28 Temmuz 2021 19:00

Marksizm Atölyesi’nden notlar

Gençlik Kampı’na katılan üniversiteliler atölyede bir eylem kılavuzu olarak Marksizm ve diyalektik materyalizmin sorunlarımızı anlamak ve değiştirmek için bizlere sunduğu yöntemi tartıştı.

Çizim: Nikolai Shukov

Paylaş

Meryem SEYYAH
YTÜ

Çanakkale/Asos’ta gerçekleştirdiğimiz; çeşitli söyleşiler, paneller, tartışmalar, bilgi yarışmaları düzenlenen kampta deniz, kum, güneş üçlemesi “dünyayı değiştirme” iddiasıyla birleşti. 4 gece 5 gün süren kampın üç gününde dünyayı değiştirme iddiasında bize bilimsel bir kılavuz sunacak Marksizm Atölyesi gerçekleştirdik.

ANLAMAK MI DEĞİŞTİRMEK Mİ?

Atölyenin ilk günü “Elinizde bir her şeyi gerçekleştirebilecek güç yüzüğü olsa anlamayı mı, yoksa değiştirmeyi mi tercih edersiniz?​” sorusuyla başladı. Katılımcıların çoğu tarafından “değiştirmek” olarak cevaplanan bu soru kimi katılımcılar için “anlamak” cevabıyla yanıtlandı. Daha sonra neleri değiştirmek istiyoruz sorusuna çeşitli yanıtlar geldi; cinsiyet eşitsizliği, ülke sınırları, iktidar içinde yaşadığımız sömürü düzeni... Değiştirmek istediğimiz çok şey vardı ve aslında pandemi dönemiyle birlikte bu liste daha da kabarmış, can yakıcı hale gelmişti. Güç yüzüğünü eline alma ve neyi seçersen onu yapabilme hayali cazip gelse de değiştirmek istediğimiz şeyleri değiştirebilmek için gerçek hayatta neler yapabileceğimiz kafamızı kurcalıyordu. Biraz da bunun yollarını arıyorduk. Diğer bir seçenek olan “anlamayı” değerlendirelim dedik. İnsanlığın ne zaman anlamaya başladığını düşünmekle başladık. İnsanlığın anlama serüveni mitostan logosa, mitten akla doğru gelişiyordu. Böylelikle anlamlandırma serüveni bilimsel bir anlam kazanmış felsefe ortaya çıkmıştı. Artık maddenin özü, varlığın temeli tartışılmaya başlanmış burada çeşitli fikirler öne atılmıştı. Dünyayı anlama penceresi sürekli genişlemişti. Anlamanın zihinsel bir süreç, bireysel bir süreç olduğu tartışıldıktan sonra neden anlamayı seçtiniz sorusuna katılımcılar, anlamadan değiştirilemeyeceği cevabını verdi. Salt anlamak ve buradan dünyanın sırlarını bulmaya çalışmak değil değiştirmek isteyen katılımcıların neyi değiştirmek isterdiniz sorusuna verdiği cevapları “değiştirebilmenin önkoşulu olarak” anlamaktı. Yani değiştirmek için anlamak, anlayarak değiştirmemiz gerekiyordu.

NASIL DEĞİŞTİRECEĞİZ?

İşsizlik, geleceksizlik, cinsiyet eşitsizliği, sömürü, ülke sınırları, ekonomik sınırlar ve iktidar… Artık ortaklaşmıştık, bir şeyleri değiştirmek için anlamayı seçiyorsak artık bir sonraki aşamaya geçmemiz gerekiyordu: Nasıl değiştireceğiz? Çeşitli reformlar yapmamıza, parlamentoyla, anayasa ile güvence altına almamıza rağmen değiştirmek istediğimiz şeylerin karşısına koyduklarımızın sürekli olacağı konusundaki şüphelerimizi gideremeyince felsefe dünyasından yanıtlar aramaya başladık. Gerçekleştirdiğimiz değişimleri nasıl güvence altına alacaktı? Burada karşımıza çıkan ütopik sosyalistleri ve felsefe dünyasına katkılarını tartışmaya koyulduk. Owen örneği üzerinden gidip ütopik sosyalistleri eleştirmeye koyulduk. Kendi mülkünde komünal bir sistem kuran Owen’ın maddi gerçekliklerden yola çıkmasına rağmen ortaya attığı Yeni Hristiyanlık fikrini ve ilk defa yapılmış olmasına rağmen sınıf tanımlarını eleştirdik. Ütopyaya ihtiyacımız yoktu, dünyayı bilimsel bir yolla değiştirmemiz gerekiyordu.

Dünyayı anlamak ile değiştirmek arasındaki diyalektik bağlantıyı gördükten sonra ikinci gün, soyut bir kavram olarak toplumun ne olduğunu konuştuk. Kimilerine göre zorunlu bir birlik, ortak hayal gücüne ortak bilince sahip olan, kimilerine göre etik değerleri olan bilinçsizce bir araya gelmiş insan sürüsü olarak tanımlandı. İnsanı insan yapan neydi, ne zaman topluluklar kurup toplumu var etmişti? Burada bir soru daha kafamızı kurcalıyordu. Ya insanlar başından beri bencilse, aslında ona en uygun sistem bu içinde yaşadığımız sistemse?

İnsanlar ve hayvanlar ile arasındaki en temel fark düşünüldüğünde her birimiz farklı cevaplar veriyoruz; kimimize göre konuşabilmek, kimimize göre hayal kurabilmek, kimimize göre yuvasını yapabilmek... Ancak bunları gerçekleştirebilen canlıları düşündüğümüzde aslında en temel farkın   insan emeğine özgün olarak ihtiyaç duyduğu şeyi kafasında tasarlayabilmesi ve imgeleme yapabilmesi yani bir şeyin ihtiyacını duyarak çevresine şekil verebilmesi ve bunu yaparken emek araçlarını kullanabilmesi olduğunu anlıyoruz. Bu işte bu gelişimin kendisi bizi avcı toplayıcı sürüden kabileye aşamasına getiriyor olmalıydı. İnsanlık artık bu aşamadan sonra sadece ürün değil ürünleri üretecek üretim araçlarını da üretebilecek düzeye gelerek üretimi arttırmış, takası öğrenmiş ve ticareti geliştirmişti.

ATÖLYEDEN GERİYE KALANLAR

Atölyemizin son gününe geldiğimizde artık toplumların gelişim aşamalarını anlamaya başlamıştık. Hepimizin yaşayabileceği bir senaryo üzerinden şimdiyi anlamaya çalışıyorduk. Bu senaryoda, birbirlerine sırılsıklam âşık olan Tahir ve Zühre iyi üniversitelerde okuyup mezun olduktan sonra işsiz kalmış, okudukları bölümden farklı işlerde çalışmak zorunda kalmış, evlenirken bir sürü borca girmiş; iş saatlerinin fazlalığından birbiriyle görüşememeye, farklı düşünmeye, kavga etmeye başlamış, en sonunda ise boşanmak zorunda kalmışlardı.  Maddi yaşam üretimi ve yeniden üretimi, içinde bulunduğumuz burjuva toplumunda muazzam bir üretim fazlalığına denk gelmesine rağmen Tahir ve Zühre ekonomik sorunlarla yüz yüzeydi. Bu üretim fazlalığının oluşturduğu sermaye ile ücretli emek yani Tahir ve Zühre’nin emeği arasında oluşan çelişkiyi gördük.  Tahir ve Zühre'nin çalıştığı yerin, aldığı kredinin verildiği bankanın, kullandığı otomobilin üretildiği fabrikanın sahibi olan Koç Holding yani sermaye özelleşme, tekelleşme eğilimindeyken; ücretli emek yani bizler, Tahirler ve Zühreler toplumsallaşma ve artma eğilimine giriyordu. Ancak proletaryanın, ücretli emeğin niceliksel artması önkoşulu ile sermaye artıyordu.  İnsan bencil değildi, tek olmak isteyen, sürekli büyümek piyasada tutunabilmek için rekabet etmek zorunda kalan sermaye bencildi. Ve aslında bizlere de bunun normal olduğunu söyleyip duruyor, kendi geleceğini garanti altına almaya çalışıyordu.

Kurguladığımız senaryo artık içinde yaşamaya çalıştığımız tekelci kapitalist sistemi bize daha açıktan gösteriyordu. Sermaye karına daha fazla kar katmak için proletaryanın yani milyonların yaşamından çalıyor, onları günde 12 saat çalıştırıyor hatta ölüme terk ediyor. Sadece çalışanlar değil yarattığı   KYK borçlarıyla, niteliksiz eğitim ortamıyla, işsizlik korkusuyla ve evi geçindirememe kaygısıyla biz üniversite öğrenciler için bile içerisinde insanca yaşanamayacak bir dünya sunuyor. Yaşanamayacak bir dünya, bir işçinin kendi ürettiği şeyi bile almaya gücünün yetememesi, burjuvazinin sürekli birilerini yoksul bırakarak zenginleşme eğiliminin kendisi bile bizlere gösteriyor ki burjuvazi kendi mezar kazıcısını yani üretim araçlarının kullanımını elinde tutan proletaryayı üretiyor.

Kampımız bittiğinde tüm bu konuştuklarımız tartışmalarımız bizlere göstermişti ki; Tahir ve Zühre’nin, yani işçi sınıfının, proletaryanın tüm bu düzeni alaşağı etmesi için siyasal örgütlenmeye ve siyasal bir devrime ihtiyacı var.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

Sınav ne emeğimizi ne de zekamızı ölçtü

SONRAKİ HABER

Türkiye’de arkeolojinin önemli ismi Dr. Berta Lledo Turanlı yaşamını yitirdi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa