paraşütle atlayan ilk kişi olduğunu, 2012 yılında Rotterdam’da en iyi “gönüllü çalışan ödülü”nü aldığını öğrendiğimde içimi sevinç kapladı.
Olumlu örnekler yok muydu peki?
Stockholm’de görüştüğüm 12 Mart döneminde buraya sürgün giden Özkan Mert’in şiirleri, çevirileri, radyo programlarıyla “kıtalararası şair” olarak kendini kabul ettirmesine tanık olmanın mutluluğunu yaşadım. 12 Eylül sürecinde İsveç’e sürgün giden Fırat Ceweri’nin “yeraltı kütüphanesi”nde onunla söyleşi yapmanın büyülü atmosferini de unutamam. 1995’te Adana ve Antakya’da İnsancıl Dergisi Temsilciliklerini, en verimli çağında kaybettiğimiz şair-yazar dostumuz Hasan Hüseyin Gündüzalp’le birlikte yürüttüğümüz Muhittin Çoban’la İsviçre’de buluşmak çok güzeldi. Ayrıca, Bern’de onların kurduğu bir kültür derneğinde “Dil-Kültür Evriminin Diyalektiği” konulu söyleşi yapmanın heyecanını, coşkusunu yaşadım. Norveç’te görüştüğümüz genç Yazılım Mühendisi Aysima Karcaaltıncaba’nın rehberliğinde dünyanın en büyük heykel parkı olarak bilinen Oslo’daki Heykeltıraş Gustav Vigeland’ın heykellerinin sergilendiği Frogner Parkı’nı gezmek, oradaki heykellerle yorumlanan insanın bedensel, psikolojik ve kültürel dokusunun ayrıntılarını keşfetmek beni çok etkiledi.
‘KÖRELTİCİ TRAVMAYI SANATLA AŞIYORLAR’
Politik göçmen olgusunu da öne çıkaran bu çalışmanızda, onca yıl hapiste tutulan kişilerden de bahsediyorsunuz... Bu kişi ya da kişiler iltica ettikleri ülkelerde seslerini duyurabiliyorlar mı?
Bu anlamda kitapta dört kişinin yaşamı öne çıkıyor. 12 Mart’ta işkenceye maruz kalan 1968 kuşağının öncülerinden Muzaffer Oruçoğlu’nun ve 12 Eylül’de işkence ve baskılara direnmiş, uzun süre hapis yatmış olan Muhittin Çoban’ın anlattıkları oldukça düşündürücü. Murat Altunöz’ün 1990’lı yıllarda siyasi nedenlerle birkaç kez cezaevinde tutulması, ağır işkence nedeniyle tedavi görmesi ve 2010’da hakkında açılan davalar nedeniyle doğduğu toprağı terk etmek zorunda kalması… Ayrıca, 12 Eylül faşizmi koşullarında dünyaya gelen Özgür Topsakal’ın 17 yaşında cezaevine girmesi, çıktıktan sonra da hakkında açılan davalar nedeniyle İsviçre’ye sürgüne gitmesi, ülkesine dönememesi de önemli… Bu olup bitenlerin, yaratıcı-üretici niteliği güçlü olan sürgün, mülteci veya göçmen konumundaki bu insanlarda köreltici travmaya dönüşmemesinde, onların bulundukları ortamı değiştirme, dönüştürme çabalarının yanında, içlerindeki volkanı sanat ve edebiyat alanındaki yapıtlarıyla dışa vurabilmelerinin büyük payı var. Özellikle yazdıklarını, sanatsal üretimlerini bu araçlarla anında paylaşabilmeleri, onları motive eden veya geliştiren dönüşler, eleştiriler almaları, ufuklarının daha da genişlemesine vesile olmuş.
Görüştüğünüz şair ve yazarların gerçek anlamda kendilerini özgür hissedebildiklerini düşünüyor musunuz?
Bu insanlar, Türkiye’ye göre kısmi olarak kendilerini rahat hissettiklerini, ancak bu ülkelerin sermaye düzenine dokunan şeyler söylemeye ve yapmaya kalkıldığında sınır dışı edilmekle, kazanımlarının sınırlandırılması tehdidiyle karşı karşıya geldiklerini anlatmaktadırlar. Örneğin Özgür Aksakal şöyle diyor:
“Bu ülkenin vatandaşlığına bile geçseniz kendinizi kabul ettirmenin dikenli tellerle çevrili bir sınırı bulunuyor. Sınırınız oraya kadar. Bu sınırı onlar belirliyor ve onlar koruyor.”
İsviçre, güya Avrupa’nın en demokratik ülkesi. Ancak, orada mülteci kampında yaşayan Yazar Halil Gündoğan baskılara karşı geldiği için sınır dışı edilmekle tehdit edildi. Yani, kapitalizmin çarkına çomak sokmaya kalktığınız zaman, onlara aykırı şeyler düşünüp mücadele ettiğiniz an “Avrupa’nın özgürlüğü” sona eriyor.