Türkiye sinemasının ilk filmlerle imtihanı
Güney Birtek, Türkiye sinemasındaki yönetmenlerin ilk filmleri üzerine yazdı.

Kaynak:Thomas William/ Unsplash
Güney BİRTEK
Bir film yapımına girişmek önemli bir meziyet… Hikâyenin oluşacağı fikri bulmakla başlar her şey. Sonrasında o fikir hikâyeleştirilir ve senaryo yazım evresine geçilir. Bu noktadaki önemli kıstas dramatik yapının kurulmasıdır. Dramatik yapısı iyi kurulmuş bir hikâye, eğer gerçekten sağlam bir hikâyeyse o senaryodan yetkin bir yönetmen gözüyle çok iyi bir film çıkabilir. Senaryo yazmak da külfetli bir iştir. Bazen yıllara dağılır bu süreç. Yapımcı, yönetmen ve senarist sürekli irtibat hâlindedir. Hangi oyuncularla çalışılacak, hangi görüntü yönetmeni ayarlanacak, hangi ışık, ses ekibi olacak, hangi sanat yönetmeniyle, kurgucuyla çalışılacak… Bu durumlar saymakla bitmez. Hemen hemen tüm filmlerin politik bir alt metni olmasıyla birlikte; sosyolojik, psikolojik, tarihsel ve kültürel anlamları da bu çekim aşamasına toplanır. Film artık çekilmeye başladığında başka zorlu bir süreç bekler sinemacıyı. Yönetmenin ilk zamanlar kafasında tasarladığı her şey mevcut koşullar sebebiyle çekim aşamasında değişebilir. İlk filmini çekmek isteyen bir sinemacının önünde aşması gereken çok sayıda engel vardır. Sinemanın temel unsurları, filmlerini yapan sinemacıların yaşadıkları coğrafya ile kurdukları bağla birebir örtülüdür. Yaşanılan coğrafyanın kültürü, sosyolojik yapısı vb. yönetmen nezdinde bilgi, gözlem ve tecrübeye dönüştüğünde yapılan iş sanat değeri taşıyarak anlam kazanır. Sinemanın gelişim sürecindeki meziyeti de mutlak doğrular içermemesidir. Her sinemacı kendi yöntem ve stiliyle pekala bir film çekebilir. Filmi çekerken sinematik değerler üzerine çalışmış, estetik ve aktarım biçimi üzerine kafa yormuş olanların kalitesi perdede anlaşılır.
Yazımda; işte böylesine zorlu süreçlerden sıyrılıp nihayetinde ilk uzun metrajlı filmini çekerek “başarılı olmuş” bazı yerli sinemacıların filmlerini açıp, ilk filmini çektikten sonra “tutunamamış” olanların ise sektörden neden uzaklaştığını anlatmaya çalışacağım:
NURİ BİLGE CEYLAN’IN KASABA’SI
Altın Palmiye ödüllü, günümüz ülke sinemasının en başarılı yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ın ilk uzun metrajı Kasaba (1997), fotografik görsel anlatı biçiminin hakim olduğu minimalist bir film olma özelliği taşır. Klasik Yeşilçam formundan uzak, dramatik yapıyı daha sâde kurarak toplumsal gerçekçi bir film dilinde ilerleyen Kasaba’da üniversite sınavını kazanamamış taşralı bir gencin sıkıntısını, umutsuzluğunu ve ailesiyle olan ilişkisi işlenirken, diğer aile fertlerinin sıradan yaşamlarından da kesitler görürüz. Kamerasıyla akıp giden gerçek zamanı sinematik değerleri yettiğince yakalamaya çalışan Nuri Bilge Ceylan, Kasaba filmiyle sinematografinin anlam yaratmada nasıl etkili bir değer olduğunu vurgular. Kasaba onun sonraki uzun metraj filmleri için önemli bir motivasyon kaynağı olmuştur. 90’lardan bu yana Türkiye ve dünya sinemasında özel bir yerde gösterilen yönetmen şu sıralar “Kuru Otlar Üstüne” isimli yeni filmini çekiyor…
ÖZCAN ALPER’İN DEVRİMCİ YUSUF’U: SONBAHAR
Türkiye siyasi tarihinin karanlık olaylarından biri olan “Hayata Dönüş Operasyonu” zamanında cezaevinde ölüm orucunda olan Yusuf’un sağlık sorunları sebebiyle cezasına af gelerek doğduğu karadeniz topraklarına geri dönmesiyle başlayan hikâyede devrimci Yusuf’un kalan ömründe gitgide melankolik hâle bürünen hayatını izleriz. Bir devrimci genç üzerinden Türkiye gerçekliğini tüm çıplaklığıyla masaya yatıran Özcan Alper, Yusuf ile birlikte solan, nefesi tükenen Türkiye toplumuna mesaj verirken, bir genci yavaş yavaş ölüme sürükleyen ülke siyasetinin çürümüşlüğünü gösteriyor. Hikâyesi, meselesi sinematik değerler bütününce iyi kotarılmış olan Sonbahar (2008), güçlü dramatik yapısıyla defalarca izlenmeye değer bir ilk uzun metraj film olma özelliği taşıyor.
AHU ÖZTÜRK’ÜN KADIN İŞÇİ SİNEMASINA KATTIKLARI: TOZ BEZİ
Doğu’dan İstanbul’a göç eden Kürt ailelerden temizlik işçisi iki kadının yaşama tutunma çabasını gördüğümüz Toz Bezi’nde (2015), Türkiye sinemasında “toplumsal gerçekçi” filmlerin içinde hem kadın, hem işçi sorununu incelendiğini görürüz. Sinematik değerler bütününce bu işçiliğin hakkını veren Ahu Öztürk’ün Toz Bezi filmi dikkat çeken ilk filmler arasındadır. Filmde Kürt halkının erkekse inşaatta, kadınsa evlere temizliğe giden ve Kürt oldukları için ötekileştirilen bir Türkiye gerçekliği ince ince masaya yatırılıyor. Ülkenin toplumsal sefaletinde hücrelere kadar işlenmiş hiyerarşik yapının kadına kadar uzandığını gördüğümüz filmin gözlüm gücü ve aktarım kabiliyeti bir hayli yüksek. Ahu Öztürk, Toz Bezi filmiyle 35. İstanbul Film Festivali’nde en iyi film ödülünü alarak Altın Lale sahibi olmuştur. Fakat 5 yılı aşkın bir süredir yeni bir film projesinden haberdar değiliz.
EMİN ALPER’İN DÜŞMAN OLGUSUNA BAKIŞI: TEPENİN ARDI
Çoğu Türkiyelinin küçükken öğretmenlerinden/büyüklerinden duyduğu bir kalıp ezber söz vardır: “yurdumuzun üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla kaplıdır” diye. Tepenin Ardı (2012) filminde Emin Alper tam bu noktada, onlarca yıldır kendilerinden olmayan herkesi “düşman” olarak gören Türk toplumunun algısını fevkalade kurgulanmış bir hikaye üzerinden toplumsal belleğe ayna tutarak sunuyor. Maço erkek kültürünü ince ince işlerken, Türkiye’nin toplumsal sorunlarına alegorik bir yaklaşımla ötekileştirilen kimliklere karşı düşmanlığın nasıl geliştiğini yorumluyor. Emin Alper’in ilk filmi Tepenin Ardı, son dönem ülke sinemasında çıtayı yükselten bir film olmakla beraber Abluka ve Kız Kardeşler filmleriyle de bu başarılı çıkışını devam ettirmiştir.
SEREN YÜCE’NİN TÜRKİYE ÇÖZÜMLEMESİ: ÇOĞUNLUK
Türkiye’nin çoğunluğunu oluştan sağ-muhafazakar yapısına nokta atışlı tespitler sunan Seren Yüce, ilk filmi Çoğunluk (2010) ile ülkenin çoğunluğunu oluşturan ve bundan sebep her istediği şeyi yapmakta kendini meşru gören bir aileden yola çıkarak “toplumsal ayrımcılık” konusunu masaya yatırıyor. AKP iktidarıyla birlikte iyice ayyuka çıkan inşaat sektörü özellikle İstanbul’u koca bir beton yığınına dönüştürürken bu inşaatları yapanların çoğunun yandaş olması ve ihalelerin sürekli bu yandaşlara gittiğini hepimiz biliriz. Filmdeki aile babası da inşaat sektöründe çalışır. Evin oğlu Mertkan, Gül isminde Kürt bir kızla tanışır. Filmin toplumsal ayrımcılığa parmak bastığı nokta da tam merkezde yani “öteki” üzerinden gelişir. Seren Yüce, bu başarılı ilk filminin ardından “Rüzgarda Salınan Nilüfer” filmiyle yetkin ve güçlü gözlem gücünü kullanmaya devam ediyor. Ondan daha çok film bekliyoruz.
DEVLET POLİTİKASI SİNEMAYI ÖLDÜRDÜ!
İlk filmini çekerek başarılı bir çıkış sağlayan onlarca yerli yönetmen var. Aralarından bazılarını önemli bulduğum filmleriyle anlatmaya çalıştım. Bir de ilk filmini çektikten sonra kaybolan onlarca sinemacıyı unutmamak gerek. Türkiye özellikle son 20 yıldır yükselen ya da ortalama bir değer yakaladığı her şeyden eksildi/eksiliyor. Spordan sinemaya kadar uzanan her kolektif alan çürümeye başladı. Mevcut yönetim ülkenin nefes alabileceği her alanın önünü tıkayarak sadece kendilerinden oluşan toksik, yaratıcılıktan uzak bilinç inşa etti. Bu durum neyi doğurdu peki? İlk filmini inanılmaz zorluklarla çeken yönetmenler, ikinci filmleri için yeteri kadar bütçe toplayamadı. Sürekli kötüye giden bir ülke ekonomisinde özellikle bağımsız film çekme gayesindeki birçok yönetmen ne yazık ki pes etmek zorunda kaldı. Devlet politikası bir nevi sanatı ve sinemaya öldürdü. Bugün bir ismin Kültür Bakanlığı’ndan destek alabilmesi için mevcut iktidarla hiçbir sıkıntısı olmaması, suya sabuna dokunmaması, bir şeylere ses etmemesi ve üstüne ülkede olup biten her şeyden memnun görünmesi gerekiyor. Aksi takdirde destek alması güç. Örneğin geçtiğimiz dönemde Tolga Karaçelik’in “Kelebekler” filmine hiçbir destek çıkmamış, aynı film dünyanın önde gelen film festivallerinden Sundance Film Festivali’nden en iyi film ödülünü almıştı. Keza “Babamın Kanatları” filminin yönetmeni Kıvanç Sezer ve Emin Alper gibi birçok sinemacı da aynı durumdan mustarip, destek alamıyorlar. Sinema sanatı ve her şey, sadece belli bir grubun dünya görüşüne göre şekillenirse o işe sanat diyemeyiz artık. Sanatın doğuşunda, kimyasında otoriterleşen her şeye karşı bir tepki, bir başkaldırı ve özgürlük talebi vardır. Gelişmiş bir sanat, özgür bireylerden, özgür akıllardan oluşur. Sanat bunun için vardır.
Evrensel'i Takip Et