Kuzey Kıbrıs'ı esir alan Ankara vesayeti
Çağlar Kara, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Kıbrıs’taki hegemonyasının arka planını inceledi, Evrensel için yazdı.
Fotoğraf: DHA
Çağlar KARA
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) parlamento içi sol muhalefetten Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) 23 Haziran itibariyle sokağa çıktı. “İrademiz için sokağa çıkıyoruz, vesayeti reddediyoruz” diyen parti yönetimi her gün adanın bir ilçesinde (KKTC’de il bulunmuyor, en büyük birim ilçe) düzenlenecek eylemleri 6 Temmuz Salı günü başkent Lefkoşa’daki mitingle sonlandırmayı planlıyor.
Partinin aldığı eylemsellik kararının arkasında genel başkan Tufan Erhürman’ın açıklamalarına yansıdığı şekliyle, Lefkoşa’daki yönetimin Türkiye’nin ekseninde hareket etmesi, Kıbrıs Türklerinin iradesinin Ankara’nın müdahaleleri sonucu zarar görmesi gibi nedenler bulunuyor. Ayrıca Kıbrıs Geçitkale’de İnsansız Hava Aracı üssü açılacağına dair kulis bilgilerinin somutlaşmaya başladığı bugünlerde, CTP adada barış kültürünün yeşermesi ve Kıbrıslı Rumlarla birlikte yaşama tahayyülüne olan istekliliğini de eylemlere yansıtmak istiyor.
Genel başkan Erhürman ve CTP’nin eylemsellik kararını açıkladığı basın açıklamasında belirtilen “Türkiye ile olan ilişkilerdeki tam bir yıkım hali”, üstünde durulması gereken bir noktaya parmak basıyor. Çünkü bu yıkım halinde, Ankara’nın Kıbrıs üstündeki vesayetçi anlayışının doruk noktasına ulaşmış olması başrolü oynuyor.
Kuzey Kıbrıs’ta 2020’de düzenlenen Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Ankara’nın müdahalesi, Raporluyoruz grubunun 11 Haziran’da yayınladığı Müdahalenin İstihbarat Raporuna yansımıştı. 45 sayfalık raporda, Cumhurbaşkanı adaylarından Mustafa Akıncı’nın Milli İstihbarat Teşkilatı mensuplarınca tehdit edildiği, bazı gazetecilerin TC Lefkoşa Büyükelçiliği tarafından diğer aday Ersin Tatar’ın desteklenmesi konusunda uyarıldıkları ya da Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın basın danışmanı Ali Genç’in, adada Ersin Tatar ve kampanya ekibiyle birçok kez buluştuklarına dair bilgiler bulunuyor.
2020 Seçimlerine yönelik müdahale iddialarının yanı sıra, suç örgütü lideri Sedat Peker’in merkezi Ankara olan mafya-siyaset-iktidar-sermaye ilişkilerine yönelik ifşaatları da yakın zamanlarda Lefkoşa’nın iç siyasetini hareketlendirmişti. Peker’in yaptığı ifşaatlar arasında, 1996’da Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı’nın öldürülmesinde Korkut Eken ve Mehmet Ağar gibi Türkiye güvenlik bürokrasisinden isimlerin oynadığı rol ya da Halil Falyalı’nın Latin Amerika-Türkiye kokain ticaretinin maddi organizasyonunu KKTC’den yönetmesi gibi Kuzey Kıbrıs’ı sarsan iddialar bulunuyordu.
Aslında, ucu 1996 yılındaki bir suikasta kadar giden ve içerisinde Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin isimlerinin bulunduğu bu suç ve hukuk dışı ilişkiler yumağı ya da KKTC siyasetine Ankara’nın gerçekleştirdiği dış müdahaleler, Kuzey Kıbrıs’ın kronikleşen sorunlarını bizlere gösteriyor. Zaten Kutlu Adalı öldürülmeden önceki son yazısında Kıbrıs Türklerinin “hayalinde bile göremeyeceği suçlara” şahit olduklarından bahsederken, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir şekilde bağı olduğu KKTC’nin bu kronikleşmiş sorunlarından bahsetmekteydi.
Peki ucu Ankara’ya dayanan bu hukuk dışılık ve suç ağı nasıl oluyor da Kuzey Kıbrıs’a bu kadar kolaylıkla sirayet edebiliyor? Buna izin veren statükonun, Kuzey Kıbrıslıların iradesini gasp eden bu sistemin yapı taşlarını neler oluşturuyor? Bu yazıda Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Kıbrıs’taki hegemonyasının arka planını inceleyeceğiz.
ANKARA KIBRIS’A NASIL GELDİ?
Bilindiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıslı Rumlardan yana asimetrik bir hal alan Rum-Türk çatışmasına müdahale amacıyla 1974 Temmuz’unda Kıbrıs’a asker çıkartmıştı. Bu askeri harekatın hukuki dayanağı 1959 yılında Türkiye, Yunanistan, Birleşik Krallık arasında imzalanan Zürih Antlaşması ve bu anlaşma ışığında yazılan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası idi. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının 181. maddesi Birleşik Krallık ve Yunanistan ile birlikte garantör devlet olan Türkiye’ye, Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve anayasal düzeninin tehdit altında olması halinde müdahale etme hakkı tanımaktaydı.
1974 Temmuz’una gidilen süreçte, aşırı-sağcı Rumların darbe ile iktidara gelmesi ve Kıbrıs Türklerinin mahalle ve köylerine düzenlenen saldırılardan dolayı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) gerçekleştirdiği Atilla-1 operasyonu uluslararası bir meşruiyete sahip olmuş ve destek almıştı. Bu operasyon ile TSK’ya bağlı kuvvetler Girne ve Lefkoşa arasında bir cep oluşturmuş, adaya yapılan müdahale Lefkoşa’daki EOKA-B cuntasının devrilmesini beraberinde getirmiş ve diyalog kapısı açılmıştı. Ancak, TSK dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülent Ecevit’in daha sonra İngiliz BBC kanalına verdiği röportajda da belirttiği üzere, mevcut pozisyonda 'kendisini güvende hissetmemiş’ ve Rum tarafıyla görüşmelerin devam ettiği sırada ikinci bir operasyona başlamıştı. Atilla-2 Operasyonuyla adanın %36.2’sini oluşturan kuzey toprakları TSK kontrolüne geçmiş oldu, bu operasyon birincisinin aksine uluslararası kamuoyunca bir işgal olarak kabul görecekti.
İlerleyen yıllarda bu askeri fiiliyatı takiben atılacak 1983’teki KKTC’nin ilanı gibi bazı adımlar Zürih Antlaşmasının çiğnenmesi demekti. Yani ikinci müdahale ile adaya yerleşen TSK güçleri ve sonrasındaki hamleler ile artık Türkiye uluslararası hukuk nezdinde yasadışı bir pozisyona geçmiş oldu. Uluslararası hukuk nezdinde Ankara’nın Kıbrıs’ta yarattığı fiiliyatın bir benzerini, 1992’de Ermenistan’ın, Ermeni nüfusun ağırlıklı yaşadığı Dağlık-Karabağ’da Azerbaycan'a karşı gerçekleştirmiş olduğunu da hatırlatalım.
ANKARA’NIN KIBRIS'TAKİ ASKERİ VARLIĞI
Bugün adada, İzmir’de konuşlu Ege Ordu Grubuna bağlı Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı altında örgütlenen 40.000’e yakın asker bulunuyor. Bu askerler doğrudan Genelkurmay Başkanlığına, yani Ankara’ya bağlı. KKTC’nin toplam nüfusunun 360.000 civarı olduğu kabul edilirse, adada her 8 kişiye 1 TSK Askeri düşmüş oluyor.
Ankara kontrolündeki askeri güç erki sadece ‘Barış’ Kuvvetleri ile bitmiyor. Kıbrıs Türkleri için geçerli olan 8 ila 15 ay arasındaki zorunlu askerliğe dayalı bir Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı (GKK) gücü de söz konusu. GKK’na bağlı asker gücünün 5.000 civarı olduğu düşünülüyor. Ayrıca, Kıbrıs Türk polis gücü de GKK’na bağlı. GKK ise dolaylı olarak ‘Barış’ Kuvvetleri Komutanlığına yani Ankara’ya bağlı. Sonuç olarak, ada halkının oyları ile seçilen sivil Kıbrıs Türk yöneticilerine bağlı hiçbir silahlı güç bulunmuyor.
Ankara’ya son derece asimetrik bir güç veren bu durumun dayanağı KKTC’nin 1985 yılında kabul edilen Anayasasına eklenen geçici 10. madde. Aynı Anayasada bulunan 117. md., aslında KKTC polis ve asker gücünü adanın sivil yöneticilerine bağlıyor, ancak sonradan eklenen bu geçici 10. md. ile her şey değişiyor;
“Kıbrıs Türk halkının savunması ve iç güvenliği ile milletlerarası durum gerektirdiği sürece bu Anayasanın 117. maddesinde yer alan kurallar yürürlüğe girmez. Anayasa yürürlüğe girdiği tarihte dış ve iç güvenliğin sağlanmasında kullanılan bütün kuvvetlerle, bunlara ilişkin olarak uygulamada olan usul ve hükümlerin ve bu konularda kabul edilmiş ve edilecek işbirliği esaslarının uygulanmasına devam olunur.”
Güvenlik aygıtının doğrudan Ankara kontrolünde olması üzerinden, bir örnek vaka incelemesi yapalım.
Kuzey Kıbrıs’ın muhalif gazetelerinden Afrika Gazetesi (şu anda Avrupa ismiyle yayınlanmakta), 2018 yılındaki Afrin operasyonunu bir işgal olarak gördüğü için Tayyip Erdoğan’ın tepkisini çekmişti. Erdoğan’ın ‘cevap verilmeli’ çağrısına kulak veren 300 kadar kişi gazetenin Lefkoşa’daki ofisi önünde toplanmıştı.
Toplanan güruhu gazetenin önemli kalemlerinden Şener Levent ‘Madımak ruhuna’ benzetiyordu. Grup gazetenin bulunduğu kata kadar tırmanmış, gazetenin tabelasını indirmiş, bununla yetinmeyip gazetenin karşısındaki KKTC Meclis Binasına yönelmişti. Burada Ankara’ya bağlı KKTC Polisi grubu durdurmamış, grup da Meclis binasının çatısına dahi çıkmayı başarmıştı. Bu saldırılar sırasında kendisi de hedef alınan dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, olaylar sırasında güvenlik güçlerinin ‘sorumlularını’ aradığını belirtecekti.
Bu vaka üzerinden, KKTC vatandaşlarının oylarıyla seçilen en üst siyasi makamın dahi bir siyasi şiddet olayında güvenlik güçlerini kontrol edemediğini çok net görebiliyoruz. Ancak, ne yazık ki, KKTC yönetiminin kendi ülkesinde kontrol edemediği tek iktidar mekanizması güvenlik aygıtı değil.
EKONOMİK BAĞIMLILIK
1974 Yılındaki askeri harekat ve bir yıl sonra ilan edilen Kıbrıs Türk Federe Devleti sonrası, Kuzey Kıbrıs’ın uluslararası arenadaki pozisyonu zarar görmüş olsa da, dünya ile bağları tamamen kopartan hamle 1983 yılında geldi.
1983’te KKTC’nin tek taraflı bir şekilde bağımsızlığını ilan etmesi sonrası, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 541 Sayılı Kararı doğrultusunda üye devletlere KKTC’nin tanınmamasını tavsiye etti. Bugün Türkiye dışında KKTC’yi tanıyan hiçbir ülke bulunmuyor, Kuzey Kıbrıs ürünleri yurtdışında satılamıyor, Türkiye dışında başka ülkelere direkt uçuş yapılamıyor ve Kıbrıs Türkleri eğer Kıbrıs Cumhuriyeti ya da Türkiye Cumhuriyeti pasaportuna sahip değilse uluslararası spor turnuvalarına dahi katılamıyor.
Her ne kadar 2004’te Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliğine üyeliği ve Annan Planı sürecinin önünü açtığı diyalog ile Kuzey Kıbrıs üzerindeki izolasyon kısmen hafiflese de, Kıbrıs Türklerinin Ankara’ya olan ekonomik bağımlılığı halen devam ediyor.
Ankara Kuzey Kıbrıs’a yaptığı yardımları işbirliği anlaşmaları ve protokollerle gerçekleştiriyor (Ekici ve Özdemir, 2021) Kıbrıs İşlerinden Sorumlu CB Yardımcısı ve ona bağlı Kıbrıs İşleri Koordinatörlüğü’nün iradesiyle belirlenen yardımlar, TC Lefkoşa Büyükelçiliğinin alt birimi olan Kalkınma ve İşbirliği Ofisi’nin sorumluluğunda organize ediliyor.
1993 yılına kadar sadece hibe olarak yapılan yardımlar, 1993’ten bu yana kredi ve hibe olarak iki kalemde gerçekleştiriliyor. Örneğin, 2021 yılı için yapılmış olan son antlaşma kapsamında, Ankara KKTC yönetimine 2 milyar 250 milyon TL hibe desteğine ek olarak 1 milyar TL de Dolar cinsinden kredi desteğini taahhüt etmişti. Verilen yardımların ortalama %25’lik bir bölümünü savunma harcamaları oluşturuyor.
Bu yardımlar ‘yavruvatana’ yapılan yardımlar olarak kabul edilse de, akademide böylesi bir ilişki patron-müşteri ilişkisi olarak değerlendiriliyor (Ekici, 2019). Ekici ve Özdemir’in 2021 tarihli çalışmalarında da gösterdikleri üzere zaten bu yardımlar KKTC ekonomisine pek de pozitif katkı sağlamıyor. 2021 yılı için yapılan protokolde yer alan Lefkoşa’ya yapılacak 14 milyon TL bütçeli Cumhurbaşkanlığı Sarayı, ya da tıpkı Türkiye’deki gibi yandaş bir medya oluşturma hamlesi olarak görülecek olan medya harcamaları yardımların muhteviyatını anlamamızı sağlayabilir.
Ayrıca, bu yardımların Türkiye ekonomisinin sadece %0.5 gibi küçük bir bölümünü oluşturduğunu ve Ankara’nın adanın kuzeyiyle ticaretteki hegemonyası ve altyapı hizmetlerinde elde ettiği sahipliklerle bu yardımlardan çok daha fazlasını geri aldığını da belirtmeliyiz. Bugün KKTC elektrik ya da su dağıtımı hizmetleri Türkiyeli firmaların kontrolünde. Kıbrıslı belediyelerin bu hizmetlerin fiyatlandırılmasında söz hakkı bulunmuyor. Elektrik ve su hizmetleri ya da hastane inşaatları gibi projeler kapsamında, Kuzey Kıbrıs’taki birçok arazi de Ankara’nın belirlediği sorumlu şirketlere tahsis ediliyor.
Ankara’nın KKTC ekonomisine müdahaleleri bundan çok daha ileri gidebiliyor. Örneğin, 1986’da dönemin başbakanı Turgut Özal’ın adaya yaptığı ziyarette yaptığı ‘önerileri’ ışığında imzalanan protokol neticesinde Kıbrıs’ta emeklilik yaşı artırılmış veya çalışma kanunları tahmin edileceği üzere toplu sözleşme hakkının gözden geçirilmesi gibi neoliberal kaygılarla yeniden düzenlenmişti.
ANKARA’NIN KIBRIS’TAKİ SİYASİ GÖLGESİ
Ankara’nın Lefkoşa’yı kontrol etmesini sağlayan bazı kurum ve bürokratik makamlar bulunuyor. Bunların başında Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Cumhurbaşkanı Yardımcılığı geliyor. Bugün bu görevi yürüten Fuat Oktay döneminde, bu makam ve yetkileri 2019/13 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine konu olan Kıbrıs İşleri Koordinatörlüğü altında organize edildi.
Kararnamedeki şu cümleler bu pozisyonun Kıbrıs konusundaki yetkinliğini bizlere gösteriyor; “Kamu kurum ve kuruluşlarınca KKTC ile yürütülecek her türlü konuya ilişkin iş ve işlemlerde, Kıbrıs İşleri Koordinatörlüğü ile görüş alışverişi yapılarak gerekli mutabakat sağlandıktan sonra uygulamaya geçilmesi konusunda gereken hassasiyet gösterilecektir.”
Fuat Oktay Kuzey Kıbrıs’a bu yetkiler ışığında ziyaretler düzenleyip, burada sivil toplumdan, KKTC yöneticilerine kadar birçok kişi ve kurum ile görüşmeler yapıyor, açılışlara katılıyor. Kendisinin basın danışmanı aracılığıyla KKTC seçimlerine müdahalede bulunduğuna dair iddiaların da 11 Haziran’da yayınlanan “Müdahalenin İstihbarat Raporuna” yansıdığından bahsetmiştik.
Ankara’nın ada sınırlarındaki eli ise TC Lefkoşa Büyükelçiliği ve alt birimleri. Adadaki varlığı temsil ettiği devlete bağlı on binlerce askerle olağanüstü bir güce işaret eden Büyükelçilik’in ismi adada sıklıkla Ankara’nın müdahaleleriyle birlikte anılıyor. Örneğin, yine “Müdahalenin İstihbarat Raporuna” göre, Büyükelçi Ali Murat Başçeri’nin Girne’deki tarihi beyaz evde yanına adadaki komutanları da alarak Ulusal Birlik Partisi milletvekilleri ile buluştuğu ve bu buluşmada “Türkiye Cumhuriyeti’nin tercihi Ersin Tatar’dır” dediği iddiaları söz konusu. Ayrıca, Büyükelçiliğe bağlı bir alt birim olan Evkaf ve Din İşleri Dairesi de adada Kur’an kursları düzenliyor, iki vakit namaz kılana bisiklet hediye ediyor.
Büyükelçiliğin adadaki pozisyonu, Kıbrıs Türkü sol muhalifler tarafından bir sömürge valiliğine benzetiliyor. Zaten, daha önce sadece altı ay görevde ‘kalabilen’ Büyükelçi Kaya Türkmen de görevini bıraktıktan sonra “bir genel vali gibi değil, Büyükelçi gibi hareket ettim” diyerek bize bu bakışı hatırlatmıştı. Büyükelçinin görevden alınmasına giden süreçte 2011 yılında dönemin ‘Kıbrıs İşlerinden Sorumlu’ Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in adaya yaptığı ziyaret ve bu ziyarette yaşananlar başroldeydi.
Kıbrıs Türkü sol muhalefetin, Cemil Çiçek’in ziyaretine karşı organize ettiği eylemlere katılanlar için, Çiçek Kıbrıs Rumlarını ima ederek ‘güneydekilere benziyorlar’ demişti. Ayrıca Çiçek’in ada dönüşünde söylediği “cuma küfrettiler, pazartesi para yolladık” sözleri krizi daha da derinleştirmişti. O dönem Lefkoşa’da görev yapan Büyükelçi Kaya Türkmen, daha sonra Global İlişkiler Formu’nun Açık Telgraf dosyasına verdiği hatıra yazısında, Çiçek’in eylemlere müsade edilmemesini talep ettiğini, bu talebi reddettiği için Çiçek tarafından kendisine ‘maaşını biz ödüyoruz’ denildiğini açıklamıştı. ‘Ankara’nın verdiği maaşın hakkını vermeyen’ Türkmen, bu olaydan kısa süre sonra görevden alınmıştı. “Büyükelçi gibi hareket eden” Türkmen’in görevden alınması, KKTC’deki birçok siyasi partinin tepkisini çekmişti.
Ayrıca, Türkmen yazısının devamında, Kıbrıs Türklerinin Ankara ile “ilişkilerin eşitlik ve karşılıklı saygı temelinde yürütülmesini arzuladığını, buyurucu ve zaman zaman küçük düşürücü tavırlardan yakındığını” belirtiyor. Ankara’da ise bu yakınmaların karşılık bulamadığını ve Cemil Çiçek’in Kıbrıslıları sürekli tenkit edip aşağıladığını, “siz adam olmazsınız edebiyatı” yaptığını Türkmen’in yazısından okuyabiliyoruz.
AK Parti öncesindeki Kıbrıs Türk siyasetine müdahaleleri okumak isteyenler için Mehmet Hasgüler’in kaleminden 1995 yılında Birikim’de yayınlanmış olan yazının linkini buraya bırakalım.
TÜRKİYELİ YERLEŞİMCİLER
Son olarak Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a gelen yerleşimcilerden bahsetmeliyiz.
Bugün KKTC’de yaşayan Türkiye asıllı nüfusun büyüklüğü ile ilgili farklı sayılar ortaya sürülüyor. Lefkoşa yönetiminin verilerine göre toplam nüfus 382.000 ve Anadoludan gelen Türk nüfusun, toplam popülasyonun %50’ye yakınını oluşturduğu düşünülüyor.
Kuzey Kıbrıs’a 1974 Harekatından sonra ilk göç, köylerini terk eden Kıbrıs Rumlarının tarımdaki boşluğunu doldurmak için 1975 Tarım İşgücü Protokolü kapsamında adaya gönderilen ve sayıları farklı kaynaklara göre 5 ila 30 bin arasında değişen topraksız Anadolu köylüleriydi. Bu dönemdeki göçler uluslararası camiaya adadan daha önce göç eden Kıbrıslı Türkler olarak lanse edilmiş ve Mağusa limanına varan gemiler özellikle gece saatlerinde karaya yanaşmıştı. Daha sonra adaya göçler eğitim, iş ya da evlilik gibi bireysel tercihler ile devam etti. Bireysel gerçekleştirilen bu göçlerde, Kıbrıs Türklerine yakın politik ve kültürel eğilimler daha çok karşımıza çıkıyor.
Türkiyeli yerleşimcilerin kurdukları Hemşeri dernekleri, AKP teşkilatları ve Ülkü Ocakları adada Türkiye‘ye bağlılık kültürünün temsili olarak görülüyor. Ayrıca yerleşimcilerin kurduğu ve seçimlerde %7 civarı bir oy alan Yeniden Doğuş Partisi (YDP) de bulunuyor. Bu parti çift devletli çözümü savunuyor. 2019’da Ankara, Kuzey Kıbrıs’taki dörtlü koalisyondan memnun olmadığını gösterdiğinde, YDP koalisyondan çekilmişti.
Bu yerleşimciler arasında Ergenekon sürecinde hapis yatanlar, eski siyasetçiler, kumarhane patronları, eski askerler, sanatçılar, sendikacılar gibi bir dizi tartışmalı isim de bulunuyor. Tıpkı Susurluk’ta ortaya çıkan kontrgerillanın UZİ tedarikçisi Ertaç Tinar ya da aşırı sağcı terör örgütü Türk İntikam Tugayının önemli isimlerinden Semih Tufan Gülaltay gibi.
SONUÇ YERİNE
Bir yanda adada uluslararası hukuku çiğneyerek bulunan ve Kuzey Kıbrıs nüfusuna göre hayli güçlü Türk Silahlı Kuvvetleri, bir diğer yanda ülkenin güvenlik aygıtının Ankara’ya bağlı olması.
Bir yanda Kuzey Kıbrıs’ın uluslararası pazar ve ekonomiden dışlanması ile Türkiye’den gelen yardımlara bağımlılaşması, bir diğer yanda adadaki ekonomik yatırımlar ve altyapı hizmetleri konusunda sorumluluk ve yetki alanlarını Ankara’ya devretmiş olan Lefkoşa yönetimi.
Bir yanda Kuzey Kıbrıs’ta “bir genel vali gibi değil, bir Büyükelçi gibi davrandım” deme ihtiyacı duyan Türkiye bürokrasisi, diğer yanda Kıbrıs Türkleri üstünde tam bir biat arzulayan Ankara.
Neresinden tutsak, hukuk dışılık ve Kıbrıs Türklerine dayatılan sömürge siyaseti fışkırıyor.
Bugün, Kuzey Kıbrıs yakın tarihinde hiç olmadığı kadar Türkiye’nin keyfi ve fevri hamlelerine maruz kalmakta. Kıbrıs Türklerinin iradeleri üstüne kayyum atayan Ankara, Kıbrıs Türklerinin bağımsızlıklarını gasp etmekte. Milliyetçilik sosuna bulanan Ankara’nın Kıbrıs siyaseti, anakaradaki demokrasi mücadelesinin karşısındaki en büyük sınavlardan birisi olarak karşımıza çıkmakta. Küçük bir adada, Kıbrıs Türklerinin komşuları Rumlar ile olan makus talihlerini kırabilmelerinin önündeki en büyük engel Türkiye’deki otoriter siyaset anlayışı.
Kıbrıs Türkleri saygıdeğer gazetecileri ve siyasetçileri ile birçok alanda bu otoriter siyasetin adadaki gölgesiyle mücadele ederken, Türkiyeli demokratların bu mücadeleyi görmezden gelmeleri sadece ada siyaseti değil Türkiye siyasetinin geleceği için de yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.
Sedat Peker’in itirafları ya da Raporluyoruz grubunun başarılı çalışması bizlere Kıbrıs’ın nasıl da Ankara’nın kirli işlerinin merkezine dönüştüğünü bizlere göstermişti. Baba filmi serisinin ikincisinde, Michael Corleone ve diğer mafya liderlerinin devrim öncesi Küba adasındaki faaliyetleri birçoğumuz için Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs’taki faaliyetlerini hatırlatmıyor mu; kumarhaneler, uyuşturucu ticareti, yerli halkın siyasi iradesinin gaspı ve kara para aklama mekanizmaları.
İşte bugün CTP’nin başlattığı ve farklı alanlarda, farklı mecralarda daha birçok Kıbrıslı demokratın sahiplendiği mücadele de işte bu faaliyetlere karşı yürütülen bir direniş olarak görülebilir. Bu direniş, Türkiyeli demokratların kendi mücadeleleriyle omuz vermesine ihtiyaç duymuyor mu?
Hepimizin Ankara’yı esir alan yaptım-oldu siyaset anlayışına karşı söylemesi gereken şeyi, Kutlu Adalı öldürülmesinden günler önce yazdığı yazısında açıkça belirtmemiş miydi; “Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti dingonun ahırı değildir!”.