DOSYA | "Dünya gücü oluyoruz" hülyası: Stratejik özerklik
Dış politika ‘Dünya gücü oluyoruz’ propagandasıyla pazarlanıyordu. İktidarın, yalnızlığını aşmak için çark ettiği o kibirli politikadan geriye şimdi ‘kullanışlı bir müttefik’ olma arayışı kaldı.
Fotoğraflar: DHA&AA
Hazırlayanlar: Bülent FALAKAOĞLU - Hakkı ÖZDAL
SUNU
100 yıl öncekiyle yetinmemek mi?..
Ortadoğu’da stratejik derinlik…
Aktif dış politika…
Bölgede oyun kurucu olmak!
Bu cümleler AKP iktidarının dış politika şifreleriydi. Verilenle yetinmeyen, talep eden, bugüne kadarkinden farklı bir dış politika izleneceğini propaganda ediyordu.
İktidar, emperyalist tahayyül içeren dış politikasının ulusal çıkarların gereği olduğunu iddia ediyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, "1923’ün psikolojisi ile hareket edemeyiz” sözleri ile 100 yıllık Misak-ı Milli sınırlarını dahi tartışmaya açıyordu. Musul ve Kerkük’ü de içine alarak oluşturulan ulusal sınırların Lozan Anlaşması sonrasında kaybedildiğini vurguluyordu.
“1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Lozan’ı bize zafer diye yutturmaya çalışıyorlar”… Bu sözlerin devamında, genişleme niyetinin sadece Doğu’ya (Irak Kürdistan’ı) sadece güneye (Suriye) değil aynı zamanda Batı’ya doğru bir istikamet de belirlediğini ortaya koyan şu cümleler sıralanıyordu:
“İşte şu an Ege'yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan'da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Ege’de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hala bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler”
Bu tezler AKP kurmayları ve sözcülerince (medya da dahil) farklı şekilde sık sık propaganda ediliyordu. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana dünyada her şeyin değiştiği dile getirilerek, 100 yıl önce elde edilenle yetinilemeyeceği vurgulanıyordu.
Peki ya sonuç?
Türkiye, 2. Dünya Savaşı sonrasından bu yana ABD liderliğindeki Batı sistemine bağlı ve bağımlı bir ülke.
Kuruluş sürecini ilk bölümde özetlediğimiz AKP ise… Daha en başından Batı sistemi dışına çıkamayacağını bildirmiş; izlediği politikanın ABD çıkarlarıyla uyumlu olacağının garantisini vermiş bir parti.
Bu olgular AKP ile birlikte, politikada bir değişikliğe değil sürekliliğe işaret ediyor.
Öyleyse… Dış politikada ABD ve NATO ile çatışır gözüken uygulamalara ne demeli? AKP iktidarda güçlendikçe dümen mi kırdı?
İcraatları ve sonuçlarını ortaya koymadan önce şu söylenebilir: AKP köklü bir kopuşu değil boşluklardan yararlanma taktiği izliyordu.
Dünya dengelerini sallayan iki büyük deprem görüntüde ‘fırsatlar’ sunuyordu; AKP iktidarı da fırsatları kaçırmak istemiyor görünüyordu.
O depremlerden ilki 2008 ekonomik kriziydi; bütün siyasal sistemin altını oyan bir depremdi.
2011 yılında Suriye’deki başlayan savaşın uluslararası bir savaş şeklini almasını da en az birincisi kadar büyük bir depremdi.
Tıpkı bir depremdeki tektonik kırılmalar gibi her iki depremin de bütün dünyada artçı sarsıntıları görünüyordu.
İlk deprem saydığımız 2008 küresel krizini, para bolluğu altında her türlü sermaye akışının (yasa dışı da dahil) önünü açma fırsatı gören AKP hükümeti… İkinci deprem Suriye savaşı sonrasını da her krizli noktaya kafa uzatıp pay kapma fırsatı olarak değerlendirmeye çalıştı.
***
Şimdi de…
Hükümetin, ‘Batı ile çatışma içinde ve bağımsız hareket ettiği’ görüntüsü oluşturan ‘en etkili’ pratiklerine ve de.. Atılan atımların (Ulusal çıkarla bir ilgisi olup olmadığı tartışmasını bir kenara koyarak) sonuçlarına bakalım!
İktidarın ‘stratejik özerkliği denediği’ diyebileceğimiz adımlardan ilki, Suriye’ye yönelik ‘Barış Pınarı’ operasyonuydu. Bu operasyon Suriye’de yapılan diğer operasyonlardan farklı gözüküyordu; daha önce yapılan Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonları, Fırat’ın batısında, ABD’nin Türkiye’ye bıraktığı bölgede gerçekleşmişti.
Kendisine, Menbiç’ten Irak sınırına 400 km’lik bir hat hedefi koyan ‘Barış Pınarı’nın stratejik özerkliği ise… ABD’nin çizdiği 120 km ile sınırlı kaldı.
İkincisi ise Mavi Vatan doktrini ve bunun uzantısı olarak Libya’da Serraj hükümetiyle yapılan deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşmasıydı…
İlki sınırını ABD bile çizmiş olsa bile, ‘sınırlı başarı’ diye propaganda edilebilirdi. Ama Mavi Vatan’ın ömrü çok kısa olmuş ve rafa kaldırılmıştı. Akdeniz’de arama yapan Oruç Reis ve Barbaros gemileri limana çekilmişti. Yunanistan ile de şartsız bir diyalog süreci kabul edilmişti.
Üçüncü stratejik özerklik girişimi (Rusya’dan S-400 füze sistemi alımı) ise adeta elde patladı. Ödenen milyar dolarlar, F-35 projesinden atılma gibi bedellere rağmen sandığından çıkarılamayan bir alım olarak kaldı!
SONUÇ SADECE FİYASKO DEĞİL!
Ortadoğu’da ABD’nin boşaltmaya başladığı yere, bir bölgesel güç olarak girme hevesiyle başlayan ‘stratejik özerklik’ uzandığı her yerde duvara tosladı. Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Mısır, İran gibi güçlere çarptı, dağıldı.
Suriye’de, Rusya’nın bölgeye inmesini kolaylaştıran AKP hükümetinin taktiği şimdi Türkiye’yi hem ABD hem de Rusya karşısında korunaksız bıraktı.
İktidar, Ortadoğu’da yalnızlığını aşmak için adeta çırpınıyor; Mısır, İsrail, Suudi Arabistan açılımları yapıyor. Seçim meydanlarında, büyük şehirleri kaybetmelerinin Mısır diktatörü Sisi’nin kazanması anlamına geleceğini propaganda eden iktidar Müslüman Kardeşlere sırt çevirip Sisi ile uzlaşı arayışında.
Doğu Akdeniz’deki gaz havzası sahipliği ve bağımsız iddialarından vazgeçti. Libya’da oyun kuruculuktan oyun dışına itildi. Karadeniz’de aktif işbirliğini kabul ederek her yerde ABD stratejisinin önemli saç ayağı olmayı kabullendi.
Bölgenin hâkimi olduğunu iddia eden kibirli bir yönetim şimdi ABD için ‘kullanışlı bir müttefik’ olabilmenin yollarını arıyor. ‘Asker ve ekonomik imtiyaz’ verip karşılığında ABD’den siyasal himaye istemeye dönük hamleler arka arkaya geliyor.
Gel gör ki… Uluslararası ilişkilerdeki şu kural acımasızca işliyor; güçsüzlük, beraberinde geri çekilmeyi ve tavizi getir.
Ve maalesef…
İktidarın, yalnızlığını çark ederek aşma çabaları, iktidarın ekonomik ve siyasi sermayesinin en zayıf olduğu bir ana denk gelmesi, ulusal çıkardan büyük tavizler verme riskini büyütüyor.
Dış politika yazarı Aydın Selcen’in güzel özetiyle: Zamanında el sıkışmak yerine, gecikip el öpecek duruma düşmek acıklı.**
Stratejik özerklik günün sonunda bir tür stratejik zayıflığa doğru evrildi. Tıpkı, ‘Osmanlı küllerinden doğuyor’ sanrısı gibi, ‘dünya gücü oluyoruz’ sanrısına kapılmak da emperyalizme bağımlılığı perçinledi.
SERMAYE AÇ GÖZLÜLÜĞÜYLE BOYDAN BÜYÜK İŞLER
Ekonomisi uluslararası sermaye akımlarına bağımlı, Batı müttefiki, NATO ülkesi olarak Türkiye’nin ‘stratejik özerkliği’ daha baştan şu sınırların duvarına çarpıyordu.
Ekonomik büyüklük
Askeri kapasite
Siyasi nüfuz.
Bunlara dair belli bir iyileşme ve ilerleme sağlayamadan ‘stratejiyi’ genişletmek macera gibi gözükse de… Aslında iktidarın amacı temsilciliğini yaptığı sermaye çevrelerinin birikim alanı ihtiyacına karşılık vermekti (Emperyalist tahayyüllerin içeride dikta siyasetine manivela olarak işlev görmesi de bundan bağımsız değil).
Suriye ve Libya’ya müdahalede ‘milli çıkarlar’ üzerinden çekilen nutukların, kapalı kapılar arkasında oralardaki ihaleleri, el konulan kaynakları, paylaşımları örttüğü gerçeği bugünlerde ‘ifşalarla’ daha bir görünür oluyor.
Bu nedenle…
Şimdi duvara toslamış olan işler için ekonomik, askeri, siyasi kapasite uygun olsaydı dahi şu soru hayatiyetini koruyacaktı: Yapılanlar ülkenin ve bölge halklarının çıkarına mı ki?
PAY KAPMA HEVESİNDEN DÜŞEN PAY: SAVAŞ ÇEMBERİ VE HALKLARA BELA!
Erdoğan yönetimi ve Cumhur İttifakının dış politika taktiğiydi; emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanarak pazarlık yapmak ve pazar-nüfuz mücadelelerinden kârlı çıkmaya çalışmak.
Taktiğin gereği hem Amerika hem de Rusya ‘oyunu’ içinde, iki sandalyeye birden oturulmaya çalışılıyordu. İktidarın bu tutumunu, Montrö Sözleşmesi tartışmalarında da sürdürdüğünü görmek mümkün. İktidar, Montrö Sözleşmesinden kaynaklanan haklarını hem ABD’ye hem de Rusya ya pazarlayarak sıkışmışlığını aşmaya, hareket alanını genişletmeye çalışıyor.
Ancak gelinen yerde bu politika ülkenin kara ve deniz sınırlarıyla dört bir yanını sıcak gerilim alanlarına dönüştürmüş durumda. Başta ABD ve Rusya olmak üzere emperyalistlerin ve gerici-bağımlı bölge devletlerinin paylaşım ve nüfuz mücadelesinin yangınıyla çevrili bir ülke konumunda Türkiye!
Sıcak çatışma ve savaş kışkırtıcılığına hizmet eden bu politika emperyalistlerin işine geliyor. İktidarın, paylaşım mücadelelerinden pay kapma arayışı Türkiye ve bölge halklarını birbirine düşman etmekten ve başını belaya sokmaktan başka bir işe yaramıyor.
Taktiğin ekonomik faturası da ağır.
Milyarlarca dolarlık füzeler sandıkta çürütülecek. Bi dünya para verilen arama gemileri limanda bekletilecek. Bölgedeki vekâletlilere para ve silah gönderilecek vs.
Üstelik de…
Emperyalist sistem içinde güçler dengesini yeniden düzenlenmek üzere atılan adımlar, iktidarın oturmaya çalıştığı iki sandalyeyi birbirinden uzaklaşıyor. Her iki tarafı idare edebilmeyi imkansıza doğru sürükleyen bu uzaklaşma, acil tercih yapmayı zorunlu kılıyor. Yapılmak zorunda kalınan acil tercih de iktidarı taviz üstüne taviz verir noktaya sürüklüyor.
‘Öyleyse ülkenin çıkarı nerede?’ sorusunun yanıtı ise yarına…
Sürecek…