29 Temmuz 2021 06:35

Nomadland’den Rosetta’ya Göçebe Ruhlar 

Filmin başında bir zorunluluk olarak sunulan yol, film ilerledikçe amaç haline gelir. Fern yerleşik yaşam tekliflerini elinin tersiyle iterek yolculuğuna devam eder.

Görsel: Nomadland filminin afişi

Halis Ulaş
Halis Ulaş

“No, I'm not homeless. I'm just houseless” “Hayır evsiz değilim, sadece evim yok” belki de daha doğrusu “Hayır evsiz değilim, sadece evim dar” olarak çevrilebilecek bu replik 2020 yılında çevrilmiş ve “Gitmek zorunda olanlara” adanmış olan Nomadland adlı filmin kapitone cümlesi olarak tanımlanabilir.

Nomadland bir yıl içerisinde en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu Oscar Ödülleri de dahil onlarca ödül almıştır. Jessica Brurder’in “Nomadland: Surviving America in the Twenty-First Century” adlı kitabından uyarlanan filmin yönetmeni Chloe Zhao’dur. Frances McDormand filmde Fern karakterini ete kemiğe büründürürken, filmdeki neredeyse geri kalan tüm oyuncu kendi gerçek göçebe yaşamlarıyla yer almaktadır.

Film Fern’in yanına alamadığı eşyalarını bir depoya bırakıp, kamyonetten dönüştürülmüş derme çatma karavanı ile yolculuğa çıkmasıyla başlıyor. Bu zorunlu yolculuğun nedeni 2008 yılında yaşanan ekonomik krizdir. Çünkü kriz sonrası Fern çalıştığı işini, eşi ile yaşadığı lojmanını, çalışanların oluşturduğu posta kodu bile iptal edilen “Empire” (İmparatorluk) kasabasını ve belki de yerleşik hayatla en önemli bağı olan eşi Bo’yu kaybetmiştir. 

Film yedi farklı eyalette, dört ayda çekilmiş. Bu süre zarfında Frances McDormand gerçekten de bir göçebe gibi yaşamış. Göçebelerin çalıştığı işlerde çalışmıştır. Bu işlerden biri de filmde de izlediğimiz Amazon’daki paketleme işiymiş. Amazon’un göçebe topluluğuna en çok faydası olan iş yerlerinden biri olduğu söyleniyor. Hatta sırf bu geçici işçi alımı için 2011 yılında CamperForce (KampçıGücü) isimli bir program bile yaratmışlar. Burada çalışan göçebeler saat başı yaklaşık 15 dolar alıyormuş.  Alternatif işler arasında yol kenarındaki benzinliklerin tuvaletlerini temizlemek ya da fast food dükkanlarının mutfağında düşük bir ücret karşılığı çalışmak olduğu düşünüldüğünde, Amazon’un karavanlı göçmenlere ölümü gösterip sıtmaya razı ettiğini söylemek sanırım abartı olmaz.

CamperForce’u oluşturan işçiler Amazon’un dönemsel eleman ihtiyacını karşılamak için bulunmaz fırsattır. Çünkü ihtiyaç duyduklarında ulaşılabilirdiler, kendi evlerini getirdikleri için lojman ihtiyaçları yoktur, iş yerinde sendikalaşacak kadar çalışmazlar ayrıca sosyal yardım ve güvence konusunda da pek beklentileri yoktur.

2018 yılında yapılan bir araştırmaya göre Amerika’da göçebe olarak yaşayan yaklaşık 1 milyon kişi varmış. Karavanlarıyla ülkeyi gezen ve bulabildikleri geçici işlerle hayatlarını geçindirmeye çalışan 1 milyon insan… Üstelik çoğunluğu da filmde gösterildiği gibi orta yaşlı ya da daha yaşlı. 

Filme yeniden dönecek olursak; Chloe Zhao bir yol filmine imza atarken, anlatısını neredeyse bir belgesel gibi kurguluyor. Çıplak doğa görüntüleri, Swankie ve Linda gibi gerçek göçmen karakterler, karakterleri yakından hissetmemizi sağlayan kamera kullanımı, geniş açıyla verilen ve kendinizi bir kovboy filminin platosunda hissettiren arka plan…

Film her ne kadar ekonomik krizin işsiz, aşsız, evsiz ve eşsiz bıraktığı altmış yaşındaki, hüzünlü Fern’in hikayesini anlatsa da yönetmen Fern’i yola düşmeye zorlayan kapitalizmin vahşiliği ile ilgilenmiyor. Yönetmenin asıl ilgilendiği bu şartların şekillendirdiği hayatı kendi tercihlerince dönüştürmeye çalışan bir kadının hikayesidir. Bu hikâye hüzün, üzerinde yaşanılan topraklar, karşılaşılan anlar üzerinden tanımlanıyor film boyunca.

Filmin başında bir zorunluluk olarak sunulan yol, film ilerledikçe amaç haline gelir. Fern yerleşik yaşam tekliflerini elinin tersiyle iterek yolculuğuna devam eder. Bu yolda kat edilen kilometrelerle kendinden öteye gittiğini düşünürken, çağrışımları ile bir o kadar kendi içine yaklaşır. Böylece Fern filmin sonunda yolculuğa başladığı yere, yıkık imparatorluğuna geri döner.

Fern terkedilmiş kasabanın sokaklarında dolaşırken zihnimde filmin farklı sahnelerinde Fern’in dilinden dökülmüş replikler dönmeye başladı. “Bo ailesini hiç tanımıyordu ve hiç çocuğumuz olmadı. Eğer kalmasaydım, gitseydim o hiç var olmamış gibi olacaktı.” diyordu. Belki de böylece Bo’yu var etmişti. Yıllarca çalıştıkları fabrikanın tozlu odalarında dolaşırken Fern’in “Babamın dediği gibi hatırlanan şey ölmez.” repliği kulağımı tırmalıyordu. Belki de eşinin yasını tamamlamak, anıları ile helalleşmek için yıkık imparatorluğa dönmüştü Fern. Bo ile yaşadıkları evin odalarında dolaşırken evlilik yemini olarak ezbere söylediği Shakespeare’in 18. sonesinin son iki dizesi yankılanıyordu zihnimde

“İnsanlar soluk aldıkça, gözler gördükçe Aşkım yaşadıkça, sana da hayat verecek."    

Evet Nomadland ajitasyona girmeden, ucuza kaçmadan nefesinizin yetmediği hissini oluşturacak bir iç sıkıntısı ile sonlanıyor. Ama bu iç sıkıntısı ben de bir bitişi değil başka bir filmin başlangıcını tetikledi.

Yaklaşık 20 yıl önce izlediğim 1999 yapımı bir film. Rosetta…

Rosetta, Jean-Pierre Dardenne ve Luc Dardenne namı diğer Dardenne Kardeşler’in filmi. Rosetta’da Nomadland gibi ödüllü bir film. 1999 yılında Cannes Film Festivalinde en iyi film ödülünü ve Rosetta karakterini oynayan 17 yaşındaki Emilie Dequnne de ilk rolü ile en iyi kadın oyuncu ödülünü almıştır.

Film orman içerisinde, kenarından nehir geçen bir karavan kampında yaşayan Rosetta ile alkolik annesinin yaşama tutunma çabasını anlatmaktadır. Orman içi ve nehir kenarı betimlemeleri bir tatil çağrışımı yapsa da filmin kış mevsiminde geçiyor olması ve yaşadıkları eski karavanın camlarından içeri giren soğuk rüzgâr tatil metaforunu bir kabusa çevirmektedir.

Henüz filmin ilk sahnesinde Rosetta’nın çalıştığı fabrikada işten çıkarılışını izleriz. Rosetta bu karar karşısında isyan eder. Onu işten çıkaran şefe saldırır ve bir kavga gürültü kopar. Bu sahnede kamera o kadar hareketlidir ki bazen midenizin bulandığı hissi oluşur ama bu bulantı sizi de kavganın ve filmin içerisine çeker. İlk sahneden içine girdiğiniz filmden bir daha da çıkamazsınız. Rosetta kavga gürültünün sonunda polis tarafından zorla iş yerinden dışarı çıkartılır.

Dardenne kardeşlerin sinemasına bakıldığında, hiç kuşkusuz göze çarpan en temel meselelerinden birinin; işçi sınıfının kapitalist sistemin içerisinde yitip gidişidir. Nomadland’te Chloe Zhao’nun kamerasını çevirmediği yer Dardenne kardeşlerin temel derdidir.  Dardenne kardeşlerle yapılan bir söyleşide Rosetta karakteri ile ilişkili olarak “Filmi çektiğimiz zaman ilk amacımız mücadeleci, savaşçı bir kadın portresi yaratmaktı. Öyle biri ki; eğer bir iş bulup topluluğun bireylerinden biri haline gelemezse, öleceğine inanıyor. Haliyle bunu aktarabilmek için kamerayı onun kafasının içine kurabilmek zorundasınızdır. Burada en başta önemli olan öldürmek ya da öldürmemek, intihar etmek ya da etmemek arasındaki o ahlaki ikilemi yakalayabilmekti.” diyorlar. 

Rosetta, bir yandan annesinin alkol problemiyle, alkol için başka erkeklerle yatmasını engellemeye uğraşırken bir yandan da film boyunca hemen hemen üzerinden çıkartmadığı kıyafetleriyle bir ormanı aşıyor, kasabaya iniyor ve çalışmak için sürekli iş kovalıyor. İşte lastik çizmeler kalabalığa karışabilmesi, ormanın sonuna sakladığı ayakkabılarına ulaşabilmesi için kurtarıcı özelliktedir. Çünkü saklı ayakkabılarını çamurdan korumasını sağlar.

Filmde sanırım en önemli rollerden biri de Belçika’nın simgelerinden olan waffledır. Waffle Rosetta’nın hem aşı hem işi hem de film boyunca tek iletişim kurduğu Riquet’le tanışmasının aracısıdır. 

Rosetta waffle üretim deposunda işe girer ancak çalışmaya başladıktan üç gün sonra patronun, kendi oğlunu Rosetta’nın yerine işe almasıyla yine işinden olur. İşi bırakmamak için bir un çuvalına sarılan Rosetta’nın görüntüsü; işi, aşı ve yaşamının tek bir karede somutlaması gibidir.

Patron boşalan bir işe Rosetta’yı alacağını söyler. İşte işsizlik Rosetta’yı öldürmek, öldürmemek ikilemi arasında bırakır. Riquet’in Rosetta’ya yardım etmeye çalıştığı bir sahnede Riquet nehre düşer ve çamura saplanır. İşte öldürmek/öldürmemek arasındaki ayraç Rosetta’yı sınar ve öldürmemek zor da galip gelir. Rosetta’nın uzattığı bir dal ile kurtulur Riquet.

Ancak Rosetta tek iletişim kurduğu, kendisine yardımcı olmaya çalışan ve ilgi duyan Riquet’i, fazladan para kazanmak için kendi yaptığı waffleları sattığı için, patrona ihbar ederek işten atılmasını sağlar ve böylece ondan boşalan yeri doldurur. Artık bir işi vardır.   

Ancak Riquet motosikleti ile Rosetta’nın peşine düşer. İşte  motosiklet sesi bu sahneden sonra adeta Rosetta’nın vicdanının sesine döner.  Attığı her adımda, gittiği her yerdedir bu ses. Ses ölmek/ölmemek arasında bir ayraç gibidir.

Filmin sonunda Rosetta karavanın önünde sızmış annesini içeri taşır ve yatağına yatırır. Daha sonra bir tane yumurtayı haşlamak üzere ocağa koyar. Ardından patronunu kontörlü telefonla aramak için karavandan çıkar ve patronuna artık işe gitmeyeceğini söyleyerek karavana döner.  Haşlanmış olan yumurtayı ocaktan alır, gazı açık bırakır ve yumurtayı yemeye başlar. Rosetta bir yandan yumurtasını yemeye devam ederken bir yandan da yatağına uzanır ve ölmek/ölmemek arasındaki ayracın silinmesini beklemeye başlar. Ama tüp biter. Rosetta ölebilmek için tüpü değiştirmek zorundadır. Bin bir güçlükle tüpü değiştirip dolu tüple karavana dönmeye çalışırken yine aynı sesi duyarız. Riquet’in motosikletinin sesi. Rosetta adeta vicdanının sesine dayanamayarak çözülür ve yere düşerek ağlamaya başlar. Motosikletin sesi kesilir, Riquet yerdeki Rosetta’yı kaldırır. Rosetta’nın bakışları ile adeta özür dilemesi ile film sonlanır.  Kulaklarımda Rosetta’nın Riquet’in evinde gece uyumadan önce kendi kendine mırıldandığı cümleler ve göğsümde oturmuş bir öküz kalır filmden geriye.

“Senin adın Rosetta

Benim adım RosettaYeni bir iş buldun Yeni biri iş buldumYeni bir arkadaş edindinYeni bir arkadaş edindimNormal bir yaşantın varNormal bir yaşantım varBoşluğa düşmeyeceksinBoşluğa düşmeyeceğimİyi gecelerİyi geceler”

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI