04 Haziran 2021 00:44

Prof. Ülkü Doğanay: İktidar, ‘en ufak bir geri adım atarsam düşerim’ endişesi taşıyor

Gezi ve 7 Haziran seçimlerinden bugünkü durumuna evrilen AKP'yi konuştuğumuz Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ülkü Doğanay, AKP'nin kurduğu ittifak ve ilişkilerle marjinal bir parti olduğunu söyledi.

Fotoğraf: Kayhan Özer/AA

Paylaş

Çağrı SARI
İstanbul

19 yıllık iktidarın, işlerin istediği gibi gitmediğini fark ettiği Gezi direnişi ve 7 Haziran seçimlerinin yıl dönümündeyiz. Gezi’de bir halk ayaklanması 7 Haziran seçimlerinde de sandığa yansıyan bir sonuç… Düğmeye basıldı ve 7 Haziran sonrası bugünkü iktidar yapısının temelleri atılmaya başlandı: Otoriter bir tek adam rejimi.

Peki bu aşamaya nasıl gelindi? Bugün kararnameler ve genelgelerle yönetilen yönetim modelinin oluşmasında 7 Haziran sürecinin nasıl bir etkisi var? Kamuoyu yoklamalarında görünen AKP’deki erimenin temel nedenleri ne?

Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ülkü Doğanay ile konuştuk. Doğanay, AKP’nin bugün aldığı kararlar, kurduğu ittifaklar ve ilişki ağı nedeniyle giderek daha marjinal bir parti haline geldiğini ifade ediyor. Doğanay, bugünkü iktidar yapısının temel özelliklerinden birisinin, gücünü hep kanıtlamak zorunluluğu hissetmesi olduğuna dikkat çekiyor ve ekliyor: Bu sebeple, hemen hemen hiçbir şeyde geri adım atamıyor. En ufak bir geri adımın belki baş aşağı düşüşü başlatacağı endişesi var.

Gezinin yıl dönümü bu hafta… Önümüzdeki hafta da 7 Haziran seçimlerinin yıl dönümü… O dönemden bu döneme bir rejim değişikliği yaşandı. Gezi ile 7 Haziran sürecine gidecek olursak, o dönem nasıl bir Türkiye mevcuttu?

Aslında Gezi, AKP iktidarı bakımından bir kırılma noktası oluşturmuştu. Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın 2011 yılında üçüncü kez genel seçimleri kazanmasıyla ilan ettiği “ustalık devri”nin sandıktaki oy çoğunluğuyla elde ettiği gücü dilediği gibi kullanması anlamına gelmediğinin bir işaretiydi Gezi direnişi. Bu bakımdan iktidar açısından da bir şok dalgası oluşturduğunu kabul etmek lazım. Muhtemelen Erdoğan, gençler üzerindeki otoritesinin varsaydığı gibi olmadığını, güç ve güçlü Türkiye söyleminin gençler nezdinde AKP iktidarını mutlaklaştırmaya yetmediğini ilk olarak Gezi sırasında fark etmiş oldu. O yıllarda, iktidarın “demokratikleşme” iddiası hâlâ belli ölçülerde günceldi. Ancak Gezi Parkı protestoları, aslında bu iddianın da gençler nezdinde bir geçerliliğinin olmadığını gösterdi. Bir çevre hareketi olarak başlayan protestolar, kısa sürede bir yandan polisin şiddetli müdahalesine, öbür yandan iktidarın yaşam tarzlarına müdahalesine duyulan tepkinin kitleselleşmesine yol açtı. 7 Haziran ise ikinci kırılma noktasıydı. Gezi’de belki ilk kez, işlerin arzu ettiği gibi gitmediğini, gitmeyebileceğini gören iktidar bakımından 7 Haziran’da sandıkta ortaya çıkan durum, bunun teyit edilmesi anlamına geliyordu.  O tarihte, artık iktidarın “Demokratikleşme” iddiasının büyük ölçüde göstermelik olduğu anlaşılmıştı.  Zaten seçim kampanyasını da Dolmabahçe Mutabakatı’nın “Buzdolabına kaldırıldığı’ bir konjonktürde, Anayasa’yı tek başına değiştirerek başkanlık sistemini getirmesine yetecek 400 milletvekili talebi üzerine kurmuştu. 7 Haziran’da istediği sonucu alamaması, aslında ikinci kez, kendi iktidarının mutlaklaştırmasıyla özdeşleştirdiği büyük Türkiye, güçlü Türkiye vaadinin seçmenin geniş bir kesimi tarafından kabul görmediğini gösteriyordu. Sonrasında, 7 Haziran ile 1 Kasım arasında yaşananlar, ne yazık ki geçici bir süre için ibreyi yeniden iktidarın otoriter özlemlerinden yana çevirmiş oldu.

SAFLARINI GÜÇLENDİRMEK İÇİN ‘DÜŞMAN’A İHTİYAÇ VAR

Bugün Gezi kimsenin dilinden düşmüyor. İktidarın da muhalefetin de… Bir taraf büyük bir özlem duyuyor, bir taraf ise darbe diye niteliyor. İki taraf açısından baktığımızda; Gezi’ye bu kadar özlem duyulması neden? Gezi’ye duyulan öfke ve kalkışma neden?

İktidarın Gezi’ye duyduğu öfkenin sebepleri anlaşılabilir. Gezi beklenmeyen bir hareketti. Her aşamasında, baskı ve şiddet yoluyla sonlandırılabileceği düşünüldü ama aynı zamanda da bu kadar kısa bir süre içinde, birbirinden çok farklı dünya görüşlerinden insanları harekete geçirebilen, bir araya getirebilen, kitlesel bir harekete dönüşmesi, iktidar bakımından korku yarattı. Öngörülemez bir doğası vardı bu hareketin. Bir yandan da mesela Gezi’de sokaklara saçılan mizah, bugün de sosyal medyada varlığını sürdüren bir direniş biçimi olarak iktidar tarafından zapturapt altına alınması zor bir sosyalleşme biçimi yarattı. Bu mizahın temel özelliğinden biri, zeka ürünü olması ama bir diğer özelliği de ancak muhalefet tarafından dile getirildiği zaman, eleştirel bir bakışın ürünü olduğu zaman gerçekten “komik” olması. Bu sebeple, bütün medyayı kontrol altına alabilse bile, iktidarın kontrol edemeyeceği muhalefet etme biçimi olan mizaha karşı bir şey yapamadı. Aynı şekilde, Gezi radikal medyanın farklı biçimleriyle insanların gündelik hayatına girmesine yardımcı oldu. O dönem video-aktivistler vardı, hatırlarsınız. Penguen medyasına karşı, olup biteni, bir telefonla, taşınabilir bir kamerayla anında aktarabiliyor, canlı yayın yapabiliyorlardı. Üstelik, konvansiyonel medyadan alışılagelenin aksine, bu kameralar polis barikatlarının arkasında değil, göstericilerin arasında konumlanıyor, dolayısıyla olanları tümüyle eylemcilerin, göstericilerin perspektifinden yansıtabiliyorlardı. Teknolojideki gelişmelerin de katkısıyla, bugün artık herkes bir video-aktivist olabiliyor. Dolayısıyla, iktidar elindeki önemli bir aracı, haberi ve habercinin sahada konumlandığı yeri belirleme gücünü, büyük ölçüde Gezi zamanında kaybetmiş oldu. Bugün hâlâ da öyle. Aynı şekilde, gökkuşağı renklerine boyanan merdivenler bile, o günlerde direnişin mesajını taşıyan araçlara, mecralara dönüşebilmişti. İktidarın bugün hâlâ Gezi’yi topyekün biçimde kriminalleştirmeye, Gezi’ye katılanlardan suçlular çıkarmaya çalışmasının ilgisini bununla kuruyorum. Bir yandan da, tabii saflarını güçlendirmek için içeride de düşmanlara ihtiyacı var. Bu düşmanların kim olduğu, dönemsel olarak değişebiliyor, ancak Gezi’nin kitleselliği ve görece heterojenliği, sınırları daha belirsiz, her yana çekilebilecek, bu sebeple de dara düştükçe kullanılmak için elverişli bir “düşman” kategorisinin yaratılmasına imkan sundu.

Gezi’yi özleyenler…

Muhalefet için de Gezi sürprizdi. Ne ilk günlerde Gezi Parkı’nda çadır kuran gençler, ne de muhalefet partileri protestoların tüm ülkeye yayılacak bir harekete dönüşebileceğini öngörmemişlerdi bence. Gezi, gençlere ve protestolara katılanlara gerçekte ne kadar güçlü olduklarını gösterdi. Eğer bir özlem duyuluyorsa, bence halkın kendi hayatı üzerine söz söyleyebilme gücünün olduğunu görebildiği nadir anlardan biri olduğu için olmalı.

REFERANDUM VE OHAL REJİMİ

İktidar bugün meşru ve geçerli tek siyaset modeli olarak tek adam yönetimini merkezine alıyor. Ülkeyi kararname ve genelgelerle yönetiyor. Nasıl gelindi bu aşamaya?

Bu aşamaya gelinmesinin temelleri 7 Haziran-1 Kasım seçimleri arasında atıldı. O dönemde yaşananlar, daha Başbakan Davutoğlu’nun CHP ile iktişafi görüşmeler yaptığı günlerde, MHP’nin çözüm sürecinin sonlandırılması karşılığında başkanlık rejimini kurumsallaştıran bir ortaklıktan yana harekete geçmiş olduğunu gösteriyor. 1 Kasım seçimlerini takip eden 1 yıl içinde bu ortaklığın temelleri adım adım atılmıştı zaten. Nihayetinde Devlet Bahçeli’nin başkanlık rejimini kurumsallaştıracak anayasa değişikliğine destek vereceğini açıklamasıyla birlikte, aslında MHP’nin kuruluşundan bu yana programlarında yer verdiği “tek adam rejimi”nin önündeki engeller kaldırılmış oldu. Ardından 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı olağanüstü hal koşulları, 16 Nisan’daki anayasa değişikliği referandumundan istenen sonucu çıkaracak şekilde kullanıldı. Türkiye OHAL rejimi altında bir anayasa referandumu ve bir de genel seçim ve Cumhurbaşkanlığı seçimi geçirdi. Cumhurbaşkanı adaylarından birinin seçim kampanyasını cezaevinden yürüttüğü, telefonla kampanya mesajı paylaştığı bir seçim yaşandı. Bunu unutmamak gerekiyor. Belki bundan 10-20 yıl sonra gençlere bu yaşananlar anlatıldığında, bir cumhurbaşkanı adayının, üstelik o dönemde hakkında verilmiş bir hüküm bulunmamasına rağmen, seçim kampanyasına hapishaneden katılmasını büyük şaşkınlıkla karşılayacaklar. Bu oylama ve seçim OHAL koşullarında gerçekleştirilmemiş olsaydı, sonucun kesinlikle farklı olacağını düşünüyorum.

GERİ ADIM ATARSAM DÜŞERİM ENDİŞESİ VAR

Örneğin Türkiye 1aydır bir mafya liderinin videolarından, iç içe geçmiş mafya ve devlet ilişkilerini izliyor. Elbette son birkaç yıla sirayet eden bir mafya devlet ilişkisi yok. Yılların meselesi, ancak bugünkü iktidar yapısının bu sürece katkısı nedir?

Bu ilişkilere dair iddialar, daha önceden de bilinen, tahmin edilen, kamuoyunda konuşulan şeylerdi. Ancak bir suç örgütü liderinin adeta realite şov tarzında ardı ardına yayımladığı videolarda açığa saçılmasının başka bir boyutu var. Bunların muhalefet tarafından dile getirilmesi, gazetecilerce yazılması ya da gündelik konuşmalarda ima edilmesiyle bu ağların içinde bizzat yer almış, bunların kirli işlerini yapmış biri tarafından ifşa edilmesi, yani bunlara tanıklık ediliyor olması başka bir şey. Burada kitabi cümleler değil, sokak ağzı var. Üstelik iddialara yanıt vermeye kalkışan siyasilerin de, mesela iddiaların büyük kısmının hedefindeki Sedat Peker’in neredeyse aynı sokak ağzıyla konuşması, videoların inandırıcılığını artırıyor. Bir de, her zaman bilinenin ötesinde, bu iddialar CHP’nin 128 milyar dolar nerede kampanyasının tam üzerine rast geldi. Bu bağlamda, iktidara yöneltilen, israf, beceriksizlik ve yolsuzluk eleştirileri ile pandemi yönetimindeki beceriksizlikler, çifte standart uygulamaları ve adaletsizliklerin kamuoyunun gündeminde olduğu bir dönemde ortaya çıkması, iddiaların ardında doğruluk payının olabileceğine dair şüpheleri güçlendirdi. Bugünkü iktidar yapısının temel özelliklerinden birisi, gücünü hep kanıtlamak zorunluluğu hissetmesi. Bu sebeple, hemen hemen hiçbir şeyde geri adım atamıyor. En ufak bir geri adımın belki baş aşağı düşüşü başlatacağı endişesi var. İddialar karşısında, en azından göstermelik bir soruşturma yürütememesi de, Mecliste adet yerini bulsun diye oluşturulacak bir araştırma komisyonuna dahi tahammül edememesi de bundan.

Videolarda dikkat çeken şeylerden biri  Mafya Lideri Peker ‘Sivil şehit yasasını ben çıkarttım’ demesi..  Bu bir rejim tarifi mi?

Olabilir. Bir rejim tarifinden çok bir rejim özlemini dile getiriyor gibi. Ya da Gezi protestoları gibi kitlesel protesto hareketlerinin bir daha ortaya çıkmasının önüne geçebilmek için bir tehdit olarak değerlendirebiliriz.

KÜRT SORUNUNDA ÇATIŞMA, KADIN DÜŞMANLIĞI, KİRLİ İLİŞKİLER AKP’Yİ İYİCE UÇLAŞTIRDI

Anketler AKP içinde bir erimenin varlığından bahsediyor. Muhalefet de sık sık seçimde gidecekler diyor… Erken seçim çağrıları da yapıyor. Siz nasıl gözlemliyorsunuz. İktidardaki bu erime nasıl oldu? Özellikle tek adam sisteminin bu erime karşısında bir etkisi var mıdır.

İktidardaki bu erime AKP bakımından, özellikle ustalık devrinin ilan edildiği günlerden itibaren ve ardından gelen Gezi protestolarını doğru okuyamayıp gençlerle arasındaki mesafeyi, otoriter bir tek adam rejimi inşa etmek uğruna geri dönülemez biçimde açtığı andan itibaren kaçınılmazdı. Tabii Kürt sorununa barışçıl çözüm yerine ülkeyi yeniden çatışma ve gerilim ortamına sokmasının ve bunun devamında gelen ağır insan hakları ihlallerinin de bu geri dönülemez yolun inşasında payı var. Bir de, iktidardaki ömrünü uzatabilmek için MHP ile girdiği ittifak, AKP’yi kaçınılmaz olarak marjinal bir parti haline getirdi. MHP’nin oy oranı 7 Haziran’dan sonra yüzde 11’ler civarına düştü ve 2018’de de, Cumhur İttifakı içinde olmasına rağmen bunun üzerine çıkamadı. AKP ise 2015’teki yüzde 49’lar civarından 2018’de  42’lere düştü. Bugün kamuoyu yoklamaları AKP’nin oy oranının yüzde 30-39 bandında kaldığını gösteriyor. MHP ise hemen hemen aynı oy oranlarında. Barajın hemen üzerinde ya da biraz altında duruyor. Yani bu ittifak AKP’yi giderek daha marjinal bir konuma çekiyor. Bütün bu kirli ilişkilerin ortaya saçılması da, iddialar gerçek olsun ya da olmasın, AKP’li siyasetçilerin isimlerinin bu ilişkilerle, uyuşturucu ticareti, suikast gibi çok ağır suçlarla birlikte anılması da partiyi daha da marjinal bir konuma çekiyor. Bunun üzerine kadın düşmanlığını, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının ardından şimdi de çocuk evliliklerini -yani çocuk istismarını- meşrulaştırma girişimlerini ekleyelim. Atatürk’e yapılan hakaretleri, laiklik karşıtı açıklamaları ve bu sözlerin sahiplerinin hep iktidar tarafından korunup kollanan isimler olmasını dikkate alalım. Karşımıza epeyce uçta bir tablo çıkıyor.

ÖNCEKİ HABER

Beyaz Saray: Biden-Erdoğan görüşmesi 14 Haziran'da

SONRAKİ HABER

FAO: Küresel gıda fiyatları son 10 yılın zirvesinde

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa