"Tek adamlık halkın ikna edilmediği bir sistem üzerine inşa edilmek isteniyor"
7 Haziran 2015 seçimlerinin yıl dönümüne sayılı günler kaldı. Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar ile 7 Haziran seçimlerini, Sedat Peker'in iddialarını iktidarın ve muhalefetin tutumunu konuştuk.

Mete Kaan Kaynar | Fotoğraf: MA
İLGİLİ HABERLER

Prof. Ülkü Doğanay: İktidar, ‘en ufak bir geri adım atarsam düşerim’ endişesi taşıyor

Siyaset Bilimci Özgün Emre Koç: Henüz buz dağının görünen kısmındayız
Şerif KARATAŞ
İstanbul
7 Haziran 2015 seçimlerinin yıl dönümüne sayılı günler kaldı. Suç örgütü lideri Sedat Peker’in ifşaalarının ardından 7 Haziran seçimleri yeniden gündeme geldi. Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar ile 7 Haziran seçimlerini, mafya liderinin iddialarını, iktidarın ve muhalefetin tutumunu konuştuk. 7 Haziran seçimleri sonrasını işaret eden Kaynar, “Erdoğan’ın yalnız/tek adamlığı, toplumun henüz ikna edilmediği bir sistem üzerine bina edilmeye çalışılan bir yalnızlık iktidarı. İktidarın toplumsal yapılar içinde yaygın bir rıza üreterek kendini yeniden ürettiği bir otoriterlik değil, güçsüzlüğün üzerinin her yetkiyi kendi elinde toplamak zorunda kalmakla şekillenen bir otoriterlik” ifadeleriyle değerlendirdi. Mafya -siyaset- sermaye ilişkiyle ilgili Kaynar, “Devlet için çalıştığını söyleyenler, çıkarları çatışınca birbirlerini devlete şikayet etmeye başladılar” dedi. Ortaya çıkan karanlık tablo karşısında siyasi partilerin toplumsal muhalefeti örgütlemesi gerektiğini belirten Kaynar, “En zor ve en uzun soluklu mücadeledir ki ben bunun bizzat sosyalist mücadelenin bir parçası olduğunu düşünüyorum” diye belirtti.
7 HAZİRAN'DAKİ BAŞARI TESADÜF, GELİP GEÇİCİ, KONJONKTÜREL BİR BAŞARI DEĞİL
Yıl dönümü yaklaşırken, mafya lideri Sedat Peker’in ifşaatlarıyla 7 Haziran seçimleri yeniden gündeme geldi. 7 Haziran seçimi Türkiye siyaseti açısından değerlendirecek olursanız neler belirtirsiniz?
Rejimin aktörleri bile artık 7 Haziran 2015 seçimlerinin bir bitmemiş seçim olduğunu kabul ettiler; Süleyman Soylu da bunlardan biri. Gerçekten de -daha önce de defaatle dile getirmeye çalıştığım gibi- Türkiye bir post-7 Haziran dönemi yaşıyor. Bu seçim neden çok önemliydi? Sorunuzu şöyle cevaplamaya çalışayım. 7 Haziran’ı sadece bir seçim ve seçim sonuçlarında alınan rakamsal başarılar ya da başarısızlıklarda aramamak gerekiyor. 7 Haziran’ın önemi bu seçimlerde “AKP oylarının azalması, hatta iktidarı kaybedeceği kadar azalması” ya da “HDP’nin oylarının artması” üzerinden anlaşılamaz. 7 Haziran seçimlerini siyasal hayatımızda bir kerte bir dönüm noktası haline getiren de; seçimlerde HDP’nin ülke barajını geçmesi, 1 Kasım ve sonrasındaysa 7 Haziran’daki başarının bir tesadüf, gelip geçici, konjonktürel bir başarı olmadığını kanıtlamasıdır. İşte sistemi dönüşmeye zorlayan da budur: HDP ve sosyalist partiler ittifakının sistemi dönüşüme zorlaması. O zaman şu yüzde 10 ülke barajına yakından bakmak gerekiyor.
BARAJ-SİYASETİNİN ÇÖKÜŞÜ…
7 Haziran seçimlerini önemli kılan hususun baraj-siyasetinin çöküşü olduğunu belirtiyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Bu kural hayatımıza 1.6.1983 tarihinde 2839 Sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu ile girdi. O tarihte seçimlerde uygulanan tek baraj yüzde 10’luk ülke barajı değildi; bir de illerin seçmen sayısının milletvekili sayısına bölünmesiyle elde edilen seçim çevresi barajı mevcuttu. Darbeciler, ‘80 öncesinde yaşananları ‘70’lerin koalisyonlarına ve parlamentodaki çeşitliliğe -bunu küçük partilerin de TBMM’ye girmesine imkan veren yapı olarak da okumak mümkün- yükleyip 3 partili bir yapı tasarlamaya koyulmuşlardı. Bir, kendi kafalarındaki iktidar (Turgut Sunalp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi) bir sağda muhalefet partisi (Özal, ANAP) bir de solda muhalefet partisi (Halkçı Parti Necdet Calp), aslında bu revize edilmiş bir tek parti dönemi kurgusuydu; ama 1983 seçimlerinde bile istedikleri yapıyı tam anlamıyla elde edemediklerini gördüler. Nitekim1983 seçimlerini ANAP kazandı; MDP de siyasi hayattan uçtu gitti.
Darbeciler için barajlar hem küçük partileri marjinalize edecek hem de koalisyon olanağını ortadan kaldıracak bir yapının manivelasıydı. Ama unutmayalım ki 1980’li yıllar aynı zamanda Kürt siyasi hareketinin de özneleştiği yıllardı. Tarihler ‘90’lara doğru yaklaşırken barajın herhangi küçük partileri vb. değil, bizzat Kürt siyasi hareketinin etkinliğini kırmanın işlevsel bir aracı olduğu keşfedildi.
"7 HAZİRAN SEÇİMLERİNDE HDP BARAJI AŞTI, 1 KASIM SEÇİMLERİYLE BARAJ YIKILDI"
Baraj siyasetine karşı Kürt siyasi partiler nasıl bir politika izledi?
Bir Antikürt kalkanı olarak baraj-siyaseti Kürt siyasetçilere üç yol bırakıyordu: 1- Başka partilerle ittifak halinde seçimlere girmek (Ki bu, yol SHP ile denenecekti.) 2- Kendi siyasi partisi içerisinde seçimlere katılmak (Ki bu, ülke genelinde yüzde 10 oy oranına ulaşılamadığı için sembolik anlamda bir katılma olacaktı.) 3- Bağımsız adaylar olarak seçimlere katılmak (Ki bu da seçmen gücünün çok ama çok azı bir sandalye ile TBMM’de temsile kânî olmak, devlet yardımlarından yararlanamamak vb. anlamlarına geliyordu.)
Peki, 1980 sonrasında Kürt siyasetinin kendisine bırakılan bu üç yola ilişkin tavrı ne oldu, onu da şöyle bir tablo ile özetleyeyim: Kürt siyasi hareketleri, 1990’da Halkın Emek Partisinin (HEP) kurulmasıyla legalleşti. 1991 seçimleri öncesi SHP ile seçim ittifakı yapan HEP’in 18 üyesi SHP listesinden milletvekili seçildi. İşte benim demin bahsettiğim birinci yol da buydu. Kürt siyasetçiler 1995, 1999 ve 2002 seçimlerinde kendi siyasi partileri yoluyla katıldılar. Benim ikinci yol, sembolik katılım olarak adlandırdığım da buydu. Geri kalan seçimlerde de 3. Yol denendi.
Ama HDP’nin bir Kürt siyasi partisi olmaktan çıkarak sosyalist ittifakın çatı partisi olmaya başlaması, daha doğrusu bunun siyasi semeresini toplamaya başlaması Selahattin Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığına denk gelmektedir. Demirtaş bu seçimlerde yüzde 9.74 oy almıştı ve yukarıdaki tabloda bir şeylerin değişeceği de o zaman fark edilmeye başlanmıştı. Ağustos 2014’ten aylar sonraki 7 Haziran seçimleri HDP’nin parlamentoya girdiği vb. değil, 1980’deki baraj-siyasetinin dönüşmeye başladığı bir seçim oldu. Tabirimi mazur görün: 7 Haziran seçimlerinde HDP barajı aştı, 1 Kasım seçimleriyle barajın kendisi yıkıldı. İşte Erdoğan’ın AKP Genel Başkanlığını tekrar eline alışını da, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen garabeti de, ittifaklar sistemini de hep bu çerçevede ele almak gerektiğini düşünüyorum. Doğrudan doğruya bu amaç için çıkarılmış olmasa da bir Antikürt kalkanı vazifesi gören ülke barajının yıkılması, anlamsızlaşması. Rejimi dönüştüren bu oldu; AKP değil. AKP bu dönüşümden faydalanmaya, azalan gücünü iktidarını kişiselleştirerek elde tutmaya çalıştı.
"HER YETKİYİ KENDİ ELİNDE TOPLAMAK ZORUNDA KALMAKLA ŞEKİLLENEN BİR OTORİTERLİK"
7 Haziran seçimi sonrasında “tek adam tek parti” ve giderek otoriterleşen rejim eleştirisinin yapıldığı bugünkü rejimin temelleri atıldı. Tek adam siyasetine göre hareket eden iktidar, ülkeyi kararnameler ve genelgelerle yönetiyor. Türkiye bu aşamaya nasıl geldi? Bugünkü iktidar yapısını siz nasıl tanımlarsınız?
Ülkenin KHK’ler ile yönetilmesi Erdoğan’ın icat ettiği bir usul değil. Ama vakadır ki Erdoğan, Meclis iradesini baypas etmenin bir yolu olarak sisteme yamanmış olan bu düzeni artık genel kural haline getirdi. Erdoğan’ın tek adamlığı üzerine çok ama çok konuşmak gerekecek, sanırım buna yerimiz yok ama sadece şu noktanın altını çizmekle yetineyim: Erdoğan’ın tek adamlığı, iktidara yerleşen bir liderin sistemi konsolide etmesi, dönüştürmesi ile karakterize olan bir tek adamlık değil, gerek sistem içerisinde gerekse de kendi partisi içerisinde yalnızlaşan, güçsüzleşen bir genel başkanın azalan gücünü örtmeye çalışması ile karakterize olan bir tek adamlık. Erdoğan’ın tekliği otoriterliği gücün değil güçsüzlüğün, yalnızlığın ve çaresizliğin getirdiği bir yalnız/tek adamlık. Sadece Erdoğan’ın yalnız/tek adamlığı mı, bunun altına doldurulan sistemin kendisi de toplumun çoğunluğunun bir şekilde inandırıldığı, kabullendirildiği (buna Gramsci’den yararlanarak hepimizin çıkarı için getirilmiş olduğuna bir şekilde ikna edildiğimiz, ikna olmak zorunda bırakıldığımız yani hegemonik) bir sistem de değil. Özetle Erdoğan’ın yalnız/tek adamlığı, toplumun henüz ikna edilmediği bir sistem üzerine bina edilmeye çalışılan bir yalnızlık iktidarı. İktidarın toplumsal yapılar içinde yaygın bir rıza üreterek kendini yeniden ürettiği bir otoriterlik değil, güçsüzlüğün üzerinin her yetkiyi kendi elinde toplamak zorunda kalmakla şekillenen bir otoriterlik.
"ÇIKARLARI ÇATIŞINCA BİRBİRLERİNİ DEVLETE ŞİKAYETE ETMEYE BAŞLADILAR"
Geçmiş mafya-siyaset-sermaye ilişkileri mafya liderinin ifşalarıyla yeniden gündemde. Söz konusu mesele yeni değil, ancak bugünkü iktidar yapısının bu sürece katkısı nedir?
Aynı noktadan bakmaya devam edelim. Mafya-siyaset-ticaret-tarikat kuarteti az çok Türkiye tarihidir. Bugünkü iktidar yapısını anlatmaz; bizzat Türkiye’nin iktidar yapısı hakkında fikir verir. Mafyanın omerta yasası basitçe bir susma yasası değil, aynı zamanda bir biriktirme yasasıdır da. Bugünkü iktidar profilinin buna çok ama çok özel bir katkısı yoktur. Her zaman siyasal yapıda önemli olan suç örgütleri, çıkarları birbirleri ile çatışınca ifşaata başladılar: Şöyle özetleyeyim: Devlet için çalıştığını söyleyenler, çıkarları çatışınca birbirlerini devlete şikayet etmeye başladılar.
"YENİ-TÜRKİYE TAMAMEN İÇİ BOŞ BİR SLOGANDIR"
Medya ve yargının iktidarın kontrolünde olduğu eleştirilerinin yapıldığı bir süreçten geçiyoruz. Bu bağlamda başta ana muhalefet olmak üzere muhalefetin, sendikaların gelişmeler karşısında sessiz kaldığı eleştirileri yapılıyor. Bu eleştiriler için neler belirtirsiniz?
Sanırım suskunluk, videolardaki ifşaatın ne zaman zona ereceği ve ucunun Erdoğan’a ne kadar değeceği ile ilgili bir bekleme ve meraktan kaynaklanıyor. Susurluk ve Peker vakalarının karşılaştırılması da medyada genellikle bu minvalde yapıldı. Susurluk’ta medya ve yargı tepki göstermişti şimdi neden?.. Cevap aslında ilk iki sorunuza verdiğim cevaplarla alakalı. 7 Haziran sonrası baraj-siyaseti yıkıldı; mevcut yapı devrildi. Lakin bu yapının yerine toplumun kahir ekseriyetinin zorla ya da seve seve kabul edebileceği, kendi içinde az çok tutarlılığa sahip bir yeni yapı kurulamadı. Yeni-Türkiye tamamen içi boş bir slogandır. Darbe dönemleri sonrasında bile bundan daha istikrarlı ve toplumun çok büyük çoğunluğunun mecburen ya da değil ama kabullendiği bir siyasi yapı inşa edilmişti; şimdiyse edilemedi. Birçok açıdan 12 Eylül darbesi sonrası inşa edilen siyasal yapının bile(!) Türkiye’de 7 Haziran sonrasında adım adım inşa edilmeye çalışılan sistemden çok daha fazla bir toplumsal desteğe sahip olduğunu, Gramsciyan anlamda hegemonik olduğunu söylemek yanlış olmaz. 12 Eylül bile getirdiği kurumların, yasaların, baskıların vb. “Hepimizin çıkarı için yapılmış şeyler.”(!) olduğu konusunda toplumu şimdikilerden daha fazla ikna edebilmişti.
SOSYALİST MÜCADELENİN BİR PARÇASI…
Bir bütün olarak toplumsal muhalefet, siyasi muhalefet ve sendikalar, Peker tarafından ifşa edilen mafya-siyaset-sermaye ilişkilerinin soruşturulup, sorumlularının cezalandırılması ve benzer süreçlerin yaşanmaması için hem bu süreçte hem de sonrasında neler yapmalı?
Bu konuyu iki açıdan değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Birincisi Peker’in açıklamaları karşısında olayın yargıya taşınması, Peker’in faş ettiği kirli ilişki ve suçların yargıya taşınması için ne yapılmalı, ikincisi ise Peker ve AKP’den bağımsız olarak Türkiye’yi mafya-ticaret-siyaset-tarikat kuartetinden kurtarmak için ne yapmalı sorusu. Birincisi için siyasi partilere düşen görev toplumsal muhalefeti örgütlemek, tıpkı Susurluk’ta olduğu gibi, adalet arayışını sivil bir harekete tahvil edebilmektir. İkinci mücadele, en zor ve en uzun soluklu mücadeledir ki ben bunun bizzat sosyalist mücadelenin bir parçası olduğunu düşünüyorum.
Evrensel'i Takip Et