Karikatürist Behiç Ak: Bireyin özgürleşmesinde en büyük engel toplumsal eşitsizlik
Karikatürist ve Yazar Behiç Ak ile “Karikatür Kitabı 2 - Yaşasın Çocuklar!” kitabını ve yazın dünyasını konuştuk.
![Karikatürist Behiç Ak: Bireyin özgürleşmesinde en büyük engel toplumsal eşitsizlik](https://staimg.evrensel.net/upload/dosya/190022.jpg)
Behiç Ak | Fotoğraf: Kadir İncesu
Kadir İNCESU
Karikatürist ve Yazar Behiç Ak’ın “Karikatür Kitabı 2 - Yaşasın Çocuklar!” adlı yeni kitabı Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlandı. 143 karikatürün yer aldığı kitapta hayatın her alanında yaşanan sorunlara dikkat çeken vurgular yer alıyor. Kendisi olmak isteyen çocukların hatta yetişkinlerin mutlaka okuması, görmesi gereken bir kitap. Behiç Ak ile yeni kitabı ve yazın dünyası üzerine konuştuk.
Kitabınızdaki karikatürler ile içeriklerinin belli bir yaş grubunun düşünülerek oluşturulmadığını söyleyebilir miyiz?
Haklısınız. Çocukları konu alan karikatürleri yetişkinlerin daha rahat anlayacağını düşünmüştüm. Ama yıllar içinde bu kanım değişti. Yetişkinlerin yıllar içinde algılarının kilitlendiğini düşünmeye başladım. Bazı karikatürlere çocuklar gülerken, büyüklerin “Burada ne anlatılmak isteniyor acaba?” diye çocuklara sorduklarını fark ettim. Çocuklukla yetişkinlik arasında sadece yaşın getirdiği bazı değişimler değil, aynı zamanda neredeyse ideolojik dediğimiz değişiklikler de oluyor. Çocuk her şeye son derece doğal bir şekilde yaklaşırken, öğretilmiş korkular, kesin kanılar, değiştirilemeyeceğine inandırılmış kalıplar tarafından kuşatılıyor. İnsanın neleri yapabileceğini değil de neyi yapmaması gerektiğini öğrendiği bir çemberin içinde sıkışıp kalıyor. Deneyimsizlikten deneyime doğru uzanan yol, çocuğun kendini deneyimleyerek oluşturduğu bir yol değil. Daha önce edinilmiş kalıpların çizdiği ve bugün dünyayı hiç de iyi bir noktaya getirmediğini daha iyi gördüğümüz bir kurgu.
'Karikatür Kitabı 2 - Yaşasın Çocuklar' kitabının kapağı
Bu karikatürlerin kaynağı, çocukluk döneminde yanıtlanamamış sorular mıdır?
Sadece çocukluk döneminde değil elbette. Yanıtlanmaktan kaçınılan sorular, her yaş kuşağını, her sınıfı, her cinsi kapsıyor. Soruların yanıtlanmaktan kaçınılması susarak olmuyor tabii. O soruların ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşiyor bu süreç. Halının altına süpürülmüş soruları sormadığımız sürece dünyanın hep iyiye doğru gittiğine inanıyoruz.
Kendi çocukluğunuzu da dikkate aldığınızda, sizce günümüz çocuklarının en önemli sorunları neler?
“Biz harika bir çocukluk yaşadık, şimdiki çocuklar şanssız” ya da tam tersi “Bizim zamanımızda hiçbir şey yoktu, şimdiki çocuklar çok şanslı. Her şeyleri var” türünden kalıplarla bakmak hiç açıklayıcı olmaz. Cevap “İkisinin ortasını bulalım” da değil. Ne zaman yaşadıysak, ne yaşadıysak yaşayalım, bize normal olarak sunulanları kritik edebilme yeteneğimizin köreltilmemesi önemli bence. Çocukluğumda annem ve babam çalışıyordu. Bahçeli bir ahşap evde yaşıyorduk. Zengin bir aile değildik ama evimizde her zaman bolluk vardı. Bu bolluk hissini oluşturan şey, her şeyden önce zamanın bolluğuydu. Her şeyi yapmak için vaktimiz vardı. Boş zamanlarımız televizyon ya da internet ekranı tarafından ele geçirilmemişti henüz. Bize ait kıldığımız zaman dilimleri içinde yaşıyorduk adeta. Kitap okuyor, hiçbiri tamamlanmasa da kendi masallarımızı yazıp çiziyor, hatta kibrit çöpüne kağıt dolayıp çizgi filmler yapmaya çabalıyorduk. Her şey kendimizindi adeta. Üzerimizdeki kıyafetler bile. Konfeksiyon henüz bizim eve girmemişti. Donumdan gömleğime, üzerimde annemin dikmediği herhangi bir kıyafet yoktu. Üç kardeştik. Annem hepimize evde kazak, atkı örerdi. Babam ek gelir olsun diye çanta üretirdi. Annemin ve tesadüfen ilkokul öğretmenimin çantasını babam yapmıştı. Arkadaşlarımız ise kuzenlerimizdi. Yani dünya fazlasıyla bize aitti. İstanbul’a ilkokul beşte geldiğimde ise, başkalarının olduğu bir dünyanın içine ilk adımı attığımı hissettim. Her iki dünyaya da dışarıdan bakarak bu ikisi arasındaki farkı kaldırmaya çalıştım. Bu da beni gözlemci yaptı.
Günümüzde ebeveynler ve çocuklarda “biz”den çok “ben”in önde olduğu düşünce mi hakim?
Günümüzde büyük şehirlerde yaşayan çocuklar fazlasıyla “çocuk”. Çocukluklarını doğal bir şekilde yaşamaktan yoksun bırakıldıkları için çocuk kavramının içine adeta hapsedilmişler. Kendi odaları var. Kendi kitapları, kendi bilgisayarları ve internet bağlantıları var. Ama çocukluklarını yaşayabilecekleri ortamlar yok. Bütün gıdaların organik olduğu zamanlarda organik diye bir kavram yoktu. Şimdi var ve onların ne kadar organik olup olmadığını bilmiyoruz. Çocukluğun da doğal olarak yaşandığı dönemlerde, bugünküne benzeyen bir çocuk kavramı yoktu. Bugün çok daha belirgin bir çocuk kavramı var. Ama bu ne kadar çocukluğa tekabül ediyor bilemiyorum. Bir yandan çocuğun bireysel kişiliğinin gelişmesine yardımcı olurken, diğer yandan da tüketim tuzakları içine çeken bir kavram. Çocuğu çocukluğundan mahrum bırakıp, ona çocukluğunu parayla satan bir sistem, eleştirilmeye değer tabii ki.
Yaptığınız işlerdeki başarınızın temelinde, başkalarının istediği hayatı yaşamak yerine kendi istediğiniz hayatı yaşama isteğinin olduğunu söyleyebilir miyiz?
İlkokul sonundan itibaren eğitimi sorgulamaya başladım. En önemli eğitimin insanın kendi kendisini eğitmek olduğunu düşündüm. Ne yazık ki ülkemizde aktif öğrenci, pasif öğretmen sistemi yerine aktif öğretmen, pasif öğrenci sistemi uygulanıyordu o zamanlar. Üniversitede bile. Hatta master yaparken bile. Eğitimin amacı eğitmenlerin kalıplarını tekrar eden öğrenciler yaratmaksa, boşa geçen yıllardır kanımca. Kendimi eğitmeye hep öncelik verdim. Kendi gündemlerimi oluşturmaya çalıştım. Tabii ki kendi yapmak istediklerimi de yapmaya çalıştım. İnsanın kendini deneyimlemesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Buna fırsat tanınması, tanınmıyorsa bu alanı kendisinin yaratması ya da oluşturmaya çalışması. Çalışmalarımın başarılı olup olmadığını ben değerlendiremem, zaten amacım da başarı kazanmak olmadı hiç, yaptıklarımın bana ait olduklarını hissetmem benim için fazlasıyla yeterli.
Özgürlüğünü ilan etmek isteyen çocuklar, yetişkinlerin kafasındaki kalıpları nasıl yıkabilirler?
Özgürlük keşfedilen, inşa edilen bir pratik. Kişinin kendisiyle ve toplumla olan ilişkisinde ortaya çıkıyor. Toplum eğer ona izin vermiyorsa, toplumun özgürleşmesi yolunda verilen uğraşlar da özgürleşmenin önemli bir parçası şüphesiz. Kişinin kendi başına özgür birey haline dönüşmesi olanaksız. Toplumsal iklimin ve dönüşümün buna yardımcı olması gerekiyor. Bireyin özgürleşmesinin ve oluşmasının önündeki en büyük engelin toplumsal eşitsizlik olduğunu düşünüyorum. Eşitsizliğe dayanan bir dünya, bireyi gerekli ya da gereksiz ihtiyaçların kölesi haline getiriyor. Çocukların hayatları da bundan bağımsız değil tabii. Akvaryumlardaki süs balıkları gibi yetiştirilen çocuklar, her türlü olanağa sahip olsalar da özgürleşemezler. Sadece karnını doyurmaya çalışanlar da.
Çocukluklarını doyasıya yaşayamayan çocuklar… Gelecekte de, onlar ve çocukları… Tekrarlayan bir döngü… Nasıl bir kırılma noktası olmalı ki işler istendiği gibi yürüyebilsin?
Çocukların daha eşitlikçi, doğayla iç içe bir dünyada mutlu olacağına inanıyorum. 1980’lerden beri dünya eşitsizliği, aşırı üretimi, doğal kaynakların hızla tüketilmesini, kamunun yok edilmesini teşvik eden bir yönde ilerledi. Bu, belli sınıfların çocuklarına mutluluk getirdi gibi görünse de onlara da evlerinden ya da sitelerin bahçelerinden dışarı çıkamayan bir hayat sundu. Kamu alanlarından çocuk yavaş yavaş çekildi. Çocuğun yerini otomobiller aldı. Ekranda gezinen çocukların yerini sokaklarda, mahallelerde, park ve bahçelerde özgürce gezinen çocuklar aldığında, “Bir kırılma noktası oldu” diyebiliriz. Hiçbir çocuk aç yatmamalı. Tüm çocuklar sağlıklı beslenmeli. Sokaklarda ya da yok edilmemiş doğal ortamlarda birlikte oynamanın tadını çıkarmalı. Kendini bireysel yönelimleri doğrultusunda özgürce geliştirecek, aktifleştirecek bir eğitim almalı. Bu hastalanmış mavi gezegenimizin sağlığını kazanması için de gerekli.
Evrensel'i Takip Et