Yazar Şeniz Baş: Yazmasaydım ölmezdim ama doğmazdım da
Yazar Şeniz Baş, yeni romanı "Kahraman ve Cellat"ı yazdı.
Fotoğraf: Kişisel arşiv
Soner SERT
“İnsanın kendini anlatması en zor olan. Ankara doğumlu ama İstanbul büyümeyim. Bana sorsanız İstanbulluyum. Kendimi bildim bileli kitapla yoldaşım, yazmayla hemhalim.” sözleriyle başladı Şeniz Baş sohbetimize... Yayıncılığın birçok alanında çalışan ancak yazmaya geç başlayan Baş, “Yayıncılığın içinde olanların genel tavrı oluyor bu.” diyor.
Uzun bir süre kalem erbabı yazarlarla yayınevinde eser üreten Baş, bir süre sonra kendi metinlerini kaleme almaya başlıyor. Çocuk kitapları çıkıyor ortaya. Toplamda 11 çocuk kitabı yazan Baş, ardından Koray Sarıdoğan’la beraber “Yazar Adayının El Kitabı”nı kaleme alıyor. İki kutu oyunu hazırlayan ve çizgi film uyarlamaları olan çocuk kitapları da yazan Baş, son olarak "Kahraman ve Cellat" isimli ilk yetişkin romanını yayımlıyor.
Baş’la bir araya geldik ve türler arası ilişkileri, romanını ve gündemini konuştuk.
“Kahraman ve Cellat”ta aile mefhumu romanın odağında yer alıyor. Sorunlu bir baba ve büyümeye çalışan bir kız çocuğu… Aile, aynı zamanda özü itibarıyla politik bir kavram… Siz baba ve kız arasındaki ilişkiyi bu bağlamda nasıl yorumlarsınız?
Bağ kurmak insanın önemli bir ihtiyacı. Çocukkense başat ihtiyaç. Bir soyut çatı istiyoruz başımızda, bizi güvende tutan bir çatı. İnsanlardan, duygulardan, bağlardan oluşan bu çatı, bize durup dinlenecek, korktuğumuzda sığınacak, iyi hissettirecek, varlığımızı anlamlandıracak bir hale sunsun istiyoruz. Bu doğduğumuz evle başlıyor. Ev somutlaştığı anda, bağ verdiğimiz kararların doğal neticesi değil de bir lütuf olarak sunulduğu zaman işler değişiyor. Gücü elinde tutan gücün esiri haline geliyor. Hayatta kime dinletemediği ne sözü varsa tahakküm ettiğini düşündüğü alana ve oradaki kişilere söylüyor. Güç zehirleyicidir ve süreklilik arz edemez. O gücü elde tutmak da bazı çabalar gerektirir; açık alan ise zorludur, her zaman başaramazsınız. Başaramadığınızda yeniden o alana döner, bunun sonuçlarını oraya ödetirsiniz. Mesela “Nankörler,” dersiniz. Yedirmiş içirmiştir ona göre ama “bunlar” açız demektedir. Bakın baba Tahsin diyor bunu romanda. Tahsin de “baba” olma vasfıyla bir güç elde etmiş ama açık alanda o kadar başarılı değil. Kendi tahakküm alanında ise bu zayıflıklarının onarılmasını, göz ardı edilmesini, “ev”dekilerin ruhunu, enerjisini emip sahaya yeniden güçlenerek çıkabilmesini istiyor. Bu güç, bu kahramanlık sendromunun sonucu olarak da kendini iyi hissettiği anlarda bir kahraman, kötü hissettiği anda ise bir cellat oluyor. Kızıyla da ilişkisi bu şekilde, evin diğer bireyleriyle olduğu gibi aslında. Güç el değiştirip Gülce’ye geçtiğinde de benzer vasfı ona yüklüyor, sen bizim anamızsın demeye getiriyor.
Gülce ise her çocuk gibi hem anne hem de babasının hep kahraman olmasını istiyor. Çocuklar, ebeveynleri onlara ne yaparsa yapsın, nasıl davranırsa davransın onları sevmeye çalışırlar hatta bunu uzunca bir süre de başarırlar. Gülce “baba”sını hep kurtarmaya çalışıyor ama “Tahsin” hiç yakalarını bırakmıyor. Her çocuğun ilişkisi böyle olmaz, bunu da diğer kardeşler Cem ve Deren ile göstermeye çalıştım. Her bireyin savunma ve hayatta kalma mekanizmaları başka çünkü. Cem reddediyor ve uyumlu yaşamaya çalışıyor. Deren reddediyor ve kendine dönük yaşıyor. Gülce ise debeleniyor.
Çok sayıda çocuk kitabı kaleme alan bir yazar olarak, ilk yetişkin kitabınızda “ev” olgusunu odağa almanızı nasıl yorumlarsınız? Bu hususta bir “geçiş dönemi mekanı”ndan bahsetmek mümkün mü? “Ev” çocuklar için daha ideal bir ortamken, yetişkinler için daha sorunlu bir dekor mudur? Ne düşünüyorsunuz?
Kahraman ve Cellat’ta “ev” kadar “çocukluk” da ön planda. O nedenle bir çocuk anlatıcının dilinden yazdım. Onun gözleriyle “ev” ve “aile” görülsün istedim. Çocuk anlatıcılı ben dili araya bir yetişkin anlatıcının zihninin ve dilinin girmesini engelleyebilir diye düşündüm. Çocuğu da mümkün mertebe somut ya da soyut “ev”den dışarı çıkarmamaya çalıştım. Ne çocukluk ne ev gül bahçesi değil. Evin ise çocuklar için her zaman ideal bir ortam olduğunu düşünmüyorum. Bir çocuksanız ve “ev” sizin için artık tekinsiz bir yerse, oradan uzaklaşmanız pek mümkün değildir. Zindan olur orası, kurtuluş gününü beklerken içinizdeki duvarlara çentik atmaya başlarsınız. Yetişkinler içinse çıkmak mümkün, en azından bu tercihe dair seçenekleri görebilir ve sonuçlarını değerlendirebilirler. Ev dekor mudur? Dekorun insanın ruhunu emdiğini sanmıyorum. Pandeminin gündemine de yerleştiği şekliyle hayat eve sığmadığı gibi hayat evden çok daha fazlasıdır. Her türlü bizi rahatlatacak, iyileştirecek kavramı yüceleştirip eline zehirli bir güç verdiğimiz gibi “ev”e de veriyoruz. Hayatı eve sığdırmak hatta oradan çıkarmamak istiyoruz. Bunu sağlayacak, üzerimizde baskı kurup, ensemizde boza pişirecek sistemi de kuruyoruz. Böylece içinde sevgiyle sarıldığımız insanlar, yazılarımızı yazdığımız masalar, sofralar kurduğumuz mutfaklar olacağına, milyonlara varan rakamlarla aldığımız betonlar, gırtlağımızı sıksa rahatlayacak insanlar, taksitlerini ölene kadar ödeyeceğimiz eşyalar ve ateşinin harı hiç dinmeyen cehennemler yaratmayı tercih ediyoruz. Evin, ailenin, annelerin, babaların, kardeşlerin, kuzenlerin, yeğenlerin arkasındaki insanları seviyorum, bu etiketlerin sağladığı güçlerden ise korkuyorum.
Anlatımınızın sinematografik olduğu hemen göze çarpıyor. Bu yalnızca kurduğunuz atmosferle de ilgili değil. Diyaloglar da sahici ve akıcı… Ayrıca ayırdığınız bölümler de birer sahneden ibaret daha çok… Bu anlamda sinema ve edebiyat arasındaki ilişkiyi, “Kahraman ve Cellat”ı odağa alarak nasıl yorumlarsınız?
Her ikisi de hikaye anlatıcılığı. Bir hikayemiz var, farklı yöntemlerle anlatıyoruz. Benim bu yöntemi seçme nedenlerim var. Öncelikle uzun bir dönemi anlatıyorum, farklı dönemlerde farklı yaşlarda geçiyor. Dil değişiyor, bakış değişiyor. Bunu farkettirmem için bu bölümlemeleri yapmalıydım. Yapmasaydım çok uzun bir roman olacaktı. Bunu da uzun ve yoğun bir ağıta dönüşmemesi için tercih etmedim. Daha önce söylediğim gibi okuru da şiddetin içinde sürekli tutmak istemedim. Bir neden de ailenin yaşamının ve evin içinin inişli çıkışlı olması. Sabah neşe içinde çıkılan ev, akşam cehenneme dönüşebiliyor. Bunu okura hissettirmenin yolu olarak bu teknik, ideal bir araç gibi gözüktü.
Yayıncılığın pek çok aşamasında görev yapan, okurun her yaş aralığına seslenen eser üreten, farklı türlerde metinler kaleme alan ve yazarlıkla ilgili teorik çalışmalar yapan bir yazar olarak yazma eylemini nasıl yorumluyorsunuz? Genelde bu husus yetenek ve disiplin üzerinden yorumlanır. Siz ne düşünüyorsunuz? Üretkenliğinizi neye borçlusunuz?
Yetenek, disiplin bunlar gerekli. Disiplin ve çalışma yoksa yetenek bir yere kadar götürür. Sadece disiplinle de bir sanat eseri, bir edebiyat eseri ya da kurgu dışı eser ortaya konulabileceğini düşünmüyorum. Sabahtan akşama kadar istikrarlı bir şekilde çalışın, olmayabilir. “Yazma” derken burada kurgu eserleri baz alıyorsak yetenek dediğimiz kavramı öne alırım. Ama bu yetenek doğduğumuz gün bizimle gelmiyor. Okumak, okuduğunun üzerine düşünmek, gözlemlemek, dinlemek, öğrenmeyi öğrenmek, eleştirel bakmak, kendini kafanın içine kapatmamak, patikalara sapıp denemek, öteki olmak, bir yerde durmamak, bir mesele üzerine düşünmekle gelişir. Biz doğarız, onu da doğururuz. Yazma yeteneği durup görenlerin, oturup dinleyenlerin, anlatılanları okuyanların başına konan bir talih kuşudur.
Ben insan severim, dinlerim, üzerine düşünürüm, kendime dert edinirim, o yüzden çok hikaye var anlatılacak. Çok okurum, çok meraklıyımdır, öğrenmeden rahat edemem. Ama paylaşmayı çok seviyorum; ben gördüm, bildim, sana da söyleyeyim derim. Çalışmayı da severim, klasik anlamıyla değil ama bu dünyada da bir iştigal lazım değil mi? Yazmasaydım ölmezdim ama doğmazdım da.