Doç. Dr. Esra Arsan: Siyasi elitler, adalet yerine korku vadediyor
Mafyanın rahatça iş görebilmesi için kendilerine yolu açacak siyasilere, bürokratlara, polislere ve tabii gazetecilere ihtiyaçları var. Diğerlerinin de kirli işlerini gördürmek için mafyaya.
Fotoğraf: Kişisel arşiv
Serpil İLGÜN
İstanbul
Mafya lideri Sedat Peker’in “dönüş biletimdin” dediği İçişleri Bakanı Süleyman Soylu istifa edecek mi, savcılar iddialar karşısında harekete geçecek mi, Erdoğan nasıl tavır alacak soruları hafta içinde aydınlandı.
Haftalar süren suskunluğun ardından önce MHP lideri Devlet Bahçeli, bir gün sonra da Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Binali Yıldırım’a sahip çıkarken, hedefin “iktidarın başarıları ve Türkiye olduğu” savunuldu. Erdoğan’ın suskunluğunu bozması, iktidar kontrolündeki medyayı da rahatlattı. Aynı savunmayla manşetler atıldı, köşeler yazılmaya başlandı. Soru sorabilmek, bir konu başlığı olarak tartışma konusu oldu.
Medya, Peker’in mafya, devlet, sermaye ilişkilerini yeniden açığa vurduğu ifşaatlarında önemli bir ayak. İktidar kontrolündeki TV ve gazetelerin nasıl manipülasyon, dezenformasyon ve “yalan üretim merkezleri” olarak kullanıldığını son gelişmeler yeniden gösterdi. Gerek Peker’in sosyal medya üzerinden yaptığı gazeteci cinayetlerini de içeren ifşaat ve itiraflar, gerekse verdiği isimlerin anlatımları, özellikle iktidar medyasının mafya düzenindeki rolünü bir kere daha ortaya koyuyor.
Mafya lideri Peker’in videoları neden bu kadar ilgi gördü? Topluma, özellikle gençlere nasıl değiyor? Gazeteci cinayetlerindeki mafya bağlantısı için yeni ne sunuluyor? Parayla haber yaptırma ya da yaptırmama, gazeteci kimliği altında mafya ve siyasetçi arasında arabuluculuk yapma meselelerinde iktidar, siyasi elitler nasıl bir rol oynuyor?...
Gazetecilik Akademisyeni, Doç. Dr. Esra Arsan yanıtladı.
Siyaset-medya-mafya ilişkisi sosyal medya üzerinden skandala dönüştü. Öncelikle mafya-sosyal medya ilişkisini konuşalım.
Konu Sedat Peker’in videoları olunca, “alem Youtuber olmuş” demek geliyor içimden. (Gülüyor)
Sosyal medyanın mafya tarafından bu kadar ustalıkla kullanılması alışıldık bir şey mi?
Bu çok yaygın. Güney Amerika’da ve İtalya’da uyuşturucu kartelleri sosyal medyayı geniş kitlelere ulaşmak için kullanıyor. Özellikle TikTok ve Snapchat, narco kültürünü suç ve şiddet kültürünü yaymak için kullandıkları mecralar. Mafya bu platformlardan yeni elemanlar da devşiriyor. Ayrıca yasadışı ticaret ve fuhuş için sosyal medya kullanımı çok yaygın. Uyuşturucu satışında Instagram birinci, Facebook ikinci sırada deniyor. Mafya patronları kendi yasal markalarını güçlendirmek için de sosyal medyayı kullanıyorlar. Yasadışı işlerini yasalmış gibi gösterdikleri paravan işleri var, mesela şarap bağları, medya şirketleri, kumarhaneler gibi. Bunların reklamını yapıyorlar sosyal medyada.
Fakat sosyal medya, kullandıkça dijital ayak izi bırakılan bir mecra. Eğer netteki ayak izlerinizi gizlemezseniz, güvenlik güçleri kolayca yerinizi tespit edebilir. Nitekim, son yıllarda birkaç medya baronu bu şekilde sosyal medya hesapları üzerinden yakalandı. 2020’de Colombia’da Diego Optra, Instagram hesabı takip edilerek yakalandı. Yine bu sene Mart ayında Dominic’te bir İtalyan mafya babası Youtube’a yüklediği bir yemek tarifi videosundaki ayak izleri takip edilerek yakalandı. Sedat Peker’in uzun süredir devam eden Youtube yayınları ve diğer aktif sosyal medya hesapları düşünülürse, ya dijital ayak izlerini ustalıkla saklıyor ya da birileri kendisini bulmak istemiyor.
Videoların izlenme oranının 40 milyonu aştığı ifade edilen Sedat Peker ifşaatları sizce neden bu kadar geniş ilgi gördü?
Üç nedenle: Birincisi, Sedat Peker’in ifşaatları bir grup izleyicide mafya-siyaset-medya üçgeninde halkın tahayyülünde var olan paradigmayı yıktı. Gerçi, ülkede az çok bütün kurumların artık kirlenebileceği kadar kirlendiğine ilişkin bir algı vardı. Ama Türkiye’nin en karanlık faili meçhul cinayetlerinin, uyuşturucu kaçakçılığının, mafya ile kirli ilişkilerin bizzat bu ülkenin askeri, polisi, eski ve yeni bakanı, hatta eski başbakanının oğlu tarafından gerçekleştirilmiş olduğu iddiası tokat gibi indi. Toplumda büyük bir çoğunluk hâlâ “kutsal devlet suç işlemez” mantığıyla olaylara bakıyor. Devlet gazeteci öldürmez. Devlet masum Kürt çocuklarını sokak ortasında alnından vurarak öldürmez. Halbuki Sedat Peker diyor ki, “Uğur Mumcu öldürüldükten sonra onun evine ilk giden kişi Mehmet Ağar; katil hep ilk gelen olur.” Şok etkisi. Yine benzer bir şekilde Korkut Eken ve Mehmet Ağar tarafından Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı cinayetinin tetikçi olarak ilk önce kendisine teklif edildiğini, ama “işi” başkalarının “hallettiği”ni iddia ediyor. İnsanların kanı donuyor. Bu iddiaları Peker’in kardeşi Atilla Peker de tanık olarak doğruluyor ve bunlar derin devlete ilişkin Susurluk skandalından sonra gördüğümüz en yakıcı açıklamalar. Geniş bir kesim bu açıklamaları hayretle ve dehşetle izliyor.
İkincisi, acımasız dünya sendromuyla medyadan yayılan şiddet görüntülerini izleyen ve korkularıyla güvensizliklerini pekiştiren kitle. Gerbner’in acımasız dünya sendromu düşüncesine göre, medyadan yayılan şiddet, suç paranoyasını arttırır. Özellikle ekranda izlenen şiddet içerikleri, insanların dış dünyaya olan güvenini sarsar ve bir korku sarmalına sokar. Sedat Peker de bu videolarda tekinsiz, güvensiz, korku ve şiddet dolu bir dünyaya kapı açıyor. Üstelik bu bir dizi film değil, gerçek dünya. Şimdi tabii pandemi nedeniyle hastalık korkusuyla evlerinde kapalı kalmış milyonlarca insan var. Kurtlar Vadisi, Çukur gibi dizilerle kurgusal şiddeti izleyerek dolmuş olan bu kitle, Peker’in açıklamalarıyla dizilerdeki şiddet sarmalının aslında gerçek olduğu duygusuyla bir kez daha paranoyaya kapılıyor. Bu grup, sokağa çıkmadıkça ve olaylara sessiz kaldıkça kendilerine bir zarar gelmeyeceğini düşünerek daha da içe kapanıyor. Gerçekten de içinde yaşadığımız çağ bir korku çağı ve korku bir politika olarak üretilen, toplumsal nizamı sağlamak için sistematik olarak medya aracılığıyla pompalanan bir şey. Videoları izlerken mesela Peker’in biz barış akademisyenlerine söylediği “kanınızla duş alacağız” sözlerinin de bir politik mesaj, bir korku üretme tekniği, AKP’ye yaranmak için özellikle planlanmış bir söylem olduğunu anlıyoruz.
Üçüncüsü, Türkiye’de işlenen tüm faili meçhul cinayetlerde derin devletin, siyasilerin, polis ve askerin rolünü bilen, bunu yıllardır yılmadan ispatlamaya çalışan, sorumluluk sahibi insanlar. Ve tabii bu cinayetlere kurban gidenlerin yakınları. Bunlar siyasetçi, gazeteci, hukukçu, kayıp yakını, sivil toplum örgütü çalışanı veya barış akademisyenleri gibi yıllardır hakikati ve adaleti arayan insanlar. Bu grup da, bu şerden bir hayır çıkar mı, acaba namuslu bir savcı çıkıp da bu iddialardan bir soruşturma dosyası açar mı diye umutlanıyor.
GÜVENSİZLİK VE KORKU İKLİMİNİN DEVAMINDAN MEDET UMULUYOR
Erdoğan’ın Soylu’ya destek çıkan son konuşmasından sonra bu umutlar da kırıldı gibi. Bahçeli ve Erdoğan’ın Süleyman Soylu’ya sahip çıkmalarındaki temel argüman şu oldu; “hedef Türkiye. Uluslararası güçler ve içerdeki işbirlikçileri, Türkiye’yi kaos ve istikrarsızlığa sürüklemek istiyor!” Yaşanan her sorun karşısında ileri sürülen bu argüman hâlâ işlevli mi?
Evet, bu söylemin arkasına takılacak geniş bir kitle var. Bundan güç alan hükümetin de Peker’in ortaya serdiği kirli ilişkileri soruşturmak ve varsa suçluları cezalandırmak yolunda bir adım atmayacağı anlaşılıyor. Adalet yerine korku ve tehdit vadediyor siyasi elitler. Meral Akşener’e karşı kullanılan üslupta gördüğümüz yaklaşım da bu. Adaleti sağlamak yerine, baskıcı taktiklerle toplumda var olan güvensizlik ve korku ikliminin devamından medet umuluyor ve tehditlere devam ediliyor. Bu şekilde iktidarda kalmak ne kadar mümkün, zaman içinde yaşayıp göreceğiz.
Peker’in biraz önce bahsettiğiniz gazeteci Kutlu Adalı cinayeti ile ilgili iddiaları da gerçekten önemli. Bu iddia, Türkiye’de Uğur Mumcu’dan Musa Anter’e, Metin Göktepe’den Abdi İpekçi’ye, gazeteci cinayetlerinin arka planındaki mafya bağına dair yeni ne sunmuş oluyor?
Peker, çok net bir şekilde yakın tarihte ama özellikle 90’larda işlenen faili meçhul cinayetlerde eski polis şeflerinin, emniyet müdürlerinin ve zamanın özel harekatçı polislerinin rol aldığını söylüyor. Mehmet Ağar ve Korkut Eken’in adlarını açıkça veriyor. Ve bu bilgiyi içeriden, olaylara tanık olmuş biri olarak yapıyor. Bir zamanlar birlikte iş gördüğü kişileri adeta bir itirafçı gibi işaret ediyor. “Bu insanlar Susurluk çetesiydi, şimdi marina patronu oldular” diyor. Bodrum Yalıkavak’taki marinanın ele geçirilmesi sürecinde, marinanın eski sahibi Mubariz Mansimov’un sahte delillerle FETÖ’den yargılandığına ilişkin yeni bir suç ihbarında bulunuyor. “Adamın malının üzerine çöktüler,” diyor. Yani Ağar ve Eken’in vatan, millet aşkına değil, siyasi ve ekonomik çıkar için hem masum insanları katlettiğini, hem de işadamlarının malına mülküne konduğunu söylüyor. Normal bir demokratik ülkede hazmedilmesi zor şeyler. Adli süreçlerin çoktan başlaması gerekirdi.
DEMİRÖREN, HÜRRİYET’İ MAFYA SAYESİNDE ALDIĞININ HABERİNİ YAPAMAZ
Peker’in açıklamaları gündemi belirlerken, yüzde 90’ı iktidar kontrolündeki medya günlerce sessiz kaldı. Bu sessizlikte özellikle Hürriyet gazetesinin bizzat kendisiyle ilgili bir itirafı görmemesi ayrı bir yer tutuyor, ne dersiniz?
Bu ifşaatların Hürriyet’te yer alması zor tabii, çünkü Demirören kendi medyasında Hürriyet’i mafya sayesinde aldığının haberini yazdıramaz. Hürriyet’in yayın yönetmeni Ahmet Hakan, bizzat bu mafya tarafından evinin önünde dövülmüş bir kişi. Hem dövdüler, hem de gazetenin sahibini değiştirip adamı yayın yönetmeni yaptılar. Bir gece Hürriyet binası basıldı, taşlandı, biliyoruz. Bilmediğimizi Sedat Peker anlatıyor. AKP’li bir milletvekili kendisinden “rica etmiş”, Peker’in adamları da Hürriyet’in kapısına dayanıp, baskının daha korkutucu hale gelmesini sağlamışlar. Ardından medya grubunda sahiplik değişiyor ve Doğan Medya Grubunu hükümete yakın bir iş insanı alıyor. Yine aynı zorla medya sahibi yapılıyor Demirören. Aynı Mübariz Mansimov’un marinasını ele geçirdikleri gibi, bu kez Demirören, Aydın Doğan’ın medyasına “çöküyor.” Bu üzerine çökme mafyatik yöntemle ele geçirmek. Aslında o medya grubuna “çöken” Demirören değil tabii tahmin edersiniz ki. Hatırlarsanız Erdoğan’la telefonda konuşurken ağladığı bir tapesi yayınlanmıştı Demirören’in. “Nereden girdim ben bu medya işine?” diye. Şimdi Sedat Peker anlatıyor işte bu işlerin nasıl olduğunu. Pambıkören diye bahsediyor Demirören’den. Bu korku ikliminde, kim ne haberi yapabilir Hürriyet’te?
Soylu’nun hedef göstermesi üzerine Cumhuriyet gazetesinden yapılan “biz yapmadık, ikinci cumhuriyetçiler yaptı” savunmasına yorumunuz ne?
O açıklamanın gazetecilik mesleği adına utanç verici bir şey olduğunu düşünüyorum. Ama gazetenin hali halihazırdaki yayın politikasına baktığımda, çok da şaşırmıyorum açıkçası. Cumhuriyet böyle bir açıklama yapacağına, Süleyman Soylu ile, Mehmet Ağar’la, Korkut Eken’le ilgili iddiaların gerçek olup olmadığını araştırıp, gazetecilik yapmalıydı. Bir önceki yayın yönetmenini hedefe koyup, o kötü, biz iyiyiz demek, gazetecilik mesleğine hakaret gibi.
CEZASIZLIĞI GARANTİLEYEN GÜÇ ZİNCİRİ OLUŞTURULUYOR
Sedat Peker'in, eski Başbakan Binali Yıldırım'ın oğlu Erkan Yıldırım ve Mehmet Ağar'la birlikte kokain ticareti yapmakla suçladığı Halil Falyalı'nın Cüneyt Özdemir’e verdiği ve iddiaları yalanladığı söyleşide söyledikleri arasında “gazetecilerin” kendisinden “haber yapmama karşılığında para istedikleri konusu da yer aldı. Gazetecilik faaliyetinin böylesine bozuşturulması sürecinde iktidarın oynadığı rol için ne söylersiniz?
Öncelikle Kıbrıslı kumarhaneci ve bahisçi Halil Falyalı’nın Cüneyt Özdemir’e söyledikleri bana çok olası geliyor. Yani burada mafyaya birlikte hareket ederek mafyöz olmuş gazetecilerden bahsediliyor. Bunların tarifini de Peker yaptı zaten. “Şerefleri maaşları kadar olan gazeteciler” dedi. Gazeteciliği kamu yararı için değil, kendi kişisel veya cemaatsel çıkarları için yapan insanlar bunlar. Bunların her dönemde var olduğunu biliyoruz. Sedat Peker-Hadi Özışık olayında da mafya ile siyasetçi arasında laf taşıyan, aracılık yapan gazeteci örneğini görüyoruz. Bu ilişkinin haberciliğe yansıyan boyutuna hakim değiliz. İşin altı kazınsa, kim bilir neler çıkacak. Ama bu buzdağının görünen yüzü. Mafya-medya ilişkisi elbette bu isimlerle sınırlı değil. Mafya bu şekilde suç işlemeye devam ediyor, cezasızlık zincirinin devamı sağlanıyor. Bunun için de gazeteci, polis, savcı, hakim, asker, siyasetçi bir araya gelince güç zinciri tamamlanıyor. Cezasızlığı garantileyen bu zincir tamamlanınca, Süleyman Soylu’nun canlı yayında dediği gibi suç dosyaları bir anda “abrakadabra” oluyor. Bu ilişkiler yumağını habere dönüştürmek zor ve cesaret istiyor.
Benzer pek çok vaka, özellikle FETÖ soruşturmaları döneminde de dillendiriliyordu.
Evet, FETÖ Borsası denen şeyi Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın kitaplarından öğrendik. FETÖ’den yargılanan zengin iş insanları nasıl hakimlere savcılara rüşvet vererek beraat etti, cezasız ve serbest kaldı, belgeleriyle anlattılar. Bu savcıların bir kısmı görevden alındı, haklarında soruşturmalar açıldı. Ama maalesef hala bu haberleri görmezden gelen gazeteciler var. Hatta iktidar yanlısı medya bu rezil olayları hiç görmüyor. Bu nedenle geniş halk kitleleri gerçekleri öğrenemiyor.
AKP iktidarı bunu nereye taşımış oldu?
Her devirde siyasetçinin, iş dünyasının ve mafyanın kullanışlı aptalı olan gazeteciler olmuştur. Ancak 2000’lerde şöyle bir şey oldu. AKP iktidara geldiğinde ülkede var olan büyük mafya liderleri ya öldürülmüştü ya da hapse atılmışlardı. Alaattin Çakıcı halihazırda hapisteydi. Çakıcı da zamanında derin devlet için, MİT için tetikçilik yaptığı Susurluk skandalıyla ortaya çıkmış bir kişi. Canlı yayınlarda Çakıcı’nın yanaklarından öpeceğini söyleyen istihbaratçılar görmüştük. Onun da yakalandıktan sonra bazı telefon dinlemesi kayıtları ortaya dökülmüştü. Çakıcı’nın da Peker’inkine benzer şekilde polis tarafından arandığı dönemde, bir siyasetçinin yakınından kaçması için uyarı aldığına dair haberler yapılmıştı. Hatta o siyasetçinin Meral Akşener olduğu iddia edilmişti. Sedat Peker ise, AKP döneminde hapse girdi ve kendisi polis içindeki Gülenci yapılanmanın kumpasıyla içeri atıldığını söylüyor. Bu iki isim de zamanında derin devlet için kan döktüklerini, tetikçilik yaptıklarını ifade eden kişiler. Çakıcı, Peker gibi güvenlik-siyaset-iş dünyası üçgeninde tetikçilik ve koruma yapan mafyözler içeride olunca, onlardan açılan boşluk, anlaşılan emniyet teşkilatındaki Gülenci polisler ve yine cemaate bağlı savcılar tarafından doldurulmuş. Bu süreçte, enformasyon akışını kontrol etmek de önemli tabii, çünkü mafya bu taktikle çalışır. Muhalif gazetecilerin tasfiyesi, görevden alınan yayın yönetmenleri, işten atılan çok okunan yazarlar filan aynı dönemde oluyor. Çoğu 2007 sonrasıdır. Hükümet ve cemaat aleyhine dosya yapan gazetecilerin hapse girmesi. Hapse atmadıklarını sansür ve otosansürle ve yine mafyatik korkutma taktikleriyle susturmaları. Bu baskı ortamı tabii gazeteciliğe büyük darbe vurdu. Ülkede hiç yolsuzluk haberi yapılamaz oldu. Olmadığından değil, yayınlanamadığından ve kitle medyasında bu haberleri yapacak gazeteci kalmadığından. Ortaya çıkan yolsuzluklar pişkince kapatıldı, sineye çekildi. Şimdi 15 Temmuz sonrasında FETÖ’den boşalan alan yeniden organik suç örgütleri tarafından doldurulmak isteniyor gördüğüm kadarıyla. Çünkü bir şekilde kirli işleri yapacak birileri hep gerekli. Çakıcı’nın Bahçeli’nin baskısıyla tahliye edilişi ve Peker’in yurt dışına kaçmak zorunda kalışı da sanırım bir güç savaşı ve kirli işler ihalesinden pay kapma mücadelesi.
ADALETİN OLMADIĞI YERDE MUTLAKA KABA GÜÇ DEVREYE GİRER
Siyasiler bu ilişkinin neresinde?
Tam ortasında. Susurluk skandalından sonra Abdullah Çatlı için “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” diyen başbakan Tansu Çiller’di. Mafya siyaset ilişkisinin tarihi de eski, ama bir o kadar da karmaşık. O nedenle mafya sosyolojisi çalışanlar mafya için “sosyolojik puzzle” tabirini kullanıyorlar. Suç endüstrisi diye bir şey var. Kapitalist sistem içinde hukukla çözülemeyecek problemler mafyaya ihale ediliyor. Elbette fakirliğin, eşitsizliğin, sömürünün, haksızlığın çok olduğu ülkelerde daha özgür büyüyor mafya. Adaletin olmadığı yerde mutlaka kaba güç devreye girer. Ama mafyözler toplumdaki adaletsizliğin ve eşitsizliğin ortadan kalkması ve adil bir düzen yaratılması için suç işlemiyorlar. Tersine, adaletsizliği daha da büyüterek, kötülerin kazanmasına ve ayrıcalıklarla daha da büyümelerine zemin hazırlıyorlar. Bu şekilde kendileri de uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, silah ticareti, fuhuş, kumar gibi işlerle büyük servetler yapıyorlar. İtalyan mafyasının Amerika’da siyaset dünyasına nasıl nüfuz ettiğini belki yüzlerce filmde izlemiş, romanlarda okumuşuzdur. Kısacası, mafyanın rahatça iş görebilmesi için kendilerine yolu açacak siyasilere, bürokratlara, polislere, askerlere ve tabii gazetecilere ihtiyaçları var. Diğerlerinin de kirli işlerini gördürmek için mafyaya. Öte yandan, siyasi beka için mafyadan destek alan siyasiler olduğunu da görüyoruz. Sedat Peker, Süleyman Soylu’nun geçmişte DYP’ye lider olmasında kendisinin ve adamlarının rol oynadığını iddia ediyor. Bir görüntülü konuşma kaydında ise “30 sene bu adama yatırım yaptım,” diyor. Sistematik ve uzun soluklu ilişkiler bunlar. Normal koşullar altında bütün bu iddiaların soruşturulması ve soruşturma süresince Soylu’nun görevden azledilmesi gerekirdi. Bütün bunların yanında, Binali Yıldırım’ın oğlunun uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı, Mehmet Ağar’ın milletvekili olan oğlunun bir kadın cinayetine karıştığı iddiaları da son derece vahim. Hala soruşturma açılmamış olması inanılır gibi değil.
SUSURLUK’LA KIYASLANMAMASI GEREKİYOR
Mafya lideri Peker’ın anlattıkları, devlet, iktidar, sermaye, çete, mafya ilişkileri açısından Susurluk’la kıyaslanıyor. Bu kıyaslamayı medyaya uyarlarsak, ne söylersiniz?
Sedat Peker’in derin devletin suç aktörlerini ifşa ettiği videolarının Susurluk’la kıyaslanmaması gerektiğini, çünkü aslında bu açıklamaların Susurluk skandalının eksik kalan devam bölümleri olduğunu düşünüyorum. Gazetecilik açısından ise, koalisyon hükümetlerinin varlığı nedeniyle, 1990’larda bugüne göre daha çok sesli ve sorgulayıcı bir basın olduğunu söyleyebiliriz. Ama 90’lar aynı zamanda en çok faili meçhul gazeteci cinayetinin işlendiği yıllardı. Gazeteciler öldürülerek susturuluyordu. Bilhassa Kürt gazeteciler. O zaman da her şekilde enformasyonu kontrol etmeye, gerçekleri gizlemeye çalıştılar. MİT tarafından hazırlanan ve medyaya dağıtılan birinci Susurluk Raporu’nda birçok yanlış bilgi vardı, birçok kişinin adı yok yere rapora boca edilmişti. Aynı Gülencilerin bir dönem yaptığı gibi. Ancak basın bunları araştırabiliyor ve sorgulayan haberler yapabiliyordu. Her şeyden önemlisi, toplumda temiz devlet, temiz basın için bir talep oluşmuştu. Sedat Bucak ve Mehmet Ağar yargılanıp, az da olsa ceza aldılar. Bunlar önemliydi. Ancak sonrasında bu temiz toplum beklentisi ve bir dakika karanlık eylemleri bir siyasi manevrayla dindar kesime yönelik eylemlere evrildi. Sonradan kurgu olduğu anlaşılan tarikat şeyhleri hikayeleri televizyonlardan yayınlandı. Orada da bir algı yönetimi yapıldı, topluma korku salındı. Ardından 28 Şubat post-modern darbesiyle dindar kesime yönelik baskılar artarken, ülkede siyasal İslamın güçlenişi hız kazandı. Kısacası, Susurluk henüz çözülmemiş bir bilmece ve Peker’in iddiaları da o bilmecenin eksik kalan parçalarını yeniden önümüze seriyor.
PASTA BÜYÜDÜKÇE KAVGA DA BÜYÜYECEK
Açıklamalarını Youtube üzerinden yapan Peker hemen her videoda sık sık “Bir tripoda, bir kameraya yenileceksiniz!” diyor. Bu sözler siyasal bağlamları dışında, sosyal medyanın, Youtube gibi kanalların, bağımsız özgür yayın yapmaya çalışan gazetelerin, haber sitelerinin önüne çıktığını mı gösteriyor?
Politikacı siyaset üretemeyip, korku ve kaba güçle toplumu baskılamaya devam ettikçe, bir kamera ve tripodla politikacının karşısına dikilecek çok kişi olacaktır. Bağımsız ve özgür diye nitelediğimiz küçük medya adacıkları maalesef bizim ülkemizde hak ettikleri okur ve izleyici kitlesine ulaşamıyor. İzlenme oranları çok düşük. Çok geniş bir kesim için haber alma kaynağı hâlâ televizyon ve iktidar yanlısı kanallardan enformasyon alıyorlar. Bu döngüyü ancak Peker’in Youtube videoları gibi, hakikati ifşa eden bir tür anarşist medya örnekleri kırabiliyor. Wikileaks belgelerinin, Panama belgelerinin, yine Amerikan askerlerinin Irak’taki işkencelerini ortaya çıkaran Chelsea Manning’in itiraflarının uluslararası ölçekte izlenme oranlarını yakaladığını görüyoruz. Burada Sedat Peker’i Julian Assange ile bir tutup kahramanlaştırmıyorum. Neticede benim de kanımla duş almak istediğini beyan etmiş bir insan (gülüyor). Ama adam belki de hayatında ilk defa kamu yararı içeren bir şey yapıyor. Bizim hayrımıza olsun diye değil elbette, suç pastasından aldığı payı kaptırmamak için yapıyor bunu. “Benim fırtımı çektirmediler” diyor zaten. Adam fırtının derdinde, adaletin değil. Ama kamu bu ifşaatlardan eninde sonunda bir şekilde toplum faydalanacaktır diye düşünüyorum. Çünkü pasta büyüdükçe, kavga da büyüyecek ve kanımca bu ifşaatların farklı kaynaklardan arkası gelecek.
MAFYANIN ELEMAN DEVŞİRME PROPAGANDASI
Peker, özellikle 40 yaş altındakilere sesleniyor ve ifşaatlarını “devletin üstünlüğüne, büyük Turan’ı kurmak”a bağlıyor. Devlet, iktidar, mafya ilişkisine dair toplumsal hareketlerin/itirazların zayıf olduğu günümüzde, bu sesleniş ve gördüğü ilgi nasıl riskler içerir?
Peker’in 40 yaş altına seslenme retoriğinin tamamen kendi egosuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Kendisini reis, lider, baba figürü olarak gördüğü için, seslendiği kitleye diskur çekerken de aynı kalıbı korumak zorunda. Karizmayı çizdiremez. Karşısındakileri abi, büyük olarak gördüğü takdirde, bir şekilde ezik hissedecek kendisini. Ama bu 40 yaş altına sesleniş esasen mafyanın eleman devşirme propagandasını çağrıştırıyor bana. “Birlikte Turan’ı kuracağız” söylemi de aşırı sağ gençleri heyecanlandırıp, kendi örgütüne çekmek için bir tuzak diye düşünüyorum. Milyonlarca izlenen videolarıyla bu amacına büyük oranda ulaşmıştır. Şiddetin yüceltildiği ve gençlerin yasa dışı silahlandırıldığı bu ortamda, Karadeniz’de Meral Akşener’in, İstanbul’da İmamoğlu’nun ve Ankara’da Davutoğlu’nun başına gelenleri görüyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Akşener’e yönelik “Daha bu bir, daha neler göreceksiniz” sözlerini de… Bunların toplumsal barışı, ifade özgürlüğünü ve demokrasiyi tehdit eden, çok riskli söylemler olduğunu düşünüyorum.