Sınıf mücadelesini görmeyenler haberi de göremez
"Marksizmin insana kazandırdığı bakış açısı, dünya bilgisi ve kavramlar gazeteciyi mesleğini tabiatına uygun biçimde yapabileceği yere konumlandırır, böylesi bir perspektif sağlar. "
Fotoğraf: Laura Lee Moreau/Unsplash
Ahmet TULGAR
İki hafta önce kısa bir video çekip YouTube kanalımda yayımladım. “Neden Marksistler, sosyalistler, solcular daha iyi gazeteci olur?” diye soruyordum. Video epey izlendi, beğenildi. Memnun oldum.
34 yıl gazetecilik yapmış biri olarak, benden gazetecilik mesleğine dair bir yazı istendiğinde, önce kendimden, kendi deneyimlerinden bahsediyor olmamın, yazıya böyle girmemin anlayışla karşılanacağını düşünüyorum. Ama zaten arşivlerde yüzlerce yazım vardır böyle, kişisel deneyimlerinden bahsederek girdiğim. Üstelik mesleki deneyimlerimle sınırlı da değildir bunlar, hayatımın herhangi bir evresinden olabilir. Yine böyle girdim yani bu yazıya da işte. Öyle de devam edeyim.
Çünkü ben gazeteciliğe edebiyatçı olmaya karar verdikten, hatta ilk öykülerimi yazdıktan sonra başladım. Kurguya, öykülemeye daha işe başlarken vurgundum yani. Yazıya vurgun.
Böyle başlayınca da daha ilk dergi, gazete yazılarımı tutkuyla yazdım, edebiyat kadar kalıcılığı olacakmışcasına ciddiyetle eğildim, kıskançlıkla sahiplendim. Daha ilk dergi yazımla editörlerin karşısına kaprisli biri olarak dikilmiştim.
Dergi, gazete yazılarımla ilişkimi gazetecilik mesleğine başladığım ilk yıllarda yayımlanan öykü kitabımla tescillenmiş edebiyatçı kimliğim kadar bir başka sorumluluk daha belirliyordu ama. Bir Marksisttim ben ve ‘Yayın yoluyla komünizm propagandası yapmak suçu’na istinaden dört yıla yakın cezaevinde yatıp çıktıktan sadece birkaç gün sonra başlamıştım mesleğe. Haliyle daha ilk dergi yazımı yazarken yazdığım metni toplumsal mücadeleye, en azından yoksullara ve ezilenlere faydası açısından da sorguluyor, dergi ve gazetelerde yazdıklarımın böyle bir yararı olması için ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Yazmak benim için mücadele biçimiydi. Öyle görüyordum. Yazıyla anlamlandırıyordum hayatı. Evet, edebiyatsa varoluş mücadelesi, hayatımı anlamlandırma, gazetecilikse sınıf mücadelesi ve bu defa da çalışma hayatımı anlamlandırma olacaktı.
Yazmak fiili öyle bir kıymet kazanmıştı ki gözümde, dergi, gazete yazılarımı da arşivlerde değerini muhafaza edecek metinler olarak düşünmek hoşuma gidiyor, bu amaçla gazeteciliğime edebi kriterler de koyuyordum. Edebiyatın gözümde özel bir kıymet kazandırdığı, Marksizmin toplumsal muhalefet ve mücadele ile ilişkilendirdiği yazı, haberlerimde de imlasıyla, üslubuyla, kurgusuyla ve elbette içerdiği ve gözettiği insanlık kültürü fikriyle bu kıymetini, bu önemini muhafaza etmeliydi.
ANAKIM VE TARAFSIZLIK İDDİASI
Mesleğe ana akım medyada başladım ve büyük bölümü de orada geçti meslek hayatımın. Ana akım medya için tarafsızlık iddiası, reklamcı tabiriyle ‘biricik satış önerisi (unique selling proposition)’ olmanın yanı sıra bir meşruiyet iddiasıdır da. Ama keskin bir bakış gazetecilik okullarında da empoze edilen bu tarafsızlık iddiasının aslında ideolojik ve egemenler lehine işlevsel olduğunu kavrayacaktır.
Tarafsızlıkla nesnelliği aynı şeylermiş gibi aynı potada eriten bu iddia, eninde sonunda yoksulların ve ezilenlerin suçlanmasına çanak, cezalandırılmasına alkış tutar. Ana akım medya bu aynı tarafsızlık iddiasıyla, bir yandan da sol, sosyalist, devrimci medyayı militanlık olarak adlandırıp kurnazca boşa düşürmeye kalkışır.
Ana akım medyanın bu tarafsızlık maskesine ilişmedim ben, takmadım, tam tersine dünya görüşümü terimleri ve kavramlarıyla haber metinlerime yedirdim, söyleşi muhataplarımı pervasız taraflılığımla şaşırttım. Nesnelliğimi ise edebiyat yapıtlarımdaki kahramanlarıma duyduğum şefkati ve anlama isteğini haberimde geçen insanlara ya da söyleşi muhataplarıma karşı da duymaya çalışarak korudum.
Eğer edebiyat ve sosyalist teori ile donanmış, kuşanmışsanız, ana akım medyanın içindeyken de işleyişine mesafeli kalabiliyor, dışarıdan bakabiliyorsunuz.
Ama önce bir karar vermelisiniz: Önce yazı. Para ikincil planda ya da daha da aşağıda kalacak.
Ana akım medyada çok risk aldım. Daha 1990’da Güneş gazetesinin iki kez toplatılmasına sebep oldum. Gurur duydum.
2000’li yıllarda ise iki gazeteyi sadece birer yazımı sakıncalı bulup koymadıkları için terk ettim. Milliyet 2004, Akşam 2005.
Sonrası zaten patronajı geniş olarak paylaşılan sol sosyalist, bağımsız, özgür medya oldu. Ara sıra, dönemsel olarak yine ana akım medyadan davetlere icabet etsem de.
Ana akım medya çalışanlarını sadece yönetim hiyerarşisi ile değil, vadettiği ya da sunduğu, daha doğrusu gazeteciyi absorbe ettiği yaşam tarzı ile de baskılar, biçimlendirmeye çalışır. Bu ‘ana akım gazetecinin yaşam tarzı’ özellikle 1990’larda gazetelerin taşındığı şehrin periferisindeki dev plazalarda çok güçlü biçimde üretilir oldu.
İktidar ilişkileri ya da yönetsel hiyerarşisi kadar binalardaki mekan düzenlemeleri de tahakküme hizmet eder olmuştu. Yemekhaneler hiyerarşideki konuma göre paylaştırılıyor, spor salonlarına giriş izni çalışanlara belli bir kademeden sonra veriliyor, çalışma ortamı açık ofis sistemi ile bu defa yatay bir ‘panopticon’ mimarinin önünü açıyordu.
Sınıfsal ayrıştırma had safhadaydı ve iş güvencesinin esamesinin okunmadığı bir ortamda bu binalar, ortama ve hiyerarşiye uyum sağlanması ve rıza gösterilmesi durumunda olası yükselişi görsel olarak sergiliyordu. Sınıfsal teşhircilik mekan düzenlemesinin sahnesinde genç gazetecileri cezbederken ezmek için devredeydi.
MEDYANIN SİYASİ İKTİDAR VE ZENGİN SINIF HAYRANLIĞI
Türkiye medyasında bugün artık şoke edici raddeye gelmiş siyasi iktidar ve zengin sınıf hayranlığı ve bu odaklara yanlayarak ikbal edinme hırsının zemini, daha o zamanlar taşınılan o plazalardaki yaşam tarzı prezantasyonu ile oluşmuş olmalı.
2009 yılında bianet tarafından yayımlanan ‘Gazeteciliğe Başlarken, Okuldan Haber Odasına’ adlı kolektif kitaptaki yazım tam da bu plaza etkisine dairdir.
Şimdi ‘Binalar ve Gazetecilik, Muhabir Plazalara Kapatılırken’ başlıklı yazımdan birkaç alıntı yapıyorum buraya:
“(…) Plazaların, kafeden bankaya birçok gündelik hayat ihtiyacının karşılandığı mekân düzenlemeleriyle işaret ettiği bir gündelik yaşam alanı olma iddiası, binanın çalışanları tarafından abartılmaya uygundur. Küçük de olsa ‘arazi olma’ olanakları da sunan bu binalardaki lüks, muhabirlerin adaletsiz ücret politikalarıyla çekildiği ekonomik konumla birleştiğinde muhabiri fazladan etkiler. Genç gazeteciler mütevazı evlerinden çıkıp bu plazalara girdiklerinde bir daha kolay kolay çıkmamayı tercih ederler, konu mankeni olmaya razı olurlar. Diğer taraftan kendisini artık bu lüksten pay alan biri, bu lüks ve zenginliğin paydaşı sayan muhabirin patronun gücünü kabullenmesine, hatta bu güçten memnun olmasına, memnuniyet duymasına yol açar. (…)
(…) Böyle olunca da muhabirle sokağın arası açılıyor. İki anlamda da arası açılıyor. Muhabir sokağı ‘ava gittiği bir yer’ olarak görmeye başlıyor. Habere konu olan insanlarla empati yapan, o insanların arasında biri değil o artık. O bir avcı, haber avcısı. Avını kapacak ve kent merkezinden güvenli plazasına kaçacak.
Ancak bu kent merkezine geliş de ayrı bir hikâye tabii: Ulaştırma servisinde aynı yöne gidecek yeterli sayıda muhabir olunca, birikince araç yola çıkıyor. Muhabirler bir tür ekip olarak süratle kent merkezine gidiyorlar. Bazı muhabirler, özellikle de polis muhabirleri bazen ciddi ciddi polisçilik oynar bu araçlarda, özellikle de trafik sıkışık olduğunda.
(…) Muhabirler kendilerini plazalarda ne ölçüde evlerinde, gündelik yaşam alanlarında hissederlerse hissetsinler plazaların asıl yerlileri, yerli şefleri orta kademe yöneticilerdir. Yani editörler, redaktörler, haber müdürleri, yazı işleri müdürleri, servis şefleri vs.
Onlar bu cam fanusta kendilerini gazetenin çıkmasına, yayının sürmesine vakfettikleri düşüncesiyle, kendilerine fazladan yetkiler atfeder, muhabirleri de kendilerine borçlu olarak görürler. Birçoğu ‘no name’ olan bu medya çalışanları sokağa fazladan uzak, fazladan düşmandır, konumlarını ve binalarını sokağın etkisine karşı savunurlar. Bu etkiyi de binaya taşıyanlar muhabirlerdir, onların haberleridir. (…)”
Bu örnekleme alıntıları, plaza gazetecisini patronaja ve patronaj üzerinden zengin egemen sınıfa meftun, sokağa düşmanlık dolayımı ile de devlete, güvenlik kurumlarına, resmi güç odaklarına yandaş yapan etkenlerden bir kısmını ve bu etkenlerin ana akım medyanın hemen her veçhesine nasıl sirayet ettğini, nasıl planlı bir şekilde içselleştirildiğini göstermek için yaptım.
Bugün medyanın çok geniş bir sektöründe artık gazetecilik handiyse hiç yapılmıyor. Yani eskiden ana akım medyada yapıldığı kadar bile yapılmıyor. Gazeteci olarak görece çok satılan gazetelerde ve çok izlenen televizyonlarda boy gösterenler de zaten haberciliğin tam karşıtı denilebilecek bir işlev edinmiş, kendi kendilerini siyasi iktidar ve sermaye sınıfı namına propagandistlikle görevlendirmiş durumdular. Evet, ikbal uğruna.
Ama bunun yapılabilmesinin imkanları, çok önce uç veren ve 12 Eylül 1980 sonrasının ana akım medyasında ise iyice ivme kazanan transformasyon ve dejenerasyon sonucu oluşmuştu.
Sonrası kolay oldu.
Bütün bu süreç boyunca ana akım medyada da gazeteciliğini mesleğin etik kurallarına göre yapanlar oldu elbette. Onları tenzih etmem bile gerekmez, yaptıkları işler ortada, arşivlerde.
MARKSİZM VE GAZETECİLİK
Ama oraya baktığımda da, YouTube kanalımdaki videoda sorduğum soruyu soracak oluyorum bu defa: “Neden Marksistler, sosyalistler, solcular daha iyi gazeteci oluyor?”
Aslında bu konu dünyanın her yerindeki medya çevrelerinde de sık sık gündeme gelir, medya ile problemi olan siyasetçiler ya da iş insanları ise her yerde gazeteleri solcuların yönettiğinden şikayet eder, suçlar. Cevabı çok da zor değil bu sorunun.
Bir kere Marksist olan, dünyaya, tarihe ve topluma öyle bakan biri, bir daha kendini zorlasa da kolay kolay değiştiremez bakışını. O yüzden bu soruma, eski Marksistleri de katıyorum.
Marksizmin insana kazandırdığı bakış açısı, dünya bilgisi ve kavramlar gazeteciyi mesleğini tabiatına uygun biçimde yapabileceği yere konumlandırır, böylesi bir perspektif sağlar.
Ezilenlerin, susturulanların, sesini duyuramayanların, sömürülenlerin, yoksulların safıdır orası.
Sınıflı toplumun ve kurumlarının taraflı işleyişinin farkına varamayanlar, güç odaklarından ve para sahiplerinden mesafe alamaz.
Sınıf mücadelesini görmeyenler haberi de göremez.