DOSYA | Kökü dışarıda bir başlangıç
Türkiye’yi yönetenler, “yerli ve milli” sözcüklerini bir parola gibi kullanıyorlar. Bu söz kalıbının arkasında başka büyük çıkarlar, siyasal hesaplar ve şahsi gelecek arayışları mı gizlenmektedir?
Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Hazırlayanlar: Bülent FALAKAOĞLU - Hakkı ÖZDAL
SUNU
‘Yerli-milli’ söylemini aşındıran sıcak gelişmeler
Muhalefet partilerinin, “Kanal İstanbul Projesi’ndeki şirketlerin paralarını asla ödemeyeceğiz” sözüne çıkışı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şöyle oldu: Uluslararası tahkimle o parayı söke söke alırlar.
Söke söke alınacak para bu ülke halkının parası. O paraları alacak olanlar da yabancı ülkeler ve yabancı ülke bankaları.
Hal böyle olunca…
Birçok kesimden cumhurbaşkanına sert cevap geldi: Sen müstemleke valisi misin?
Erdoğan’ın söz konusu çıkışı, kuşandıkları ‘yerli-milli’ zırhta gedik açmıştı. Daha doğrusu tam da Batı ile uzlaşı arayışı içinde taviz üstüne taviz verdiği bir döneme denk geldiği için önceki gerdikleri büyütmüştü!
Ülke askerini Afganistan’da NATO bekçiliğine koşmaya hazırlanıldığı için, “Erdoğan Batı emperyalizminin ileri karakolu olmayı kabul etti” eleştirileriyle ağır darbeler alan ‘yerli-milli’ zırha yeni kurşun sayılabilecek gelişmeler de art arda geldi.
Askeri kurumların özelleştirilmesi bunlardan biriydi. “Tank Palet’i Katar’a satıp ihanet edenler, Makine Kimya Endüstrisi’ni sıraya koydu” eleştirileri yaylım ateşi gibi geldi.
Erdoğan’ın, “Tank Palet’te satış yok, finansal ortaklık var” çıkışı ise… ‘Yerli-milli’ tartışmalarını daha da alevlendirdi. İktidarın bir bileşeni gibi olan mafyanın içinden çıkan bir itirafçının ifşaatları tuz biber ekti adeta! O ifşaatlar, ‘ulusal çıkar’ perdesi arkasında dönen iktidarın çıkar oyunlarını ve şahsi palazlanmaları göz önüne serdi.
İktidara yakın kalemlerden de karşı atak geldi: “Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Bahçeli olmasa, burası sanki Amerika’ya kiralanmış sessiz bir bölge olarak kabul edilebilir”.
Karşılıklı tartışmaların ortasında cevap arayan soru şu: Yerlilik-millilik bir öz mü yoksa bürülünmüş bir post mu?
Cevabı iktidarın uzun hikayesine bakarak vereceğiz!
KÖKÜ DIŞARIDA BİR BAŞLANGIÇ
Türkiye’yi yönetenler, bir süredir, özellikle de 2016 yılından beri, “yerli ve milli” sözcüklerini bir parola gibi kullanıyorlar. Bu sözcükler, taşıdıkları gerçek anlamın dışında, siyasal bir anlam kazanmış durumda. “Yerli ve milli” kalıbı iki ayrı sözcük değil de, artık tek anlam taşıyan yeni ve bileşik bir sözcük gibi gündelik hayatımıza girdi.
Kimilerini ihya etmek, desteklemek, kredilerden, hibelerden ve başka imtiyazlardan yararlandırmak için kullanılıyor “yerli ve milli” kalıbı…
Kimilerini derdest etmek, siyasal ve ekonomik yaşamın dışına itmek, mahvetmek için kullanılıyor…
Öyle bir noktaya geldik ki, bugünkü iktidarın içinde, yanında, yöresinde olan herkes, her şey “yerli ve milli”; ona en küçük eleştiride, bir hak talebinde bulunan herkes ise “yersiz ve yabancı” ilan ediliyor. Öyle bir noktaya varıyoruz ki, “yerli ve milli” olmak, bu tek adam iktidarının ‘istediği’ gibi bir ‘şey’ olmak haline geliyor…
Peki gerçekten böyle mi? Yerli ve milli olmak iktidar sahiplerinin elindeki bir mezurayla ölçülüp tasnif edilen bir nitelik midir?
Yoksa bu söz kalıbının arkasında başka büyük çıkarlar, siyasal hesaplar ve şahsi gelecek arayışları mı gizlenmektedir? Toplumun hassas olduğu bazı konular istismar mı edilmektedir?
Cevap için yakın tarihe gidip bugün topluma “yerli ve milli” olma kriterleri koyanların geçmişine bakmak gerekir. Bu kavramların arkasında ülkenin kaynaklarına yapılan muamelenin ortaya konması gerekir.
‘YERLİ VE MİLLİ’ KADROLAR İÇİN ABD’DEN GELEN İŞARET
10 Aralık 2002…
Türkiye’de AKP’nin oyların üçte birini (yüzde 34) alarak Meclis’teki sandalyelerin üçte ikisini kazandığı seçimin henüz “40’ı çıkmamış”…
Siyasi yasaklı olduğu için seçimde aday olamayan Genel Başkan Tayyip Erdoğan, hükümet henüz yeni kurulmuşken bir ABD ziyaretine gidiyor. Ve temaslarına ilk olarak ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile görüşerek başlıyor.
Washington’daki Dışişleri Bakanlığı binasındaki görüşmenin ardından oteline dönen Erdoğan burada ABD’deki Musevi cemaatlerinin önde gelen temsilcileriyle bir görüşme yapıyor. Ardından ABD Savunma (Savaş) Bakanlığı’nın Pentagon’daki üssünde Amerikan askeri yetkilileriyle görüşüyor.
‘İkinci Körfez Savaşı’ olarak da bilinen ve ABD’nin Irak’ı istilasıyla sonuçlanan askeri taarruz başlamak üzereyken yapılan bu görüşmede ABD Savaş Bakanlığı bir brifing veriyor Erdoğan’a. Bu görüşme silsilesinin sığdığı 10 Aralık 2002 gününde Erdoğan son olarak da Beyaz Saray’da ABD Başkanı George W. Bush ile görüşüyor…
Gündem elbette Türkiye’deki seçimler; ama esasen de eli kulağında olan Irak istilası. ABD Başkanı Bush şöyle başlıyor sözlerine: “Seçimi kazanmanıza çok memnun olduk. Çünkü sizinle çok ortak yönümüz var…”
Bugün itibariyle 20 yıla yaklaşan iktidarın meşruiyet zemini, partinin aldığı oyların yanı sıra, ABD başkentinde verilen bu görüntülerle oluşturuldu.
Kısa bir süre sonra 25 Ocak 2003’te, AKP Genel Başkanı Erdoğan ve Başbakan Abdullah Gül bir kez daha ABD yolunu tuttu. Bu kez neredeyse tek gündem vardı: Pek yakında başlayacak olan ABD’nin Irak’ı istilası. ABD’li yetkililer Türk yöneticilerden ‘destek’ istiyordu. Görüşmeden sonra yapılan açıklamalara göre Türk tarafı şöyle demişti: “Muhtemel bir operasyona Türkiye'nin dâhil olabilmesi için milletvekillerinin ikna edilmesi gerekir.”
ABD Irak’ı bombardımanla yerle bir etmek için Türk hava sahasını kullanmak ve işgal sırasında da Türkiye topraklarından Irak’ın kuzeyine girmek istiyordu. Tüm hazırlık yapılmıştı. Ama TBMM’de 1 Mart 2003 günü oylanan savaş tezkeresi reddedildi.
O gün Ankara’da dev bir gösteri yapılmış, sendikalar, kitle örgütleri, pek çok siyasi partinin destek verdiği bu gösteride yüz binlerce yurttaş; tezkerenin reddedilmesini, Irak’ın barbarca istilası için ABD’ye destek verilmemesini talep etmişti. Halkın siyasete el koyduğu günlerden biriydi. Toplumdaki bu ruh halinin de etkisiyle, Meclis’te çoğunlukta olmasına rağmen AKP’nin istediği tezkere geçmedi.
Tezkere reddedilmişti ama buna rağmen Türkiye için yeni bir dönemin başladığı açıktı. AKP yönetiminin isteği, bu ‘acemilik’ anında gerçekleşmese de, o yöneticiler ABD’ye gayretlerini göstermişlerdi. Yıllar sonra, Şubat 2016’da, Güney Amerika gezisinden dönen Erdoğan uçakta gazetecilere şöyle diyecekti: “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz. Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler.”
***
2003 yılında teskerenin Meclis’ten geçmemesi ABD tarafından Türkiye’de siyasal gerilimin düğüm uçlarının çekiştirilmesinde kullanışlı bir araç haline geldi. Irak’ın Süleymaniye kentinde TSK subaylarının başına ABD’li askerler tarafından çuval geçirilmesinden Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının birer sistemli tasfiyeye dönüşmesine kadar pek çok olayın arka planında yer aldı. Tezkereyi geçirememiş olsalar da ABD’ye göre ‘iyi niyetlerini’ göstermiş bulunan iktidar mensupları desteklendi, kollandı.
AKP’nin Batı emperyalizmi ile uyumlu başlangıcı sadece askeri alanda sınırlı değil. Profesör İlhan Uzgel uzlaşının geniş sınırlarını şöyle özetliyor: “Ben 2000-2001 döneminde iktidara geliş sürecinde ABD’de birçok think tank (Diplomaside etkili düşünce kuruluşu) gezdim. ‘Erdoğan buradaydı’ dediler. AKP’nin transkriptlerini (Not çizelgesi) okudum. Görseniz ne kadar liberal, ne kadar uzlaşıcı: ‘Biz demokrasiyi de istiyoruz’, ‘tabi ki piyasa ekonomisinden yanayız’, ‘bizim İsrail ile de bir sorunumuz yok’vs...**
İktidar çevresindeki bir çok kişi ve İslamcı pek çok kanaat önderi de bu gerçeği şu şerhi düşerek kabul ediyor: Erdoğan ve AKP artık bağımsız hareket ediyor.
Acaba öyle mi?
SIM SIKI ATILAN SERMAYE DÜĞÜMÜ
Aslında bağımsız hareket edilmesini engelleyen düğümler daha baştan atılmıştı.
Kaldığımız yerden devam edelim.
2002 sonunda ABD icazetiyle yola çıkan AKP gemisi, Mart 2003’teki bu ‘küçük pürüz’ü atlattıktan sonra yola devam etti. Yabancı askerlerin ülkeye girmesi, halkın büyük tepkisinin de sayesinde mümkün olmamıştı; ama şimdi bir başka yabancı güç ülkeye akın akın girecek, her noktasına sızacak, sanayisini, tarımını, turizmini, enerjisini, ulaşım ve haberleşmesini yavaş yavaş ele geçirecekti.
Bu güç kapıların ardına kadar açıldığı yabancı sermaye ve Türkiye’nin bağımlılaşmasını katlayacak olan sıcak paraydı.
Kamu kuruluşları en çok AKP iktidarı döneminde özelleştirildi. Yerli sermayenin yabancı sermayeyle işbirliği halinde yaptığı (kamu özel ortaklığı) inşaatlar için halkın birikimleri son derece cömertçe kullanıldı. IMF’ye borcun kalmamasıyla övünen Erdoğan iktidarı eski IMF borçlarını kat kat geçen yeni borçlara imza attı.
Düğümün her geçen gün nasıl kalınlaştığını verilerle ortaya koymaya devam edeceğiz.
Sürecek…
** İlhan Uzgel’in, 42. İktisatçılar Haftası’nın, “Dış Politikanın Değişen Dinamikleri” başlığını taşıyan oturumunda yaptığı sunum için bkz: AKP’nin dış politika hikayesi: Tıkanma mı başarı mı? (1): Büyük koalisyondan takiyeci Avrasyacılığa