Eşitsizlik, denetim, şiddet: Müdahale kadınların yaşam hakkına
Hükümetin her bir söylemi, her bir politikası kadınların yaşamını kökten etkilerken bu, kadınların “yaşam tarzına müdahale”nin ötesinde bir amaç da taşıyor.

Fotoğraf: DHA
Elif TURGUT
Her yeni gün, kadınların nasıl bir yaşam sürdürmesi gerektiğine dair iktidar kürsülerinden yeni bir söylem üretiliyor. Kadınların “kutsal aile”deki yerini bilmesi için bir hegemonya inşası tek adam rejimiyle sürüyor. Bunlar sadece söylemle de kalmıyor, etkilerini yaşamın her alanında görüyoruz.
HUKUKTAN MEDYAYA, EĞİTİMDEN SAĞLIĞA…
Kadın katillerinin yargılanması gereken mahkeme salonlarında öldürülen kadınların “sadakati”, “bekareti”, “ahlakı” enine boyuna masaya yatırılıp; katiller için tahrik indirimlerinin, iyi hal indirimlerinin önü açılıyor ve diğer kadınlara “nasıl davranmamaları” gerektiğine dair “ibret olması” için kadın katilleri resmen ödüllendiriliyor. Yani kadın katillerine verilen cezalar, indirimler -Yargıtay Ceza Genel Kurulu Başkanının Meclis komisyonunda itiraf ettiği gibi- hakimlerin vicdanına, “yetişme tarzına, düşüncesine, gelenek, göreneklere” bırakılmış durumda. Bu da mahkeme salonunun dışındaki kadınlar için bir korku atmosferi yaratmanın ve hizaya çekmenin bir aracı haline dönüşüyor. 23 kez şikayet ettiği, boşandığı Yalçın Özalpay tarafından katledilen Ayşe Tuba Arslan davasında istinaf mahkemesinin, Ayşe Tuba’nın bir erkeğe “canım” mesajı atmasını gerekçe göstererek failin cinayeti haksız tahrik altında işlediğine hükmettiği kararı da önemli bir noktada duruyor. Kadına, boşandığı erkeğe karşı da sadakat yükümlülüğü yüklüyor. “Aldattığını düşündüm” sözü faillerin yüksek cezalardan korunmak için sırtlarını yasladığı bir argüman olarak her gün pek çok kadının hayatını tehlikeye atıyor, kadınlara “Aldattığının şüphesi bile ölümüne sebep olur, eğ başını itaat et” deniyor.
İktidarın İslam soslu muhafazakar politikaları toplum içindeki dayanaklarını devletin aygıtlarıyla sağlamlaştırıyor. İktidarın ağzından düşürmediği aileye, kadına yaklaşımı, sinemadan medyaya, edebiyattan eğitime vb. her alanda yaygınlaştırılıyor. Ataerkil muhafazakarlık derinleştirilirken, hukuk siyaset üstü kalmıyor elbette, iktidar fikrini de zikrini de yasalaştırarak hamlelerine “meşru” hukuki zeminler oluşturmaya da çabalıyor. Kadına şiddetin önlenmesinde kadın erkek eşitliğinin sağlanmasını devletlere sorumluluk olarak yükleyen İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, sürekli gündeme getirilen istismarın evlilikle affı yasa tasarısı, 4. yargı paketiyle evlilik dışı partner şiddetinin görünmez kılınması bunlara örnek olarak verilebilir. Hukuki zemini henüz yaratılmamış ya da kadınların tepkileriyle yaratılamamış olan konularda ise fiili yasaklar devreye giriyor: İsteğe bağlı kürtaj yasal olmasına rağmen fiili olarak yasak olması, iktidarın kadın bedenleriyle birlikte iş gücü üretimini, nüfus kontrolünü istediği gibi denetlemesinin bir aracı oluyor.
Kendi değerleriyle yoğurduğu yeni nesilleri yaratmak için de kadına “annelik” üzerinden çeşitli sorumluluklar yüklerken, aynı zamanda Diyanet ve pek çok başka dini kurumu eğitimin her alanına yayıyor. Özellikle işçi emekçi ailelerin çocuklarını Kur’an kurslarına, tarikat yurtlarına, imam hatiplere mahkum ediyor. İlkokuldan başlayan değerler eğitimi ile eşit yurttaşlık hakkı, insan hakları daha çocuk yaşta “hoşgörü ve şefkate”e indirgeniyor. Diyanet’e verilen devasa bütçeler, halkın geniş kesimleriyle temas etmesine olanak sağlayacak biçimde tüm sosyal hizmetlere Diyanet aracılığı getirilmesi, dini kurum ve cemaatlerle eğitim iş birlikleri, sosyal haklardan yoksun bırakmayla halkı tarikat ve cemaatlerin kucağına itme ile dini referansların toplumsal yaşamın her noktasına nüfuz etmesinin önünü açıyor.
MUHAFAZAKARTOPLUM İNŞASI VE KADINLAR
Hükümetin muhafazakar toplum inşasının dayanaklarını ortaya koyma şeklimiz, bunun karşısında örülebilecek mücadeleye çizilecek rotayı doğrudan etkiliyor. Hükümetin her bir söylemi, her bir politikası kadınların yaşamını kökten etkilerken bu, kadınların “yaşam tarzına müdahale”nin ötesinde bir amaç da taşıyor. Meseleyi sadece “Kadınların yaşam tarzına müdahale ediliyor” çizgisinden kurmamız yapılan saldırıların sadece bir yönüne odaklanıp mücadele çizgisini ise “özel hayatın savunusu”na indirger. Oysa kadınlar özelindeki müdahaleler, “özel hayata” değil, kadınların yaşamın her alanındaki varoluşuna bir şekil şemal verme amacı taşıyor. Bu kısıtlı yazıda bahsettiğimiz ve bahsedemediğimiz politikalar kadınları eşitlikten yoksun bıraktığı, aileye hapsettiği, kadının cinselliğini denetleyebildiği ölçüde sermayenin sınıfsal amaçlarına da doğrudan hizmet ediyor. Kadınların kaç çocuk doğuracağı, kürtaj yaptırıp yaptıramayacağına yönelik müdahaleler yalnızca kadın bedeninin denetimini sağlamıyor, aynı zamanda sosyal haklar alanından çekilen devletin bakım yükünün tek tek ailelerin sorumluluğuna bırakmış olması, annelik kutsallaştırmalarıyla iş gücünde “ikincil” rol üstlendirerek kadınların en düşük ücretlerde, güvencesiz çalışmalarını kolaylaştırıyor. İşten sonra eve dönüp ev işlerini, çocuğun bakımını tek başına üstlenmek zorunda bırakılan kadınlar, patronlar tarafından “Aile ile iş uyumunun sağlanması” argümanı kullanılarak esnek çalışma modeline mahkum ediliyor.
“Annelik kutsaldır”, “Kadının ve erkeğin fıtratı farklıdır”, “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” söylemleri, kadınların “ne olduğuna”, nasıl davranması, ne yapması gerektiğine dair yapılan açıklamalar, yaygınlaştırılan inanç ve tutumlar ve bunların pratik karşılıkları kadınları sürekli eşitsizliğe, denetime, şiddete mahkum ederken, olan biten “yaşam tarzına” değil, bizzat yaşam hakkının kendisine müdahale anlamına geliyor.
Evrensel'i Takip Et