NATO karakolluğunun gençliğe vaadi savaştan öteye gitmiyor!
Türkiye burjuvazisi Suriye’de yağmacılıkla yolunu bulurken Türkiye ve Suriyeli gençlerinin kaderine, oradaki varlığının nedenini dahi tam anlayamadığı bir savaşın tüm yükünün taşımak bırakıldı.
Fotoğraf: Pixabay
Cenk Yılmaz BAYIR
2. Paylaşım Savaşı sonuçlandığında iki ülke bu savaştan güçlenerek çıkabildi. Bunlardan birincisi milyonlarca vatandaşını savaşta kaybeden, ülkesinin gelişmiş sanayi bölgelerinin çoğunu yitiren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ydi. Sovyetler, korkunç kayıplara rağmen faşizme karşı savaşta asıl belirleyici güç olduğu için savaş sonu muazzam bir prestij kazanmıştı. Öyle ki Doğu Avrupa’da halk demokrasileri kurulmuş, Batı Avrupa’da ise savaştan ve yoksulluktan bıkan işçi sınıfı çözümü komünist partilerde görmüş, bu nedenle komünist partiler seçimlerde beklenenin ötesinde bir sıçrayış yapmıştı. Güçlenerek çıkan diğer ülke ise ABD’ydi. ABD, İngiltere’den bayrağı devralmış, askeri ve ekonomik gücüyle Avrupa’yı yükselen “kızıl tehlike”ye karşı korumak zorunda hissetmişti. Batılı emperyalistler varlıklarını devam ettirmek için artık ABD liderliğini kabul etmek ve SSCB’ye karşı birleşmek zorundaydılar. Bu zorunluluk NATO’yu yarattı.
SAVAŞ SONRASI TÜRKİYE
Türkiye, savaşın komşusu olan ama savaştan en az etkilenen ülkeydi. Yeni rejimi korumak için savaştan galip çıkan ülkenin yanında olmak istiyordu. Nazi Almanyası ilerlerken Nazilere krom satarak ve faşist bürokratları devlet kademesinde öne çıkartarak faşistlere göz kırpan Türkiye, savaş sonuna doğru bu bürokratları ortadan kaldırdı ve Müttefik Devletlerin ısrarıyla savaşa dahil oldu. Her ne kadar Türkiye savaştan kurtulsa da savaş sürecinde sıkı ekonomik tedbirler CHP’nin popülaritesini düşürmüş, savaştan sonra kurulacak yeni düzende çok partili sistem Batı tarafından şart koşulmuştu. Ekonomik darboğazdan çıkmak için Türkiye, Marshall Planı’na dahil oldu ve ekonomik yardımı koparmayı başardı. Savaşın tarafı olan ve savaşın tahribatını gidermek amacıyla yapılan bu yardım planına Türkiye’nin dahil olması şaşırtıcı mıydı? İşte buradan itibaren Türkiye’nin ABD – NATO serüveni başladı.
TÜRKİYE VE NATO’NUN YOLLARI KESİŞİYOR
Türkiye’nin bu yardımı alması şaşırtıcı değildi çünkü stratejik olarak çok önemli bir noktada duruyordu. SSCB’nin sıcak denizlere inme, stratejik noktaları ele geçirme ve devrimi diğer ülkelere yayma ihtimaline karşı Türkiye, ABD’nin ileri karakolu rolünü üstlenecek ve çevreleme politikasının kilit taşlarından biri olacaktı. İkili oynama dönemi bitmişti, Türkiye ittifaka dahil olmak amacıyla tercihini Kore’ye asker göndererek NATO’dan yana yaptı. O günden bugüne ittifakla arası soğuyup ısınsa bile hiçbir şekilde kopmadı. Darbeler oldu, NATO’ya bağlılık yemini edildi, Kıbrıs Savaşı’nda ipler gerilse de kopmadı, Jüpiter Füzeleri yerleştirildi karşı çıkılmadı vs. Çünkü Batılı emperyalistler, emperyalist çıkarlarını gerçekleştirmedeki kilit konumundan ötürü Türkiye’ye, Türkiye burjuvazisi de kendi çıkarlarını gerçekleştirmede NATO’ya ihtiyaç duyuyordu. Bu ilişkinin pragmatizmi o kadar kuvvetliydi ki yıllar boyunca Türkiye halklarına NATO’nun demokratik değerlerin taşıyıcısı olduğu, Türkiye’nin NATO’suz olamayacağı, ticari ve askeri ilişkilerin ülkeyi krizlerden kurtarabildiği propagandası yapıldı. Bu propaganda her zaman açıktan gerçekleşmedi, genelde “dışarıda teröristler, ülkeyi yıkmak isteyenler, işgal etmek isteyenler” vardı. İttifak tüm bu “şer odaklarına” karşı bir gereklilikti, rasyoneldi.
NATO RASYONALİTESİNİN İRRASYONALLİĞİ
Günümüze geldiğimizde ise tüm bu tarih anlatısından bize kalan en önemli iki şey “NATO-Türkiye ilişkilerinin devamlılığı” ve “NATO’nun kutsanması” desek yeridir. Öyle ki Türkiye gençliği içerisinde de NATO’ya bakış “varlığı istenmese de bir zorunluluk” olarak kabul görüyor. Hatta daha da ilerisi liberal çevreler tarafından NATO, “batılı” demokratik değerlerin, istikrarın ve güvenliğin taşıyıcısı olarak propaganda ediliyor. Peki bu durum ne kadar doğru? “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” demiş Ziya Paşa. Tam da burjuva değerlerine ve NATO’ya yaraşır bir söz. Çünkü NATO ve dolayısıyla ABD emperyalizmi kendini yıllardır demokrasi ve istikrar havarisi olarak gösterip diğer ülkelere askeri müdahalede bulunmaya zemin açıyor. Özellikle işgal edeceği ülkelerin ne kadar anti-demokratik, diktatörlük rejimleri olduğunu, ülke halkının zulüm altında inim inim inlediğini propaganda edip dünya çapında bir meşruluk alanı yaratıyor. Elbette işgal ettiği ülkeler pirüpak değil ancak emperyalist ülkelerin demokrasi söylemi liberal demokrasi anlayışına dayandığı için Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışında bunu doğrulayan pek ülke yok. Akademi çevresinde verilen demokrasi derslerinde liberal teorinin ne kadar egemen olduğunu üniversiteliler bilir. Liberal demokrasi anlayışına dayanan bu yaklaşıma göre Avrupa ve Kuzey Amerika dışında kalan her ülke işgal edilebilecek meşruluğu içinde taşıyor diyebiliriz.
BU AYNA NELER GÖSTERİYOR?
NATO’nun meşruluk söylemine baktıktan sonra yakın geçmişte bu söylemi ABD’nin işgal ettiği ülkelerde nasıl gerçekleştirdiğine bir göz atmak yararlı olacaktır. Hemen yanı başımızda, ABD’nin Suriye, Irak, Afganistan’a yaptığı müdahaleler ve ardından gelişenler, demokrasi ve istikrar söyleminin ne kadar gerçek dışı olduğunu kanıtlar nitelikte. Suriye’de yıllardır süren savaş, Irak Savaş’ının acı sonuçları, Afganistan’da Taliban’ın güçlenmesi NATO’nun iddia ettiklerinin tam tersine çözümsüzlüğü ve istikrarsızlığı örgütleyen bir örgüt olduğunu kanıtlar nitelikte. Kitlesel ölümlerin, açlığın, en ilkel biçimlerde hayatta kalmaya zorlanmanın normalleştiği bu ülkelerde sorunun kaynağının NATO ve ABD emperyalizmi olduğu çok açık. Bölgelerde radikal İslamcı örgütleri besleyip, silahlandırmak. Kendi öne sürdüğü değerlerle uyuşmayan silahlı örgütleri maşa olarak kullanmak, kaynaklarını sömürene kadar iç çatışmaları desteklemek, ardından kukla rejimler ile ülkeyi arka plandan yönetmeye çalışmak NATO’nun yıllardır Türkiye ve Orta Doğu politikasının olağan bir yanı.
ÇÖZÜM MÜLTECİLERİ GÖNDERMEKTE Mİ?
Tartışmamızın genel seyrine burada bir parantez açmak gerekiyor çünkü bu politikaların sonuçlarından biri ülkemizde çokça tartışılır hale geldi. Sorunun kaynağına inmeden, görüngüler üzerinden hareketle yapılan tartışmalar gündemimizde. Bu tartışma Afgan ve Suriyeli mülteciler tartışması. Ülkenin demografik yapısını bozduğu, işsizliği derinleştirdiği, kültürel yapıyı değiştirdiği, “vatandaştan çok ‘göçmene’ yatırım yapıldığı” iddiasıyla kesin çözüm “geri gönderme” olarak lanse ediliyor, burjuva muhalefet partilerinin de işine gelen bu durum Türkiye gençliğinin bir eğilimi olarak da karşımıza çıkıyor. Sorunu anlamadan, kaynağını tespit etmeden yapılan her çözüm denemesinin muhakkak başarısızlıkla sonuçlandığı aşikâr. O yüzden sorunun kaynağını iyi anlamamız gerekiyor. Ülkemizde çok fazla mülteci var, bu doğru. Ancak en ağır şartlarda sömürülen, herhangi bir hakka sahip olmadan tek umudunu savaştan uzak Avrupa’ya göçebilmeye bağlayan mültecilerin neden mülteci konumunda olduğunun başından beridir sürdürdüğümüz tartışmayla sıkı bir ilişkisi var. “Mülteci krizini” NATO ve ABD’nin yarattığı yıkımın bir sonucu olarak okumak; geçmişte Irak, günümüzde Suriye ve Afganistan’dan gelen göç hareketlerini anlamanın ve nihayetinde buna çözüm üretmenin zorunluluğunu da içinde taşıyor. Tam da bu noktada Türkiye gençliğinin çıkarları, burjuva muhalefet partilerinin iddia ettiği gibi mültecileri geri göndermeden değil, ABD ve NATO’nun yıkıcı politikalarına karşı durmaktan ve bölgede istikrarı sağlayacak politikalardan yana olmaktan geçiyor. Parantezi kapatıp AKP hükümetinin NATO’daki rolüyle devam edelim.
1 MART’TAN AFGANİSTAN’A
AKP hükümeti, çiçeği burnunda iktidara gelmişken ABD’nin Irak’a askeri müdahalesini Türkiye toprakları üzerinden yapma imkânını tanıyacak 1 Mart tezkeresini meclisten geçirmeye çalışmış, halkın Irak Savaşı’na katılmaya karşı düzenlediği protestoların üstüne kendi partisini de tam anlamıyla ikna edemediği için başarısız olmuştu. Tezkerenin öncü savunucularından dönemin Başbakanı Erdoğan, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) hayalleriyle o günden bugüne ısrarlı bir şekilde Türkiye’yi Orta Doğu ülkelerine askeri müdahaleye itmeye çalıştı. Türkiye’de iktidarda kalmanın ABD ve NATO’ya biat etmekten geçtiğini bilen Erdoğan, Türkiye burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda Suriye ve Irak’a girerek küçük emperyalist hayallerini gerçekleştirmeye çalışsa da istediği sonucu tam anlamıyla elde edemedi. Yine de “ulusal çıkar” söylemi ile Suriye’de yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürecek bir alan açmayı başardı. Ki Suriye’den kaçırılıp ülkemize getirilen sanayi tesisi de bunun en somut örneğidir. “Dünya liderliği, büyük Türkiye, Şam’da cuma namazı” söylemleriyle ABD ve NATO’nun yanında Suriye’yi çözümsüzlüğe, Suriye halklarını mülteci konumuna itmede Türkiye’nin rolü büyüktür diyebiliriz. Türkiye burjuvazisi, Suriye’de yağmacılıkla yolunu bulurken Türkiye gençlerinin kaderine, varlığının nedenini dahi anlayamadığı bir savaşın yükünün taşımak, Suriyeli gençlerin kaderine ise yaşam mücadelesi verirken ölmek kaldı.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de Türkiye, zamanında ABD’ye karşı oynadığı ikili oyunların diyetini ödermişçesine, NATO ve ABD Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da ileri karakol olma rolüne soyunuyor. Afganistan hükümetinin dünyaya açılan kapısı, Taliban’ın ele geçirip üstünlük kurmak istediği kritik bir bölgede Kabil Havalimanı’nda Türk askerlerini konuşlandırıyor. Tahmin edebileceğimiz gibi Türkiye’nin Afganistan’daki varlığı bir çözüm üretmekten uzak olacak. Tek adam yönetimi ABD’nin çıkarlarını temsil etmeye soyunacak ve hala arzu edilebilir bir müttefik, iş birliğine açık bir hükümet olduğunu kanıtlamaya çalışacak.
TÜRKİYE GENÇLİĞİNE DÜŞEN NE?
Türkiye gençliğinin payına düşen ne? diye sorarsak, bizlere bir fayda olmadığını söylemek gerekiyor. Askeri harcamaların artışı nedeniyle ekonomik-sosyal ihtiyaçlarımıza ayrılan bütçenin azalmasından tutalım mülteci sorununun çözümsüzlüğe itilmesine, baskı ve ayrımcılığın artışından tutalım da gençliğin anlamsız savaşlarla ölüme sürüklenmesine kadar bizlere ciddi bir zararın olacağı apaçık. Bu noktada biz Türkiyeli gençlere düşen tıpkı yazıda da bahsettiğimiz gibi ne NATO’nun çözümsüzlüğü örgütleyen perspektifine yanaşmak ne burjuva muhalefetinin ayrımcı ve mülteci karşıtı politikalarına yedeklenmek ne de AKP ve Türkiye burjuvazisinin yayılmacı politikalarından yarar beklemektir. Bizlere düşen “Tam Bağımsız Türkiye” söylemi etrafında mülteci karşıtı, NATO iş birlikçisi politikalara karşı çıkmak, geleceğimizi inşa etmek için bu karşı çıkışı her alanda örgütlemektir. NATO’ya, ABD emperyalizmine, Türkiye’deki işbirlikçilere karşı toplumun geniş kesimlerini içine alan bir karşı çıkışı örgütlemeye çalışmak, bu örgütlülükle yönetenlere bir cevap vermek burjuva gericiliğinin ve yayılmacılığının ilerlemesine set çekebilir. Toplumsal muhalefetin örgütlü gücü, NATO’suz Türkiye’ye yazılan felaket senaryolarını da açıkça boşa düşürecektir ve nihayetinde savaş örgütü NATO’nun Türkiye için bir zorunluluk olmadığı açıkça gözümüzün önüne serilecektir. Evet, Türkiye ileri bir karakoldur ve bu karakolluk vazifesinin içeriden yıkılışı muhakkak komşu ve bölge halklarını ABD emperyalizminin boyunduruğuna iten nedenlere bir darbe vuracaktır. Özetle, bugün Türkiye gençliğinin bir sorun olarak gördüğümüz fenomenleri kökünden bitirmek adına yapmamız gereken bizleri ezenlere karşı birleşerek, mültecilerle ve ezilen halklarla dayanışmayı her alana yayarak, çokluğumuzdan güç alarak emperyalistlere ve işbirlikçilerine dur demektir. Ancak bu sayede ülkemizde ve bölgede bağımlılık ilişkilerini kırabilir, barışın ve refahın temellerini birlikte atabiliriz.