30 Mayıs 2021 00:30

Fransa-Ruanda barışmasının çelişkileri

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta Fransa-Ruanda barışması , Almanya'da salgının sosyal sonuçlarına dair raporların işaret ettikleri ve İngiltere hükümetinin salgın politikasına yönelik tartışmalar var.

Fotoğraf: I, Inisheer/Wikimedia Commons (CC BY-SA 3.0)

Paylaş

Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron perşembe günü Ruanda’ya gerçekleştirildiği resmi bir ziyaret vesilesiyle “20. yüzyılın son soykırımı” olarak anılan Ruanda soykırımında Fransa’nın sorumluluğunun olduğunu kabul etti ancak “suç ortaklığı”nı reddetti. Resmi bir özür de dilemedi. Çevirdiğimiz makale Fransa-Ruanda arasında diplomatik ilişkileri normalleştirmeye yönelik atılan bu adımın perde arkasına ışık tutuyor.

Almanya’da yayımlanan Temel Haklar Raporu çalışma hayatı, ırkçılık, verilerinin korunması konusunda eleştirilerde bulunarak kriz dönemlerinde her zaman hak ve haklılığın egemenlere göre belirlendiğini ortaya koydu.

İngiltere’de ise Dominic Cummings'in açıklamaları tartışılıyor.  Başından beri bu stratejinin yanlış olduğunu savunan Bilim İnsanı Deepti Kurdasani, The Guardian'daki yazısında “Ne değişti?​” diye sordu.


PARİS-KİGALİ, NE PAHASINA OLURSA OLSUN BARIŞMA

Marc de MIRAMON
Humanite

“Sorumlu ama suç ortağı değil”. Cuma günü biten tarihsel Ruanda ziyareti vesilesiyle Emmanuel Macron’un mesajının özeti işte budur. “Tevazu ve saygıyla yanınızda olarak, sorumluluklarımızı tanımaya geldim” diye belirtti Fransa Cumhurbaşkanı, resmen özür dilemedi fakat Tutsi soykırımının “Gece karanlığından kurtulanlarının” “kendilerine aflarını sunmalarını” umduğunu belirtti.

Yapılan diskur, çoğunluğu Tutsi etnik grubundan olan 800 bin ile 1 milyon Ruandalının ölümüne neden olan 20. yüzyılın son soykırımında Fransız devletinin rolüne ışık tutmaya yönelik Cumhurbaşkanlığı tarafından kurulan ve Tarihçi Vincent Duclert’in yönettiği komisyonun nisan başında kamuoyuyla paylaşılan raporunun sonuçlarıyla tamamen aynı çizgide. Fakat Emmanuel Macron’un kamusal nedametinin genel hatları önceden Paris’te olduğu gibi Kigali’de de biliniyordu. İki başkent otuz yıllık bir diplomatik savaşa son verme konusunda zaten kararlıydılar. François Mitterand’ın Fransa’sı 1990’dan itibaren Hutu etnisitesinden olan Cumhurbaşkanı Juvenal Habyarimana destek çıkarak Paul Kagame’nin Ruanda Yurtsever Cephesi (FPR) gerillalarının iktidarı ele geçirmesini engellemişti, ki Habyarimana’nın 6 Nisan 1994’de öldürülmesi soykırımın başlatan unsur olarak değerlendiriliyor.

Bugünkü Ruanda Cumhurbaşkanı Paul Kagame, Fransız meslektaşını, “büyük cesaretinin” meyvesi olarak “güçlü bir diskur” gerçekleştirildiğini ve “bu sözlerin özürden daha fazla değer taşıdığını, gerçekleri yansıttığını” belirterek selamladı.

Zira, özür dileme olmasa bile Fransa’nın soykırım sürecinde resmi suç ortaklığının kabul edilmesi ve daha da önemlisi Kigali iktidarına yönelik hiçbir mesafenin konulmamasını, diktatoryal sapmaları sivil toplum örgütleri kadar başta ABD ve İngiltere olmak üzere tarihsel koruyucuları tarafından da teşhir edilen tek partili bu rejim, Emmanuel Macron’un okuduğu metni çok beğendi.

Geçen nisan ayında soykırım anmaları esnasında yaptığı konuşmalarında Paul Kagame, Fransa’nın sorumluluklarını geri plana atmış ve saldırılarını, Ruanda’da insan hakları ihlallerine yönelik sert eleştiriler yapan ve Kigali iktidarının soykırım anısını kullanmasını teşhir eden Anglosakson diplomasi ve sivil toplum örgütlerine (Uluslararası Af Örgütü, Human Rights Watch) doğru yöneltmişti.

Örneğin Ocak 2020’de Birleşik Milletler İnsan Hakları Komisyonunda Ruanda’nın durumu incelendiğinde İngiltere’nin temsilcisi şunları söylemişti: “İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) üyesi ve görev başında olan yönetici olarak Ruanda’nın Commenwealth’ın demokrasi değerlerinden esinlenmesini, hukuka öncülük verilmesini, insan hakların da saygı duyulmasını teşvik ediyoruz”. Birkaç hafta sonra BM’nin Genel Sekreteri Antonio Guterres, Londra ve Washington’un resmi açıklamalarıyla aynı çizgide olarak “Yüz gün içinde sistematik olarak katledilen bir milyon insanın çoğunluğu Tutsi idi, fakat bunlar içerisinde Hutular ve soykırıma karşı çıkan başkaları da vardı. Bu anma gününde onları da anıyoruz” diye belirtiyordu.

İşte Fransa-Ruanda barışmasının çelişkilerinden birisi budur, zira Afrika’nın büyük göllerin bulunduğu bu küçük ülkesinin yalnızlaşmasının arttığı bir ortamda gerçekleşmesi ona bir nefes borusu sundu. Muhalefet yöneticileri Bernard Ntaganda ve Victoire Ingabire’e göre Emmanuel Macron “Diktatoryal rejimleri teşhir etme konusunda hiç tereddüt etmiyor fakat burada yaşanan İnsan hakları ihlalleri ve otoriter yönetime gelince sessiz kalıyor. Açıktır ki ülkeyi çelik bir elle yöneten Ruanda Yurtsever Cephe’nin hoşuna gitmeyecek konuları onunla tartışmıyor”.

Victoire Ingabire, demokratik açılım istediği, Hutu ve Twas etnik gruplarından da katledilenlerin olduğunu söylediği ve Ruanda Yurtsever Cephe üyelerinin gerçekleştirdiği savaş suçları ve insanlığa karşı suçların adalet önüne taşınması konusunda ısrar ettiği için 2012 yılında 15 yıl hapis cezasına çarpıtılmıştı, ama 6 ay sonra cumhurbaşkanının affı sayesinde cezaevinden çıkartılmıştı.

(Çeviren: Deniz Uztopal)


KORONA KRİZİNDE HAK VE HAKLILIK

Claudia WANGERIN
Telepolis

Almanya’da bu hafta yayınlanan Temel Haklar Raporu çalışma hayatı, ırkçılık, verilerin korunması konusunda eleştirilerde bulunarak kriz dönemlerinde her zaman hak ve haklılığın egemenlere göre belirlendiğini ortaya koydu. Pandemiye karşı alınan önlemlere yönelik köklü bir eleştiri ise yok.

Almanya’daki yurttaşlık ve insan haklarının durumuna ilişkin temel haklar raporu olarak da adlandırılan bu yılki “Alternatif Anayasayı Koruma Raporu” korona ile ilgili yaptırımlara sert bir eleştiri getirmediği için korona karşıtı Querdenker hareketini, gösteri hakkı ve karantina önlemlerini karşısına aldığı için de yöneticileri kızdıracak.

Raporda, pandeminin başlangıcındaki genel gösteri yasakları ve bazı karantina önlemleri eleştiriliyor, “Korona App” ile bağlantılı olarak, “temas takibine yönelik temel bir sosyal alışkanlığın oluşturulduğuna” dair uyarılarda bulunuluyor ve veri koruma sorunları gündeme geliyor: App kullanımının iddia edilen gönüllülüğü hızla bir yanılsama ve alışkanlık haline gelebilir.

Rapora göre Anayasa’nın 2. maddesi, 2. paragrafı kapsamındaki temel fiziksel bütünlük hakkı, özellikle sağlık personeli, et endüstrisindeki işçiler ve sığınmacılar için ciddi şekilde kısıtlanmış durumda.

Humboldt-Universität entegrasyon araştırmaları ve Sosyal Politika Profesörü Naika Foroutan, “Temel haklar üzerindeki kısıtlamalar genellikle toplumumuzdaki en zayıf ve en savunmasız grupları etkiler. Kendilerini kısıtlamalara karşı en az savunabilen kesim bunlardır. Bu nedenle eşit olmayan haklar bu ülkedeki yapısal ırkçılığı da yansıtıyor” diyor.Başlangıçta alkışlanan korona salgınının kahramanları sonra yalnız bırakıldı, “Alkış yeter mi? Onlara enfeksiyon riskine karşı özel koruma sağlamak yerine, iş güvenliği ve çalışma süresi esnekleştirildi ve sağlıkları riske atıldı, bu aynı zamanda Avrupa Birliği Temel Haklar Beyannamesi’nin ihlaliydi.

Koruyucu kıyafetlerin, dezenfektanların ve solunum maskelerinin eksikliğinden dolayı, bu meslek grubu için enfeksiyon riski özellikle yüksekti. Robert Koch Enstitüsüne (RKI) göre, 2020’nin ortasına kadar hastanelerden, tıbbi uygulamalardan, diyaliz tesislerinden ve acil servislerden 34 binden fazla çalışan kovid-19’e yakalandı. Uzun vardiyalar ayrıca çalışanların sağlığını da tehlikeye attı.

Birkaç “Korona odak bölgesinde hastanelerde, bakım tesislerinde ve laboratuvarlarda yüksek düzeyde stres gözlenirken, diğer birçok tesiste durum hâlâ olağanüstü hal olmaktan uzaktı. Bazı tesisler, “Korona pandemisinden bağımsız olan günlük personel sıkıntısını on iki saatlik vardiyalı çalışarak telafi etmek için” İş güvenliğinin gevşetilmesiyle ilgili düzenlemeleri kullandı. Helios veya Asklepios gibi özel hastane sahipleri personel maliyetlerinden tasarruf etmek için kısa çalışma başvurusunda bulundu.

Alman et fabrikalarının da “Sermaye çıkarlarını çalışanların sağlığının önüne koyduğu” görüldü. Çoğunlukla Doğu Avrupalı çalışanlar, genellikle bir odada birkaç kişi ve makul olmayan hijyenik koşullar altında toplu konutlarda barındırıldı. Raporu kaleme alanlara göre, federal hükümet, çeşitli mezbahalarda meydana gelen kitlesel korona salgınlarının ardından kamuoyu baskısı nedeniyle yeni iş sağlığı ve güvenliği kontrol yasasını çıkarmak zorunda kaldı.

Raporda, “Mültecilerle ilgili alanlarda çalışan ve Almanya’daki pandeminin başlangıcında ilk korona koruma yönetmeliklerini okuyan herkes, mülteciler için barınma konusunda herhangi bir düzenleme olmadığını gördü. Yürütme bunları unutmuştu” deniyor. Bununla birlikte, sığınmacılar toplu tesislerde yaşamak zorunda olduğundan, hijyen önlemlerini başlatmak ve örneğin 300 ila 500 kişilik bir kampta en az 1.5 metrelik bir mesafeyi zorunlu kılmak gönüllülüğe bırakıldı.

Barınma yerlerini dağıtmak ve mültecileri başka yerlerde barındırmak yerine, defalarca toplu karantina altına alındı. Bu, “Odada bulunan herkesin özgürlük hakkına ve ayrıca Anayasa’nın 2. maddesinin 2. fıkrasına göre sağlık hakkına büyük bir müdahale” idi.

Temel Haklar Raporuna göre, kurumsal ırkçılık 2020 yılında korona salgınından bağımsız olarak sorunlu alanlarda rol oynamaya devam etti. 19 Şubat 2020’de Hanau’da - bir nargile barı da dahil olmak üzere- ırkçı cinayetlerin ardından kısa bir süre eleştirel yaklaşılsa da, nargile barlarına yapılan baskınlar ve “klan suçu” kavramı gündemden çıkmadı.

Raporda bu Anayasa’nın 3. maddesinin III. Paragrafının ihlal edilmesi olarak niteleniyor. Orada hiç kimsenin “cinsiyeti, kökeni, ırkı, dili, vatanı ve kökeni, inançları, dini veya siyasi görüşleri nedeniyle dezavantajlı veya avantajlı olamayacağı” belirtiliyor.

(Çeviren: Semra Çelik)


HÜKÜMETİN İTİBARINI YİTİRMİŞ KOVİD STATEJİSİNİN BEDELİNİ ÖDEMEYE DEVAM EDİYORUZ

Deepti GURDASANI
The Guardian

Dominic Cummings’in Parlamento Komitesi ifşaatları arasında ve sosyal medyadaki son iddialarında, hükümetin salgının başlangıcında bir “sürü bağışıklığı” politikası izlediği ve bu nedenle binlerce kişinin hayatına mal olduğu yönündeki önerilere çok fazla odaklanıldı. Elbette bunların hiçbiri şaşırtıcı değil.

Bunun hükümetin, geçen yılın mart ayı başlarına kadar olan hatalı politikası olduğu çok açık. En azından başbakan ve Kamu Sağlığı İdaresi Başkanı Patrick Vallance de dahil olmak üzere hükümetin birçok bilimsel danışmanı tarafından alenen “Yeterli sayıda insanın buna karşı bağışık” hafif bir hastalıkla atlatması ve sürü bağışıklığının oluşturulması yönünde tartışıldığını biliyoruz.

Virüsün yüksek oranda bastırılması veya ortadan kaldırılmasına yönelik alternatif strateji, dünyanın dört bir yanındaki diğer ülkelerden bunun başarıyla uygulanabileceğini gösteren güçlü kanıtlara rağmen, hükümet tarafından çok erken reddedildi.

Yıkıcı sürü bağışıklığı stratejisinin temelini oluşturan birkaç unsur vardı. Nüfusun büyük bir kısmının enfeksiyon kapmasının kaçınılmaz ve kabul edilebilir olduğuna ve bunu önlemenin bir yolu olmadığına inanılıyordu. Bu, çoğu savunmasız ve yaşlı insanlar arasında meydana gelen yüz binlerce ölümün kabul edilebilir olduğu şeklindeki zımni kabulle geldi. Bazıları tarafından benimsenen bir ulusal istisnai anlayış, diğer ülkelerin deneyimlerinin bizim için geçerli olmadığını gösterdi, buna rağmen mart ayına kadar Güney Asya’daki ülkeleri gözlemlemek ve onlardan öğrenmek ve İtalya’daki geç eyleminin yıkıcı etkisini görmek için önümüzde aylar vardı.

Gerçek dünyadaki kanıtlar, modeller ve kusurlu düşünceler lehine göz ardı edildi. Hükümetin stratejisi defalarca kovid-19’u griple birleştirdi, çok daha yüksek bulaşıcılığı, daha yüksek duyarlılığı görmezden gelerek çok daha fazla insanın enfekte olmasına ve ölmesine ve yeni bir virüsün bilinmeyen uzun vadeli etkilerine yol açacaktı. Son olarak, ekonominin sağlığının halk sağlığı ile dengelenmesi gerektiği fikri vardı. Gecikmelerin kaçınılmaz olarak daha uzun kilitlenmelere ve daha fazla ekonomik zarara yol açacağını anlamadan, bu tür kararları yavaşlatma girişimleri ile kilitlemelerin yol açacağı kesintilere çok vurgu yapıldı.

Bir Imperial College modeli stratejinin 400 bin ölüme yol açacağını gösterdiğinde hükümetin bir U-dönüşü yaptığı herkes tarafından biliniyor. Mart ayı sonundaki kilitlenme hızlı bir şekilde izlendi. Geçen yıl mart ayında bile, daha erken kapatmanın on binlerce hayatı kurtaracağını biliyorduk.

Hatta bu kusurlu fikirler, geçen eylül ayında hükümetin SAGE’nin salgınla mücadele komitesi, vakaların hızla artmasıyla birlikte başka bir kapatma kararı verilmesini tavsiye ettiğinde yeniden ortaya çıktı. Hükümet bu tavsiyeyi görmezden gelmeyi tercih etti, bunun yerine “doğal olarak kazanılan sürü bağışıklığı” stratejisinin savunucuları olan bilim insanlarıyla buluştu. Kapanma yine ertelendi ve bir kez daha on binlerce hayata mal oldu.

Bu yılın ocak ayında, Public Health England’daki Aşılama Başkanı Mary Ramsay’in, “gerçekten savunmasız insanları” korurken, “Çok fazla zarar vermediği yerlerde” hastalığın gençlerde dolaşmasına izin verdiğinden bahsettiğini duyduk. Şu anda bile hükümet ve danışmanları, bunun binlerce daha fazla insanın enfekte olması anlamına geldiğine dair güçlü kanıtlara rağmen, “"irüsle yaşamak” ve “Kbul edilebilir ölümler” hakkında konuşuyorlar. Virüsle yaşamak, aşıların yaygınlaşması devam ederken bile yeni varyantların ortaya çıkma riskini artırır.

Hastalığı, acıyı ve ölümü normalleştirdik. Şimdi tüm yumurtalarımızı aşı sepetine koyduk ve bu aşıları korumak için virüs adaptasyonunu veya yeni varyantların ithalatını engelleyerek hiçbir önlem almadık.

Devam eden hükümet ihmali bizi salgının üçüncü dalgasına doğru sürüklediğinden, asıl soru hükümetin çoğu iyi belgelenmiş hatalardan çok neden bu hatalardan ders almadığı ve neden böyle bir yolda devam ettiği. İnsanların hayatlarını ve geçim kaynaklarını riske atmaya hâlâ devam ettiği.

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)

ÖNCEKİ HABER

Efkan Şeşen: Hüznümün içinde bile bir umut vardır

SONRAKİ HABER

Ankara Barosu, İstanbul Sözleşmesi raporunu Venedik Komisyonu'na gönderdi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa