Polis şiddeti rejimin aynası
Herhangi bir hak arama mücadelesinde sokağa çıkanlar kolluk güçlerinin şiddetiyle karşılaşıyor. Siyaset Bilimci Gülçin Karabağ, şiddet uygulayan iktidarın otoriterliğine dikkat çekti.
Fotoğraf: MA
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Herhangi bir hak arama mücadelesinde sokağa çıkanlar kolluk güçlerinin şiddetiyle karşılaşıyor. Son olarak Onur Haftası’nda gazetecilere dönük engelleme, polisin kafede oturanlara kadar uyguladığı şiddet ve AFP Foto Muhabiri Bülent Kılıç’ın polis tarafından boğazı sıkılarak nefessiz bırakılması gözleri yeniden iktidarın polise tanıdığı yetkilere çevirdi. Özellikle son dönemde daha da artan polis şiddetinin otoriterleşen rejimle ilişkisini Siyaset Bilimci Gülçin Karabağ ile konuştuk.
Polis şiddetinin, siyasi iktidarın tüm pratikleriyle günden güne otoriterliğe doğru kayışının en açık göstergelerinden biri olduğuna vurgu yapan Karabağ, “Polis şiddetinin artışı aynı zamanda siyasi iktidarın iç çatırdamalarla da kendisini açığa vuran kırılganlığı ve yönetemezlik hali, hegemonik güçte ibrenin rızadan çok zoru göstermesiyle de anlaşılabilir” dedi.
Bir buçuk yıldır devam eden salgın sürecinin Türkiye’de mevcuttaki tüm eşitsizlikleri derinleştirdiği ve fay hatlarını belirginleştirdiğini anlatan Karabağ, şunları söyledi: “Toplumun geniş kesimleri derinleşen yoksulluk, işsizlik ve gelir kayıplarıyla karşı karşıya. Buna ek olarak çok farklı alanlarda yaşanan adaletsizlikler toplumsal hoşnutsuzluğun en önemli sebeplerinden biri. Tüm bunları topluma yeni bir hikaye sunup hoşnutsuz kesimleri içererek, rahatlatarak atlatma isteği ve muhtemelen kapasitesi olmayan siyasi iktidar, kendinden farklı düşünen, yaşayan, farklı bir Türkiye tahayyülü olan herkesin sesini çeşitli yollarla bastırarak siyasi iktidarının ömrünü uzatmaya çalışıyor. Siyasi iktidarın bunun için kullandığı farklı mekanizmaların temelinde “Siyasetsizleştirme” yatıyor, yani toplumu bütün hoşnutsuzluk halleriyle şu anda bulunduğu durumda tutma çabası. Bunun için de “Ben gidersem, benden sonrası tufan, kaos” mottosuyla yayılan korku iklimi içerisinde kamusal tartışmaların yapılmadığı, kimsenin hoşnutsuzluğunu dile getiremediği, itirazını yükseltemediği bir durma hali oluşturulmaya çalışılıyor. Polis şiddetinin artışı ile siyasi iktidarın pratikleri arasındaki ilişkiyi de bu açılardan okumak gerekiyor.”
"CEZASIZLIK SİYASETİ KİLİT BİR YERDE DURUYOR"
Polislerin yargılandığı davalardaki cezasızlık politikasına vurgu yapan Karabağ, şunları söyledi:
“Polisin bir yanda bir gazetecinin boynuna basıp onu nefessiz bırakarak gözaltına almasını, eylemcilere yönelik “Ağzını açanı alıyorsun?” talimatını ve “Anayasa’dan başka yasalar da var” yorumunu diğer yanda da Deniz Poyraz’ın katilini “İsmin nedir abicim?” diye karşıladığı sahneyi düşündüğümüzde toplumda birilerinin makbul olmayan yurttaş bir diğer ifadeyle yurttaşlık statüsü düşürülmüş yurttaşlar olduğunu görüyoruz. Tüm bunlar devlet kimdir, kimlerin çıkarı için var olan nasıl bir yapılanmadır, devlet-yurttaş ilişkisinin temelinde hangi parametreler vardır, toplumun geniş kesimlerinin aleyhine, onların hoşnutsuzluğuna rağmen tanımlanan bir “devlet kutsiyeti” gerçekten kutsal olabilir mi, devletin kendi vatandaşlarından neden korunmaya ihtiyacı olsun sorularını gündeme getiriyor. Tüm bu tartışma içerisinde kolluk kuvvetlerinin arkasına devlet yapılanmasını alarak “devletin korunması” çabasına yönelik pratiklerini görüyoruz. Tam da bu noktada “Ben devletim” diyenlerin hukuk dışı faaliyetlerinin adeta kanunlarda tanımlanmış suçların cezasından muaf gibi görülmesi, bu cezasızlık siyaseti kilit bir yerde duruyor.”
"TOPLUMUN SİYASETSİZLEŞTİRİLMİŞ BİR NOKTADA DURDURULMASI AMAÇLANIYOR"
İktidarın politikalarına karşı protesto yapanların polis tarafından engellenmesi ve polis şiddetine maruz kalmasına ilişkin Siyaset Bilimci Gülçin Karabağ şu değerlendirmede bulundu:
“Açık bir biçimde şiddetin göründüğü müdahaleler ile tüm bu bana benzemeyenin-benzemediğini düşündüğümün-ötekinin- yıllardır yola gelmeyenin çeşitli vesilelerle zapturapt altına alınmaya çalışılması aynı hikayenin birbirini tamamlayan bölümleri gibi. Polis şiddeti de siyasi iktidarın politikalarına hizmet eden en temel araçlardan biri. Siyasi iktidarın çizdiği kurallara tabi tek tip yaşam tarzı dayatmasının dışına çıkmaya çalışan, buna itiraz eden herkesin sesinin kısılması, bastırılması amacında adeta bir durak. Başta yargı olmak üzere kurumlara güvenin özellikle kendisini muhalefet içerisinde tanımlayan kesimler açısından hiç kalmadığı bir ortamda polis şiddeti sokak siyasetini, her türlü hak talebini ve örgütlenme çabasını kriminalleştiriliyor, gayrimeşrulaştırılıyor. Salgın vesile kılınarak oluşturulan “yeni normalin” içki yasağından, müzik yasağına tüm pratikleri bir yandan kapitalist sistemin çarklarının sermaye lehine aralıksız döndüğü düşünüldüğünde bize siyasi iktidar tarafından yapılmak isteneni açıkça gösteriyor. Salgının başından beri mesele hiçbir noktada halk sağlığının korunması olmadı, salgın yasaklarının da bununla bir ilgisi yok. Siyasi iktidar üstü örtülemeyecek kadar açık bir çözülme sürecinde. Siyasi iktidar bu çözülmeyi açığa vuranları ya da tüm bu adaletsizlikten bıkıp “Kusura bakarız” diyenlerin sesini bastırmaya çalışırken polis şiddeti insanları yıldırmaya, korkutmaya çalışan bir araç olarak tam da karşımızda duruyor. Yeni normalle insanların kamusal alandan eve hapsedilmesi ve kamusal alandaki eleştirel tartışma sürecinin engellenmesi, toplumun siyasetsizleştirilmiş bir noktada dondurulması amaçlanıyor.”
"YÜKSELEN SESLERİN KESİLMESİNE YÖNELİK EN GÖRÜNÜR ŞİDDET AYGITI POLİS GÜCÜ"
Türkiye’de otoriterleşmeye karşı mücadele eden toplumsal güçlerin olduğunu belirten Gülçin Karabağ, “Bu kirli siyaset ortamında yeni normal bir mücadele sürecinde kuruluyor. Her türlü baskıya rağmen hâlâ gazeteciler, barolar, meslek odaları, akademisyenler siyasi iktidarın söylem ve pratiklerine karşı Türkiye’nin siyasal rejiminin yeniden demokratikleşmesi için itirazlarını yükseltiyor. İşte tam da bu mücadele sürecinde yükselen seslerin kesilmesine yönelik en görünür şiddet aygıtlarından biri polis gücü” değerlendirmesinde bulundu.
Sosyal medya üzerinden ve de farklı platformlarda yürütülen kampanyalarla soru sorarak da olsa siyasi iktidarın icraatlarının denetlenmesi imasına dahi izin verilmediğini belirten Karabağ, “Onur Yürüyüşü’nde genç bir katılımcı Türkiye’de birçok genç insanın farklı biçimlerde sorabileceği bir soru soruyor: “Ben ülkemde neden yürüyemiyorum?” Gençlere ses vererek bu soruyu şu şekillerde genişletebiliriz: “Ben kendi ülkemde neden kendi kimliğimle yaşayamıyorum, ben kendi ülkemde neden insan onuruna yaraşır bir biçimde çalışamıyorum, ben kendi ülkemde neden eşit haklarla eğitim alamıyorum, ben kendi ülkemde neden geçmediğim köprülere para veriyorum?” Öyle bir olağanüstü haldeyiz ki demokrasiden otoriterleşmeye doğru ibrenin öyle bir noktasındayız ki toplumun geniş kesimlerinin farklı açılardan hoşnutsuzluğunu dile döken bu gerçek ve apaçık ortada olan soruları duymaya dahi tahammülü olmayan bir siyasi iktidar var karşımızda” ifadelerini kullandı.
"DİRENGEN DURUŞLAR ÖRNEK ALINMALI"
Karabağ, giderek artan baskılara karşı, “Gündemin tüm karmaşası içerisinde bir alışma haline düşmemek, siyasetin son zamanlarda iyice gözler önüne serilen kirli yüzünü kabul etmemek, olağanüstü bir hal içerisinde olduğumuzu net bir biçimde görmek gerekiyor. Bu tespiti yapabilmek buna göre stratejiler üretebilmenin de ilk adımı. Türkiye’nin otoriterleşme sürecini demokrasi yönüne çevirmeye çalışan toplumsal aktörler olarak başta kadın hareketi olmak üzere polis şiddetine rağmen sokakta da direngen bir duruş sergileyen toplumsal hareketlerin yöntem ve pratiklerini örnek almalıyız” diye konuştu.