27 Haziran 2021 00:51

Libya konferansı: Batı yarattığı enkazı topluyor

Avrupa Gündemi'nde bu hafta Berlin'deki Libya Konferansı, Fransa'da bölgesel seçimler ve sağın durumu ile Britanya'da "beyaz işçi sınıfı" raporunun içerdiği ırkçılık tartışması var.

Fotoğraf: Florian Gaertner/photothek.de/Pool

Paylaş

Çarşamba günü Berlin’de yapılan Libya Konferansı aralık ayında yapılacak seçimlerin hazırlanmasını esas alıyordu. Konferansta tüm taraflar ülke halkının kendi kaderini tayin hakkından söz ettiler. Telepolis’ten Richard Hauley ise makalesinde Kuzey Afrika ülkesini istedikleri gibi sömürebilmek için istikrarsız hale getirenlerin şimdi enkaz topladığını vurguladı.

Britanya’da hükümet ırkçılık karşıtı mücadeleye saldırmaya devam ederken ırkçılığı da körüklemeye devam ediyor. Milletvekilleri komitesinin son raporu sadece beyaz işçi sınıfı öğrencilere yoğunlaşıp verileri çarpıtırken, diğer etnik kökenli yoksul öğrencileri hedef gösteriyor.

Fransa’da bölge ve il seçimlerinin ikinci turu bugün gerçekleşiyor. Geçen pazar yapılan ilk turda geleneksel sağ ve sol partiler oy oranlarının muhafıza ederken aşırı sağcı RN ciddi oranda oy kaybı yaşadı. Bunun en önemli nedenlerinden birisi seçmenin yüzde 67’sinin sandık başına gitmemesi olarak sunuldu. Aşırı Sağı Gözlemleme Kurumunun başkanının kaleme aldığı yazı, aşırı sağcı Marine Le Pen’in son yıllarda hayata geçirmeye çalıştığı strateji ve buna bağlı olarak geçen haftanın sonuçlarını inceliyor.


LİBYA KONFERANSI: BOLCA İYİ NİYET, BOLCA ŞÜPHE VE BİRAZ İRONİ

Richard HAULEY
Telepolis

Çarşamba günü Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas (SPD) ve BM Genel Sekreteri António Guterres, Berlin’deki ikinci Berlin Libya Konferansının katılımcılarını kabul etti. Son yıllarda Libya’daki iç savaşa doğrudan veya dolaylı müdahalede bulunan ülkelerin temsilcilerinin yanı sıra Arap Birliği, Afrika Birliği, AB ve Birleşmiş Milletlerden temsilciler davet edildi.

Konferansın amacı, ülkedeki barış sürecini daha da ilerletmek ve planlanan seçimlerin 24 Aralık’ta gerçekleşmesi için gerekli adımları başlatmaktı.

2020 sonbaharından bu yana, Kuzey Afrika ülkesindeki ana çatışma tarafları arasında ateşkes var. 2021 yılının başından bu yana da Abdülhamid Dibeybe liderliğinde bir birlik ve geçiş hükümeti var. Hükümetin ülkeyi öngörülen seçimlere hazırlaması gerekiyor, ancak bu Libya’nın büyük bir bölümünü hâlâ kontrol eden güçlü General Halife Hafter’in iş birliğine bağlı.

Berlin Konferansının Libya konulu sonuç bildirgesinde bulunabilecek pek çok iyi niyet var. Ancak planlar hakkında da şüpheler var: Dışişleri Bakanı Maas’ın defalarca vurguladığı temel talep -20 bine yakın yabancı askerin Libya’dan çekilmesi- oy birliğiyle paylaşılmadı. Belgenin gösterdiği gibi, Türkiye bu konudaki endişelerini dile getirdi.

Sonuç bildirgesi, tüm aktörleri arzu edilen seçimlere hazırlanmaya çağırıyor. Ancak, oylamanın hangi yasal zeminde yapılacağı ve sadece yeni bir meclis mi yoksa yeni bir cumhurbaşkanı mı seçileceği net belirtilmiyor.

Bir şey daha göze çarpıyor: ABD, İngiltere ve Fransa temsilcileri de Berlin’de Libya’nın kendi kaderini tayin ve egemenliğine açıkça atıfta bulunan bir bildirgeyi onayladılar. Ayrıca Libyalıların geleceklerine dışarıdan askeri müdahale olmaksızın kendilerinin karar vermesi gerektiği vurgulanıyor.

Bu belirli bir ironi içeriyor. Ne de olsa, ülkedeki iç savaş ABD, İngiltere ve Fransa’nın uluslararası hukuka aykırı bombalamalar da dahil olmak üzere bir rejim değişikliği uygulamak istediği için patlak verdi ve tırmandı.

Eski Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin devrilmesinden sonra ortaya çıkan kaos ve iktidar boşluğu, ayrılmaz bir şekilde bu tarih öncesi ile bağlantılıdır. Batılı devletler “işlerinin” kontrolünü kaybetmiş gibi görünüyorlar. Şimdi kendilerinin yol açtığı enkaz artıklarını topluyorlar.

Son yıllarda Libya’da çatışan iki ana taraftan biri Trablus’taki Ulusal Mutabakat Hükümeti oldu. Diğerlerinin yanı sıra ABD, İngiltere ve Türkiye tarafından desteklendi. Uluslararası açıdan kabul edildi, ancak her zaman güçsüzdü. 2021’in başına kadar dışarıdan atanan Politikacı Fayez Sarrac tarafından yönetildi. Diğer tarafta ise General Hafter ve onun sözde Libya Ulusal Ordusu (LNA) tarafından desteklenen Tobruk’taki karşı hükümet vardı. Çatışmanın bu tarafı, birçok petrol sahası da dahil olmak üzere, esas olarak ülkenin doğusunu ve güneyini kontrol ediyordu.

Yakın geçmişte Hafter, Rusya ve Rus paralı asker şirketi Wagner’in yanı sıra Mısır ve Batı’nın ortağı olan Birleşik Arap Emirlikleri’nden askeri destek aldı. Fransa da onun savunucularından biriydi. Hafter, Libya’da da savaşan radikal İslamcılara her zaman baskı yaptı.

Şimdi neredeyse 80 yaşında olan general, 1980’lerin ortalarında gözden düşmeden önce Eski Başkan Kaddafi’nin müttefikiydi. Hafter daha sonra ABD’ye göç etti, orada yaklaşık 25 yıl CIA karargahı yakınında yaşadı. Kaddafi’ye karşı Libya’daki sürgün muhalefeti büyük ölçüde CIA tarafından finanse edildi.

Sonra 2011’de rejim değişikliği oldu. Özellikle ABD, İngiltere ve Fransa tarafından gerçekleştirilen bombalı saldırılar, Kaddafi’nin görevden alınmasına ve ardından idam edilmesine yol açtı. Ardından Hafter, daha sonra bölünen Libya ordusunun başkomutanlığına atandı. Şimdi ordunun bir kısmı general için, bir kısmı da Ulusal Mutabakat Hükümeti için savaşıyor.

Abdulhamid Dibeybe yönetimindeki Birlik Hükümeti, ihtilafın önceki iki tarafını birleştiren ilk hükümet oldu. General Hafter geçtiğimiz günlerde önerilen seçimleri destekleyeceğini açıkladı.

(Çeviren Semra Çelik)


BEYAZ İŞÇİ SINIFININ BAŞARISIZLIĞI IRKÇILIK KARŞITLIĞINI ŞEYTANLAŞTIRMAK İÇİN NASIL KULLANILDI?

David GILLBORN
The Guardian

Milletvekillerinin son raporunun başlığında trajikomik bir unsur var: Unutulanlar: Beyaz işçi sınıfı öğrencilerinin nasıl hayal kırıklığına uğratıldığı ve bunun nasıl değiştirileceği. Son on yılda sürekli olarak gazete manşetlerinde, düşünce kuruluşlarının korku hikayelerinde ve hükümetin eğitimle ilgili söylemlerinde yer alan bir grup varsa, o da “beyaz işçi sınıfı”dır.

2010’dan bu yana eğitim seçim komitesi düzinelerce resmi araştırma yürütmüştür; sadece ikisi tek bir etnik gruba odaklandı ve ikisi de beyaz işçi sınıfıyla ilgiliydi. Bu, raporun neden bu kadar tartışmalı ve tehlikeli olduğuna dair bir ipucu veriyor; yoksul beyazların başarısızlığını, ırkçılık karşıtlığını şeytanlaştırmak ve aynı insanları yanlış hedefe kızdırmak için bir silah olarak kullanma kampanyasının son adımıdır.

Açık konuşalım: Ücretsiz okul yemekleri (FSM) alan çocukların başarısızlığına gerçek anlamda odaklanmak için çok geç kalınmıştır. Bu çocukların akademik olarak başarılı olma olasılıkları daha düşüktür ve ortalama varlıklı çocuklara göre dışlanma olasılıkları daha yüksektir; bu da onların uzun vadeli işsizlik ve ceza sistemine dahil olma riskini artırır. Çocuklar beş yaşında okula başladıklarında performansta birçok eşitsizlik zaten mevcut ve eğitim sisteminde ilerledikçe boşluklar daha da büyümekte. Her siyasi görüşten hükümet, “Arayı kapatma” arzusunu ilan etti, ancak hiçbiri gerçekleşmedi. Bunun yerine, son yıllarda bize sürekli bir yanlış bilgi ve dikkat dağıtma akışı sunuldu.

Beyaz işçi sınıfı öğrencilerine odaklanmanın nesi yanlış? Birincisi, “işçi sınıfı” çocukları ücretsiz okul yemeği alan (FSM) çocuklarla aynı değildir. En son rapor -ve son on yılda bu konuyla ilgili hemen hemen her manşet- “işçi sınıfı” başlığı altında bu yoksulluk içindeki çocuklar grubuna ilişkin verileri bildirdi. Bu, etkileyici bir ses çıkarır, ancak sorunun ölçeğini büyük ölçüde yanlış temsil eder. Britanya’da yetişkinlerin yaklaşık yüzde 60’ı kendilerini işçi sınıfı olarak görüyor; ancak ücretsiz okul yemeği alan beyaz öğrenciler devlet okullarındakilerin sadece yaklaşık yüzde 15’ini oluşturuyor. Milletvekillerinin raporu, basitçe “FSM”yi “işçi sınıfı” ile değiştirerek sorunun boyutunu 4 kat abartıyor. Sadece bu da değil, yetişkinlerin yüzde 60’ının çocuklarının haksız yere geri tutulduğunu düşünmesine neden oluyor.

Ve haberin aksine, ücretsiz okul yemeği alan beyaz çocuklar en düşük başarı grubu değil. Her etnik gruptaki FSM çocukları, daha zengin meslektaşlarından daha az başarılıdır.

Ücretsiz okul yemeği alan diğerlerini dışlayarak fakir beyaz çocuklara odaklanmak, en iyi ihtimalle sapkın, en kötü ihtimalle ırkçıdır. Aslında bu, komitenin. İşçi Partisi üyeleri tarafından öne sürülen azınlık raporunda belirtilmektedir: “Yalnızca dezavantajlı beyaz öğrencilerin karşılaştığı engellerin ele alınması, diğer etnik grupları sistematik olarak dezavantajlı hale getirecek ve ırksal eğitim eşitsizliklerini artıracaktır.”

Eşitlik Bakanı Kemi Badenoch’un geçen ekim ayında yaptığı ve hükümetin meşhur Irk ve Etnik Farklılıklar Komisyonunda tekrarladığı bir saldırı çizgisini devam ettirerek beyaz ayrıcalık kavramını özellikle eleştiriyorlar.

“Beyaz ayrıcalığı” uygun bir hedef, çünkü yoksulluk içinde yaşayan insanlar hakkında konuşurken “ayrıcalık” kelimesi kolayca teşhir edilir. Ancak, bu kavramın gerçek anlamını ve etrafımızdaki birden çok ırkçılık örneğini görmezden gelirken, ırkçılık karşıtlığının tek bir kavrama indirgendiğini düşünmek, konunun tartışmasını kasten kapatmaktır. Beyaz insanların, ne kadar fakir olursa olsunlar, ırkçı bir toplumda beyaz olmanın dezavantajını yaşamadıklarını anlamak gerçekten bu kadar zor mu? Durdur ve ara, gözaltında ölüm ve okuldan dışlanma konularındaki büyük ırk eşitsizliklerinin -ki bunların tümü siyahları olumsuz etkiler- hiçbir anlamı yok mu?

Seçkin komite raporunun ikiyüzlülüğünün çok bariz olduğu yer burasıdır. Hükümetin ırkçılık karşıtlığının - tüm ırkçılık karşıtlığının- bölücü olduğu yönündeki çizgisini yansıtıyor.

Ve işte raporun dikkat çekici çifte standardı: Irkçılık hakkında konuşmanın bölücü olduğunu iddia ederken, “Dezavantajlı geçmişlerden gelen birçok beyazın karşılaştığı zorlukları vurgulayarak, araştırmamız, dezavantajı farklı grupları karşı karşıya getirmeden yeni bir yol geliştirmeye yardımcı olabilir”.

Ve böylece komite, kaynakları yoksul beyaz çocuklara hedefleyerek bölünmenin önlenebileceğini hayal ediyor. Bu beyaz insanlara ayrıcalık sağlamak değilse nedir?

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)


2021 BÖLGE SEÇİMLERİ: AŞIRI SAĞ ZORLUK ÇEKİYOR

Thomas PORTES*
Regards dergisi

3 milyon 273 bin 703 oy. 2015’de gerçekleştirdiği seçim sonucuna ulaşabilmesi için (aşırı sağcı) Ulusal Bir Araya Gelme Partisinin (RN) ek olarak alması gereken oy sayısı işte budur. Hiçbir kamuoyu yoklama kurumu böylesi bir gerilemeyi öngörmemişti ve samimi olmak gerekirse son haftalarda aşırı sağı besleyen konular etrafında yaşanan histeriyi göz önünde bulundurursak hepimiz sürpriz yaşadık.

IFOP kamuoyu yoklama kurumunun gerçekleştirildiği bir ankete göre Marine Le Pen’in 2017’deki seçmenlerinin yüzde 73’ü geçen pazar bölge seçimlerinin ilk turunda oy kullanmamış. Bu oy kullanmayanlar içinde gençlerin oranı daha da fazla (25-34 yaş arasında olanların yüzde 83’ü oy kullanmaya gitmemiş) ve bu da RN’ye pahalıya patladı. Aynı olguyu işçiler içinde de gözlemliyoruz. 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde işçilerin yüzde 55’i Marine Le Pen’e oy kullanmıştı; 20 Haziran seçimlerinde bunların sadece yüzde 25’i sandık başına gitmiş. Oy kullanmama aşırı sağın aleyhine gerçekleşse de RN ilk defa bu kadar ağır bir zarar gördü.

Pazar günü neden RN’ye karşı bir başarı gerçekleştirdi?

Aşırı sağın oy kullanmama olgusuyla özgün bir ilişkisi var. Kimilerinin belirttiğinin tersine o kitlesel olarak oy kullanmama yaşandığında büyümüyor, tersine, geniş bir oy kullanma için de aynısı söylenebilir. Onun için verimli alan ikisinin ortası. Yüksek bir oy alabilmesi için bir yandan kendi seçmeninin kitlesel olarak seferber olması diğer yandan ise diğer partilerin seçmenlerinin oy kullanmaması gerekiyor. 2015 (bölge seçimlerinin) ilk turunda 25-34 yaş grubu yüzde 35 oranında RN için oy kullanmıştı, yani bugüne göre yüzde 18 ve binlerce oy daha fazla. İşçiler içinde ilk parti olan RN bu kategori içinde de kitlesel bir oy kullanmamayla karşı karşıya kaldı; 2015’de sandık başına gitmeme oranı yüzde 61 iken bugün yüzde 75’e yükseldi.

Birçok nesnel neden RN’nin bu oy kullanmamadan etkilenmesini açıklayabilir. Öncelikle siyasi ve sosyal koşullar: RN’nin retoriği basın tarafından sürekli tekrarlanır olmasına rağmen (özellikle de İslamo-solculuk, toplumun vahşileşmesi gibi kavramlar) seçimlerin son haftalarında kampanya dışı hiçbir unsur gelip seçimleri etkilemedi. 2015 seçimlerinin ilk turunun 13 Kasım saldırılarından birkaç hafta sonra gerçekleştiğini hatırlatmak gerekir. IPSOS’un yaptığı bir ankete göre terör saldırılarından sonra toplumun yüzde 30’u oy kullanma konusunda daha kararlı olduklarını söylemişler, aynı oran Ulusal Cephenin sempatizanları içinde yüzde 52.

RN’nin oyunun düşmesini açıklayabilecek diğer bir etken ise, parti yönetiminin hayata geçirdiği iki yönelim; yani bir yandan partinin “şeytanlaştırılmasına” karşı olağanlaştırma, diğer yandan ise sağdan partilerle ittifaklar gerçekleştirme. Marine Le Pen’in önemli bir değişiklik geçirdiğini gözlemliyoruz, özellikle de Avrupa, göçmenlik, İslam gibi temalar konusunda babasının savaşçı ve ırkçı eski retoriklerini terk ederek daha teskin edici bir söylem kullanıyor, kimileri buna olası bir cumhurbaşkanına yakışır bir tavır diyor. Fakat söylemlerini o kadar yumuşatması (…) RN’nin seçmenlerinin bir kısmının belki de eskiden kendisini rüzgara karşı hareket olarak tanıtan bir partide bugün kendilerini bulamamalarına neden olabilir. Marine Le Pen’in savunduğu bir normalleşme stratejisine parti içerisinde kimlikçi akıma yakın birçok kadro karşı çıkıyor, zira bu eğilim seçimlerde diğer akımlara açılma ve geleneksel kadroların dışında aday gösterme olarak kendisini yansıtıyor. Buradaki amaç geleneksel sağın oylarını kendisine çekme ve (babası) Jean-Marie Le Pen’in kurduğu partinin kötü imajından uzaklaşmadır. Şimdilik bu strateji tamamen başarısız. 

2015 seçimlerinin ikinci turunun sonunda 257 encümeni olmasına rağmen ilk turun arifesinde yüz civarında encümen partiyi terk etti. Bunun farklı nedenleri var elbette fakat RN’nin encümenleri kendisine bağlama konusundaki zorluklara ve kadro politikasının bölgeselleştirilmesindeki başarısızlıklarına işaret ediyor.

Bunlara rağmen, bölge seçimlerinin ilk turunun sonuçlarına dayanarak aşırı sağ dalgasının durdurulduğuna inanmak yanlış olduğu kadar sorumsuzca olur. Marine Le Pen’in partisi hâlâ yüksek bir düzeyde olmaya devam ediyor ve ilk turda 2 milyon 743 bin 228 oy aldı ve PACA gibi bir bölgeyi kazanma ihtimali hâlâ var. Düşüncelerin ideolojik olarak “Aşırı sağa kaydırılması” da devam ediyor ve güvenlik gibi konularda bazen solun bir kısmını bile etkileyebiliyor.

Son olarak ise, adayın tanınır olmasında belirleyici olan ulusal bir seçim olduğunda Marine Le Pen ve RN her zaman favori bir pozisyonda olmaya devam ediyor. Bu tehlikeye karşı solun bir sorumluluğu var, bu vatandaşlara mutlu günler umudu verebilecek birleştirici, net ve tanınabilir bir siyasi proje sunma sorumluluğudur.

*Aşırı Sağı Gözlemleme Kurumu Başkanı ve Générations. s. Partisi Ulusal Sözcüsü.

(Çeviren: Deniz Uztopal)

ÖNCEKİ HABER

Barışma teklifini reddeden kadını bıçakla yaraladı

SONRAKİ HABER

Kanada'da bir yatılı kilise okulunun bahçesinde 751 çocuk cesedi kalıntısı bulundu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa