Hem sağlık hem demokrasi mümkün değil mi?
Fransa'da aşı pasaportu tartışılırken Almanya'dan seçtiğimiz makalede Cenevre Mülteci Sözleşmesinin ihlali eleştiriliyor. İngiltere'de ise hükümetin Çin'e karşı gönderidiği savaş gemisi gündemde.
İllüstrasyon: Gerd Altman/Pixabay
Yaygın aşılamanın kovid-19’a karşı önemi sık sık vurgulanırken bazı ülkelerin aşı olmayanlara yönelik yaptırım niteliğindeki kararları ise tartışılıyor. Bu ülkelerden biri Fransa. Fransa’da sağlık çalışanları ile konser, kafe, restoran, toplu taşıma ve 50’den fazla kişinin bulunduğu yerlerde aşı pasaportu göstermek zorunlu kılındı.
Ülkedeki çeşitli örgütlerin yöneticileri, sendikacılar, milletvekilleri ve toplum liderlerinden oluşan bir kolektif son günlerde Mecliste tartışılan ve “sağlık pasaportu”nu uzatan yeni yasaya karşı çıktı. Kolektif, müzakere edilmeden “tek adam”ın inisiyatifi ile alınan kararı “otoriter bir sağlık politikası” olarak nitelendirdi. Liberation gazetesinde yayımlanan metinde yaygın aşılama için farklı öneriler sunulurken Fransa hükümetinin aşı patentlerinin kaldırılmasına karşı olmasındaki çelişkiye de dikkat çekildi.
Cenevre Mülteci Sözleşmesi’nin imzalanmasının 70. yılında Avrupa, mültecilere kapılarını tamamen kapamış durumda. Türkiye ve Libya ile yapılan anlaşmalar, mültecilerin para karşılığı bu ülkelerde tutulmasını sağlıyor. Avrupa Sınır ve Sahil Güvenlik Ajansı Frontex, ülke sahil güvenlikleriyle mültecileri geri püskürtmeyi amaçlıyor ve yüzlerce mülteci Akdeniz’de veya başka denizlerde boğuluyor. Almanya savaş bölgelerine sınır dışı etmelerde hiç de tedirginlik göstermiyor.
İngiltere Başbakanı Boris Johnson yeni uçak gemisini ilk olarak Çin’i çevreleyen denizlere yollayarak hâlâ bir dünya gücü olduğunu ispatlama çabası içinde. Çin’e karşı ABD güdümünde ilerleyen soğuk savaşın bir parçası olarak atılan bu adımın bir barış gücü olarak adlandırılması ise yaratılan çatışma tehlikesini azaltmıyor.
SAĞLIK PROJE YASASINI VE
SOSYAL GERİLEMELERİ REDDEDELİM
Liberation*
Sağlık pasaportu milyonlarca Fransız’ın hayatına damga vuracak, çünkü çok kısa bir süre içinde ve hatta PCR testi artık ücretsiz olmadığında, tüm sosyal hayat ve iş hayatı için aşılanma zorunlu kalacak. Ancak bu karar, otoriter ve demokratik olmayan bir tarzda, muğlak müzakereler çerçevesinde, tek bir adamın, yani sadece Savunma Konseyi’ni toplayan Cumhurbaşkanı’nın (Emmanuel Macron) kararıyla alındı. Bu karar, parlamentoyu bir kez daha sadece kayıt odası olarak görüyor ve herhangi bir gerçek tartışmayı görmezden geliyor. Demokrasi feda edilemez ve (demokrasinin) bu krizden çıkmanın yolu olduğu bizim için her zamankinden daha fazla geçerli.
Ancak bir aydan kısa bir süre önce Emmanuel Macron, sağlık bakanı, hukuk komisyonu başkanı gibi çoğunluğun milletvekillerin hepsi, sağlık pasaportunun tıpkı aşılama gibi bireysel özgürlükler adına genelleştirilmesine karşı olduklarını söylüyorlardı ve hatta kanunda bir kamu yükümlülüğü olarak görülmesini dondurmak için tasarıya bir değişiklik getirmişlerdi.
Tüm sinyaller virüsle en az daha aylarca yaşayacağımızı gösterirken, hükümetin bu şekilde kitlelere dayatmak istediği genelleştirilmiş denetim toplumuna giremeyiz.
Bu salgınla mücadele etmek için en savunmasız durumda olanlardan başlayarak geniş ve kapsamlı bir aşılama gereklidir. Aşıya muhalefetini mezhepçi ve komplocu bir çıkış haline getiren herkesten kendimizi farklı tutuyoruz ve aşılanma stratejisinin holokost veya apartheide asimilasyonunu şiddetle kınıyoruz.
Salgın krizinin ortasında zararlı ve önemli gerilimler yaratan hükümetin kullandığı yöntemi kınıyoruz. Büyük bir demokratik tartışma, kapsamlı bilgi, aşı olmak için mesai saatlerinde zaman kullanım hakları, özellikle ücretsiz maskeler yoluyla önlemler alınması, aşılama merkezlerinin çok daha fazla kapsama alanı olması ve bununla bağlantılı olarak daha fazla kaynaklara sahip olmaları…etkinleştirilen ilk araçlar olmalıdır.
Aşı ile gelir arasındaki ilişki, mevcut haliyle sağlık pasaportunun antisosyal olduğunu gösteriyor. Binlerce işçi, ağır yaptırımlarla tabi tutuluyor ve zorlanmaktadır.
Salgının başlangıcından bu yana, sağlık sendikaların ve derneklerinin kamu hastanelerini ayağa kaldırmak ve uygun tedaviyi sağlamak için talep ettiği mali ve insani kaynaklar sağlanamadı. Bu durum huzurevleri için de geçerli. Daha da kötüsü, bazı yerlerde kamu hastanelerinde yıkımın devam ettiğini bile görüyoruz (yatak kesintileri, işten çıkarmalar vb.)
Ve bu süre zarfında, Fransa hâlâ Avrupa Birliği ile birlikte Dünya Ticaret Örgütü içindeki patentlerin kaldırılmasına karşı çıkıyor, oysa yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde aşıların seri üretilip dağıtılabilmesinin tek yolu bu. Bu aynı zamanda bir uluslararası dayanışma, halk sağlığı ve verimlilik sorunudur. Çünkü pandemi dünya çapında çözülmeyene kadar hiçbir yerde çözülemez.
Son olarak, bu kararlar çatışıp halkı bölerken, sosyal haklara yönelik ciddi saldırılar ilan ediliyor. Otoriterlik ve sosyal yıkım el ele gidiyor. İşsizlik sigortasının gerici reformu 1 Ekim’den itibaren geçerli olacak ve işsizlik yardımlarının sürelerini ve miktarlarını önemli ölçüde azaltacaktır. Ve Emmanuel Macron, yasal emeklilik yaşının uzatılmasını ve tüm özel emeklilik rejimlerinin kaldırılmasının arzusunu tekrar doğruladı. Fransa’daki en büyük 500 servetin toplam mirası 2020’de yüzde 30 artarken, hükümet beş yıllık dönemin başlangıcından bu yana onlara yaptığı yardımları geri almıyor ve bu krizin faturasını işsizlere ve emeklilere kesmek istiyor. Tersine, çok uluslu şirketlerden ve aşırı zenginlerden bugünden çok daha fazla ulusal dayanışma adına katkıda bulunmalarını istiyoruz. Kaliteli kamu hizmetleri ve daha fazla sosyal haklar yaratan iddialı bir sosyal politika talep ediyoruz.
Bu nedenle, salgına karşı uzun vadeli verimlilik ve özgürlüklerimizi korumak adına, meclise önerilen yeni yasaya ve bu krizin faturasını emekçilere ödetmeyi amaçlayan anti-sosyal önlemlere karşı çıkıyoruz. Bunun doğrultusunda, önümüzdeki haftalarda ve aylarda eylemler arzuluyoruz.
*Bazı İmzacılar
Sendikacı ve örgüt temsilcileri: Aurélie Found ve Raphaël Pradeau (Attac’ın sözcüleri), Céline Verzeletti (CGT’nin konfederal sekreteri), Simon Duteil ve Murielle Guilbert (Birlik sendikası Solidaires’in genel delegeleri), Thomas Portes (Génération.s sözcüsü), Mélanie Luce (UNEF öğrenci sendikası başkanı), Christian Pierrel (PCOF sözcüsü), Ana Azaria (Kadın Eşitliği örgütü- Femmes égalité Başkanı), Pierre Khalfa ve Willy Pelletier (Copernic Vakfı), Emmanuel Vire (SNJ-CGT genel sekreteri), Mireille Stivala (CGT Sağlık ve sosyal eylem federasyonu genel sekreteri), Jean Marc Devauchelle (SUD Sosyal Sağlık genel sekreteri), Thierry Amouroux (Ulusal Hemşirelik Uzmanları Birliği SNPI sözcüsü), Hafsa Askar (FSE Genel Sekreteri), Denis Lalys (CGT FNPOS genel sekreteri)…
Milletvekilleri: Éric Coquerel (LFI milletvekili), Elsa Faucillon (Fransa Komünist Partisi milletvekilli), Eric Piolle (Yeşiller-EELV belediye başkanı), Jean-Luc Mélenchon (LFI milletvekilli), Sébastien Jumel (FKP milletvekilli), Emilie Carriou (Yeni Demokratlar milletvekilli), Clémentine Autain (LFI milletvekilli), Aurélien Tache (Yeni Demokratlar milletvekili)
(Çeviren: Diyar Çomak)
70 YILLIK CENEVRE MÜLTECİ SÖZLEŞMESİ ATEŞ ALTINDA
Ulla JELPKE
Junge Welt
Cenevre Mülteci Sözleşmesi’nin imzalanmasının 70. yıl dönümü vesilesiyle çarşamba günü mültecilerin korunmasına ilişkin bu önemli uluslararası anlaşmanın erozyonuna karşı uyarıda bulunan sesler yükseldi. Özellikle kilise temsilcileri ve sivil toplum kuruluşları sözleşmenin savunulmasını istediler.
Birleşmiş Milletler Mülteci Dairesi Başkanı Filippo Grandi’den de açık bir eleştiri geldi. Giderek daha fazla ülkenin mültecilerin korunması konusundaki sorumluluklarından kaçındığından şikayet etti. Avrupa Birliği ve üye devletleri, yıllardır Cenevre Sözleşmesi’ni sistematik olarak ihlal ediyor. Bu sözleşmenin özü geri gönderme yasağıdır: Hiç kimse, zulüm, işkence veya insanlık dışı muamele ile tehdit edildiği bir devlete iade edilemez. Ancak AB’nin dış sınırlarında ve Almanya’nın sınır dışı etme politikasında her gün olan tam da budur.
Yunan Sahil Güvenlik, Ege Denizi’ndeki mülteci botlarını rutin olarak durduruyor ve onları Türk sularına geri gönderiyor. AB’yi mültecilerden korumayı amaçlayan Avrupa Sınır ve Sahil Güvenlik Ajansı Frontex de bu tür eylemlerde yer almakta. Avrupa kara sınırlarında da sistematik “geri göndermeler” var. İnsanlar dövülmekte, ellerinde ne varsa gasp edilmekte, çırılçıplak soyulmakta, ateşli silahlarla tehdit edilmekte ve telefonları imha edilmekte. Ancak bu uygulamaların Komisyon veya diğer AB hükümetleri tarafından açık bir şekilde kınanmasını beklemek saflık. Çünkü insanların AB’ye girmesini engellemek ve mülteci sayısını düşük tutmak için AB yöneticileri hemen her yolu kullanma hakkına sahipler.
Bu, aynı zamanda, Avrupa Kalesi’nin kapılarındaki diktatörlere ve savaş ağalarına dış kaynak sağlama konusunda uzun süredir devam eden uygulama tarafından da ortaya konulmakta. Erdoğan ile yapılan mülteci anlaşması ve sözde Libya sahil güvenlik milisleri ile yapılan iş birliği de bu kategoriye giriyor. Yeni olan şu ki, Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ne giderek daha açık bir şekilde saldırılıyor. Danimarka Parlamentosu geçtiğimiz günlerde, gelecekte üçüncü ülkelerde iltica prosedürlerinin yürütülmesini sağlayan bir yasa çıkardı. Mültecilerin artık Danimarka’ya gitmesine izin verilmeyecek. Davaları dışarda görülecek, hak ederlerse(!) Danimarka’ya gidecekler. İngiltere’de de bu tür planlar var.
1951’de Nazilerin işlediği suçların bir sonucu olarak, mültecilere bağlayıcı haklar tanıyan uluslararası bir anlaşma üzerinde anlaşmanın mümkün olması, hâlâ ve her şeye rağmen büyük başarıdır. Bu hakların pratikte erozyona uğraması, korunması için tekrar tekrar mücadele edilmesi ve imzacı devletlerin çıkarlarına karşı savunulması gerektiğini göstermektedir: Bu mücadele ulusal ve uluslararası mahkemelere yapılan şikayetler, sokaktaki protestolar ve uluslararası kuruluşların baskılarının yardımıyla olacaktır.
(Çeviren: Semra Çelik)
ÇİN: İNGİLTERE’NİN SAVAŞ GEMİSİ DİPLOMASİSİ BİR BARIŞ GÜCÜ DEĞİL
Lindsey GERMAN
Counterfire
İngiliz uçak gemisi HMS Queen Elizabeth’in Çin hükümetinin protestolarıyla Güney Çin Denizi’ne girmesiyle, İngiltere’nin savaş gemisi diplomasisi politikasında bu hafta yeni bir aşama başladı. İlk yolculuğunu Çin çevresindeki denizlerde gezinme özgürlüğü hakkının kasıtlı olarak ileri sürülmesiyle doruğa çıkaran devasa Uçak Gemisi Vurucu Gücü ekibi eşlik ettiği taşıyıcı.
Taşıyıcıya altı Kraliyet Donanması gemisi, bir Kraliyet Donanması denizaltısı, bir ABD Donanması destroyeri ve bir Hollanda firkateyni eşlik ediyor. 8 adet F35 jeti, 4 adet deniz taarruz helikopteri, denizaltısavar ve havadan erken uyarı helikopteri taşıyor. Geçen hafta BBC tarafından bildirildiği üzere, askeri donanım dizisi gemide bulunan 100’den fazla kovid-19 vakası ile de destekleniyor. Bu, barış için bir güç değil, ABD ve müttefikleriyle sürmekte olan yeni soğuk savaşta Çin’e daha fazla karşı koymak için tasarlanmış bir güç gösterisi.
İşçi Partisi Başbakanı Harold Wilson, Britanya’nın artık üzerinde güneşin hiç batmadığı bir imparatorluğa sahip olmadığını kabul ederek İngiliz birliklerini Süveyş’in doğusundan çekmeye karar vermesinden 50 yıldan fazlası geçmişken, Boris Johnson ABD ve diğer Batılı müttefiklerle ittifak halinde Doğu Asya’da bir İngiliz varlığını yeniden yaratmaya çalışıyor.
Güney Çin Denizi, bu ülkeler Çin anakarasına yakın bölgelerde seyrüsefer serbestisi operasyonları düzenlemeye karar verdikçe, giderek artan bir gerilim ve potansiyel çatışma merkezi haline geldi. Ayrıca, bölgedeki diğer ülkelerin itiraz ettiği iki bölge grubu, Paracel Takımadaları ve Spratly Adaları üzerinde anlaşmazlıklar var.
Çin, kendisini çevreleyen denizlerde karasuları olarak egemenlik iddia ediyor, uluslararası hukukta tanınan prosedürlerde diğer birçok ülke gibi…
Savunma Sözcüsü Tan Kefei salı günü şöyle diyor: “Güney Çin Denizi’ndeki militarizasyonun gerçek kaynağı, bu bölgenin dışındaki ülkelerin savaş gemilerini kaslarını esnetmek için evden binlerce kilometre uzağa göndermesidir.”
Bu duyguya katılmamak elde değil. İngiltere’nin komşu ülkelerin çıkarlarını koruduğu yönündeki iddiaları, gemilerin kendi topraklarından çok uzak bir bölgede askeri manevra ve tatbikat yapmalarından başka bir şey değildir. Bunun Britanya’nın savunması açısından hiçbir gerekçesi yoktur, daha ziyade uçak gemisinin bu ilk yolculuğunun saldırgan doğasının belirtisidir.
Yolculuğunun başlarında, vurucu güce ait gemilerden biri, kasıtlı bir provokasyon olarak gösterilen şekilde Rusya’nın kontrolündeki sulara girdi. Niyetin bir kısmı, bu eylemler gerçekleştiğinde Rusya ve Çin’in tepkilerini test etmektir. Çeşitli güçler arasındaki mevcut gerilimler göz önüne alındığında, bu başlı başına son derece tehlikelidir. Herhangi bir olay, feci bir savaşa yol açabilecek çok daha ciddi çatışmaları tetikleyebilir.
Hükümetin ve medyanın düşmanlığını ancak Çin’in ABD Pasifik kıyılarına yakın savaş gemileri göndermesi veya Rusya’nın İngiliz sularına yaklaşması halinde hayal edebilirsiniz. Yine de Boris Johnson hükümeti, dünyanın herhangi bir yerinde cezasız kalma hakkına sahip olduğunu iddia ediyor. ‘Küresel Britanya’yı teşvik etme stratejisinin bir kısmı, İngiliz askeri gücünün davulunu çalarken aynı zamanda dünya çapında ticaret anlaşmaları aramaktır. Bu, muazzam bir maliyetle geliyor; yalnızca HMS Queen Elizabeth’in inşası için masraf 3 milyar sterlinden fazla ve bu bayrak sallayarak askeri tatbikata harcanan milyonlar da cabası. Ancak bölgedeki barışa yönelik artan tehditle karşılaştırıldığında finansal maliyetin hiç önemi kalmayabilir.
Bu militarizme muhalefet açısından Keir Starmer’ın İşçi Parti’sinden çok az şey bekleyebiliriz; aslında liderliği bu politikalara desteğini açıkça ortaya koydu. Ancak yeni emperyalizmin tehlikeleri büyüyor ve buna karşı kampanyalar yürütmemiz gerekiyor.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)