Şair ve Yazar Hakan Unutmaz: Japon balıkları Gezi’nin samurayları
Şair ve Yazar Hakan Unutmaz “Japon Balıklarını Sevin” isimli şiir kitabını anlattı.
Fotoğraf: Kişisel arşiv
İsmail AFACAN
İstanbul
Şair ve Yazar Hakan Unutmaz’ın “Japon Balıklarını Sevin” isimli son kitabı Arif Baş Şiir Ödülü’ne değer görüldü. Haydar Ergülen, Ramis Dara, Hüseyin Peker, İrfan Yıldız Beşoğlu ve Soner Demirbaş’tan oluşan seçici kurul ödül gerekçesini “Hakan Unutmaz, gelenekle günceli harmanlıyor, türler arasılık kullanarak, dilekçe görünümünde tasarladığı yapıtı; güncel toplumsal sorunları deneysel ve moderne çalan üslubuyla hicvederek bize ulaştırıyor.” ifadeleriyle açıkladı.
Hakan Unutmaz’la “Japon Balıklarını Sevin” kitabını konuştuk. Kitap üzerine sohbet ederken Gezi Parkı’na gittik, sosyal medyada dolaştık, antik döneme uğradık, Japon balıklarının hikayesini dinledik. Kitabın ismini Hatay’daki bir duvar yazısından esinlendiğini dile getiren Unutmaz, “Gezi’yi hatırlatıyor bana o duvar yazısı, bu kitap ismi. Japon balıklarını da bu direnişin samurayları olarak kabul edelim” diyor.
Kitaba ismini veren “Japon Balıklarını Sevin” şiiriyle başlayalım. Japon balıklarının sizde yarattığı çağrışımlar nelerdir?
Kitabın adı, tamamen tesadüf eseri olarak karşılaştığım bir duvar yazısından geliyor. Hatay’da, semavi olarak kabul edilen üç dinin ortak sokaklarından birinde karşılaştığım bir duvar… Taşın üzerine büyük harflerle yazılmış “Japon Balıklarını Sevin” emrini görünce açıkçası sokağı beraber dolaşmakta olduğumuz şairlerin (Ahmet Telli, Faris Kuseyri, H. Deniz Ünal, Hüseyin Ferhad, Nihat Özdal) bu yazıyı görmemesi için dua ettim. Şiirini kafamda oluşturmaya başlamıştım bile, başkasına kaptırmaya niyetli değildim. Öyle ki yaş konumu nedeniyle geleceğe anlatacağım en önemli anılarım Gezi direnişi günlerinde saklı. Bilirsin, o zamanlarda da duvar yazıları revaçtaydı, şiirle iç içeydi. “Kahrolsun Bağzı Şeyler”, “Slogan Bulamadım”, “Çare Drogba” gibi onlarca slogan. Bu yüzden Gezi’yi hatırlatıyor bana o duvar yazısı, bu kitap ismi. Japon balıklarını da bu direnişin samurayları (Davulcu Vedat misali) olarak kabul edelim, bende sonradan çağrışımı bu olsun.
“Japon Balıklarını Sevin” seslenişi bana Arkadaş Z. Özger’in “Merhaba Canım” şiirini anımsatıyor. O şiirin finali “(zeki müreni seviniz)” dizesiyle bitiyor. “Beni” şiirinizde Cemal Süreya’nın “beni öp sonra doğur beni” şiirine nazire niteliğinde… Metinler arası kurduğunuz diyaloğu nasıl açıklarsınız?
Aslında bunu ben çok yapıyorum. Uzun zaman sonra fark eden arkadaşlarımdan da güzel tepkiler geliyor, şiirim onlarda eskimiyor. İyi bir okur -özellikle şiir okuru- olduğumu düşünüyorum. Bu konuda mütevazı olmaya gerek yok. Hem mesleğim hem de ilgim gereği günümün büyük kısmı edebiyatla geçiyor. Bu yüzden sadece yazınımda değil günlük konuşmalarımda da edebiyattan besleniyorum. Yani edebiyat hayatımın hemen her yerinde. Nazireden ziyade bir içselleştirme diyebilirim bu yüzden. Beğendiğimi içselleştiriyorum ve bazı durumlarda sanki benimmiş gibi kullanmada sakınca görmüyorum.
Şiirlerinizde “instagram”, “YouTube”, Facebook”, “WhatsApp” gibi iletişim ağlarına dair atıflarla sıklıkla karşılaşıyoruz. Sosyal medya ve şiir ilişkisini nasıl yorumlarsınız?
Yazarın, çağının tanığı olması gerektiğini düşünenlerdenim. Belki ileride bu düşüncem değişir, bilemem. Ancak günümüzde sadece şiir değil neredeyse tüm hayatımız sosyal medyayla bir şekilde ilişkili. Kitapların tanıtımları, etkinliklerin duyuruları, eleştiriler, övgünlükler, sövgünlükler… Muhtemelen bu söyleşiyi de dostlarıma okumaları için sosyal medyadan duyuracağım. Yani her şeyi şiire dahil edebiliyorken sosyal medya şiirde neden olmasın? Nâzım Hikmet de “Rock’n Roll” demişti şiirinde, gayet de doğaldı.
Şiirlerinize; sosyal medya üzerinden bugün, çocukluğunuzun figürleri üzerinden ’90’lar ve mitoloji üzerinden antik dönem konuk oluyor. Bu kadar geniş bir zaman yelpazesi, sizde nasıl bir birleşimi temsil ediyor?
İnsan sadece bulunduğu “an”da yaşamıyor. Yastığa başımızı koyduğumuzda düşümüzde dolaşan akışların büyük bölümünü haber kipleri oluşturuyor. Genellikle de duyulan ve görülen geçmiş zaman. “İyi ki” ve “keşke” arasında geçirdiğimiz düşlerde de yaş grubum içinde doğum yıllarımız, çocukluğumuz yani ’90’lar var. Mitolojiyse doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım ve büyük ihtimal öleceğim bu topraklardan, Ege’den kaynaklanan bir kullanım. Mezar zehri alınmış bir lahit burada çocuklar için ilk beşik, ilk oyun alanlarından biri olduğundan antik dönem ve mitoloji şiirlerime konuk olmaktan ziyade şiirim onlara yatılı misafir kalıyor.
Şiirinizdeki “Mikro Geçmiş” ve “Makro Gelecek” üzerinden “Tekno Nostalji” çağını nasıl açıklarsınız?
Biraz önceki cevabımda da dokunmaya çalıştım; geçmiş ve gelecek arasındaki sıkışmış zamana “şimdi” dediğimiz ve bu “şimdi”yi hiç mi hiç tanımlayamayacağım için en azından şimdiki zaman seslerini başka bir zamanla söyleme gereği duyuyorum. Her ne kadar umutluymuş gibi gözükse de geleceğe bel bağlamayı tercih etmiyorum ve işin kolayına kaçıp nostaljiye yöneliyorum. Ortaya tekno nostalji olarak bir sentez çıkıyor işte. Ne günden güne unutarak küçülttüğümüz, mikrolaşan geçmiş ne de “Ne olacak” olarak kafamızda büyütüp makrolaştırdığımız gelecek… “berkecanlar yaşlanınca ne olacak / berkecan adında bir dede düşünemedik” desem de sanırım onları kendi hallerinde kabullenip kimsenin geleceğinden korkmamak, işi oluruna bırakmak şimdilik en iyisi gibi duruyor. Kabul ediyorum, etmekten de mutluyum; yeni kuşak bizden çok farklı düşünüyor ve bizi de farklılaştıracağa benziyor.
k. İskender’e ithaf ettiğiniz bir şiir var. “İskender Krizi”nden bahseder misiniz biraz?
O şiiri yine böyle bir temmuz günü, İskender ölünce yazdım. Benim için kendisinin yeri çok ayrıdır. Bundan sıklıkla da bahsediyorum. Özellikle 2000 sonrası müthiş bir şiir etkisi var İskender’in. Kendisinden sonra gelen onlarca şairde bu etki görülüyor. Bazısı bunu kabul etmek istemese de işin içinde olan biri olarak bu gerçeği göz ardı edemeyiz. En basitinden beni etkiledi, ben İskender sayesinde şiire başladım; kendimi yok mu sayayım? Ayrıca benim için İskender sadece bir şair değildi; çocuğumun adı için bile danışacağım yakın bir dost, şarabımla dertleşeceğim bir ortaktı. Ömrünün son günlerini “ilk aşkım” dediği Bodrum’da geçirdi. Öncekilere görece daha huzurlu manzarası olan bir evi vardı. Manzaranın pastoralliğinden dolayı eskisi gibi karanlık yazamadığından ve artık hep pastoralliğe vuracağından şakayla karışık bir şekilde bahsetti. İlhan Berk’i de andık bu sayede. Son dönem şiirlerini buna bağladık. İşte, İskender Krizi de bu hatıraların toplamıyla ortaya çıktı. Keşke biraz daha pastoral olarak İskender’i okusaydık da bu şiir hiç yazılmasaydı.