14 Ağustos 2021 00:29

Siyaset Bilimci Doğanay: İtiraz mülteciye değil kirli pazarlığa olmalı

Siyaset Bilimci Ülkü Doğanay ile nefret söylemlerinin sokağa etkisini, siyasilerin üslubunun ve yönetim biçiminin ırkçılığın yükselmesindeki rolünü konuştuk.

Altındağ'da Suriyeli mültecilere saldırı sırasında tahrip edilen bir araba | Fotoğraf: DHA

Paylaş

Çağrı SARI
İstanbul

Afganistan’dan gelen yoğun göç ile beraber nefret söylemleri yeniden yükselişte. Yangın bölgelerinde kendisini ‘görev’lendiren vatandaş yol keserek kimlik kontrolü yaptı. Büyük yangınların ardından pompalanan ırkçılığın sokağa yansıması da ağır oldu. Konya’da Kürt bir aile katliama uğradı, Altındağ’da Suriyelilerin yaşadığı bölgeler talan edildi. Peki bu noktaya nasıl gelindi? İktidar ve muhalefet bloğunun bu ağır faturadaki etkisi ne?

Siyaset Bilimci Ülkü Doğanay ile nefret söylemlerinin sokağa etkisini, siyasilerin üslubunun ve yönetim biçiminin bu ırkçılığın yükselmesindeki rolünü konuştuk. Doğanay toplum da var olan öfkenin mülteciye değil, mülteciyi kirli pazarlıklarda kullanan iktidara yöneltilmesi gerektiğine işaret etti. Doğanay “Öfkeyi sorunun gerçek sebebine sorunun kaynağı karşısında en kırılgan olana yöneltmek çok kolay. Bu yapılanların ırkçılık olduğunu, asıl itiraz edilmesi gerekenin ülkelerinde yaşama şansları olmadığı için ve daha iyi bir hayat uğruna binlerce kilometre yolu göze alıp kat eden insanlar değil, politikaları ve kirli pazarlıklarıyla bunlara yol açan iktidarlar olduğunu anlatmamız gerek.  Yani, mültecileri can güvenlikleri olmayan ülkelerine geri göndermek değil, iktidarın Avrupa Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri ile yaptığı kirli anlaşmaları iptal ederek batıyı mülteci yükünü paylaşmaya zorlamak olmalı” dedi.

Son zamanlarda Afganistan’dan gelen göç ile beraber ırkçı bir hava esiyor. Konya’da geçtiğimiz hafta bir katliam yaşandı. Önceki gün de Altındağ’da ırkçı saldırılar… Neler oluyor, siz nasıl okuyorsunuz?

Tarih, buhran dönemlerinde geniş toplum kesimlerinin içinden çıkamadıkları, çözemedikleri ya da çözüm yolunu bilseler dahi çeşitli sebeplerle harekete geçemedikleri sorunlar karşısında bir günah keçisi atamasının çok acı örnekleriyle dolu. Ne yazık ki bu Türkiye’de de benzer şekilde yaşanan bir psikoloji. Çoğu zaman kitlesel histeriye dönüşebilen bu gibi durumlarla ekonomik ya da siyasi kriz anlarında karşılaşıyoruz. Bugünlerde Türkiye açısından yalnızca giderek kemikleşen ekonomik krizden söz etmiyoruz, aynı zamanda ağır bir siyasi krizle de karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında kurulan rejimin işlemezliği ve ağır sorunlar karşısında herhangi bir çözüm üretebilme kapasitesinin olmadığı, olamayacağı henüz üzerinden birkaç yıl geçmeden ortaya çıktı. Bunu yalnızca Merkez Bankası’nın döviz rezervinin eritilmesinde ya da tüm makyajlama girişimlerine rağmen açıkça ortada olan işsizlik sorununda görmüyoruz. Pandemi sürecinde yaşadıklarımızın da gösterdiği gibi, sağlıktan eğitime her alanda bir “yönetemezlik” krizi ile karşı karşıyayız. Bunun sonuçlarını sel, yangın gibi felaketlerle mücadeledeki yetersizlikte de, Sedat Peker’in iddialarıyla ortaya saçılan mafya-siyaset-iş dünyası üçgeninde dönen karanlık ilişkiler karşısında hiçbir somut adımın atılamıyor olmasında da görüyoruz. Bütün bunlar, insanların hayatlarını doğrudan etkiliyor. Göç krizi de öyle. Türkiye’nin Ahmet Davutoğlu’ndan bu yana dış politikada izlediği agresif çizginin Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu göç sorunuyla yakından ilişkili olduğunu bilmiyor değil bu insanlar.

ÖFKE MÜLTECİYE YÖNELİNCE BEDEL ÖDEMEYECEKLERİNİ BİLİYORLAR

Bir öfke patlaması mültecilere yöneliyor…

Kızgınlar, çünkü bu ülkenin vatandaşı olmakla kendi hakları olduğunu düşündükleri her ne ise onun fütursuzca ellerinden alındığına şahit oluyorlar. Kızgınlar, çünkü pandemi döneminde de, ekonomik kriz karşısında da, büyük felaketlerde de yalnız bırakıldılar. Ancak kızgınlıklarını bu yaşadıklarının gerçek sebebine değil, en kırılgan, en kolay hedef olabilecek durumdakine yöneltiyorlar. Çünkü öfkelerini yoksullukta da, yersiz yurtsuzlukta da kendileri gibi olan mültecilere yönelttiklerinde bir bedel ödemeyeceklerini biliyorlar. Ya da bütün bu sorunları kendilerinden çok daha uzun süredir ve daha ağır koşullarda karşılamak durumunda kalan geçici tarım işçilerini, Kürtleri günah keçisi ilan ettiklerinde, yine bir şekilde cezalandırılmayacaklarını, sırtları sıvazlanmazsa bile hafif bir cezayla kurtulabileceklerini biliyorlar. Bu öfkenin bu şekilde kanalize edilmesi iktidarın da işine geliyor aslında. Özellikle mültecileri, göçmenleri, Kürtleri hedef alan nefret söylemi, sadece muhalefette değil, iktidar çevrelerinde de bir dereceye kadar kabul gören, hatta istenen bir şey.

Gündelik hayatta karşılaşılan problemlerin, işsizliğin, ev kiralarındaki artışın, enflasyonun, kimse kurallara uymadığı için önlenemeyen salgının, hatta söndürülemeyen ormanların dahi müsebbibi gösterilebilecek, bu yöndeki itirazı, öfkeyi yönlendirmeye müsait, hazırda bulundurulan bir hedef kitle yaratılmış oluyor böylece.

AKP’YE GEREK KALMADAN ANA MUHALEFET LİDERİ ADIM ATTI

Kendisini "demokrat" olarak tanımlayan pek çok kesimin açıklamasında da "geri gönderme"ye dönük söylemler var. Ana muhalefetin de keza öyle. Bu tutumun öfke patlamasında nasıl etkisi var.

Muhalefet, özellikle de Temmuz ayının başlarından itibaren art arda yayınladığı mesajlarda “Suriyelilerin hepsini göndereceğiz, bana güvenin” çıkışıyla CHP lideri Kılıçdaroğlu, gerçekte halkın iktidarın ve onun yetersizliğinin yol açtığı sorunlardan kaynaklanan öfkesinin kanalize olabileceği bir çıkış yolu açmış oldu. Oysa AKP’nin uzun yıllardan bu yana temel stratejisi, bu öfkenin her fırsatta güncellenen iç ve dış düşmanlara yönlendirilmesiydi. Bu sefer, AKP’nin böyle bir hamle yapmasına gerek kalmadan bu misyonu son derece tehlikeli bir suda anamuhalefet partisi lideri yerine getirmiş oldu. Ancak buraya kadar anlattıkların, işin “nefret söylemi” boyutu ile ilgili olan kısmı

Sonrası…

Birkaç gecedir Ankara’da Altındağ’da yaşadıklarımız ve iktidar mensuplarınca her ne kadar inkar ediliyor olsa da Konya’da Kürt ailenin yaşadığı saldırı ise nefret suçu! Baştan bunun adını bu şekilde koymak gerekiyor. Çünkü nefret saikiyle işlenmiş ve bir kişiye yönelik, onun kişiliği ya da kişisel özellikleri sebebiyle değil, sadece bir gruba, bir etnik kimliğe, dini inanca vb. mensup olması sebebiyle işlenmiş suçlardan söz ediyoruz. Bu gibi suçların, adi suçlara göre daha ağır biçimde cezalandırılması gerekiyor. Ancak biliyorsunuz, Konya’daki saldırıda İçişleri bakanı dahil, yetkililer henüz sağlıklı bir soruşturma süreci dahi yürütülmemişken bunun adi bir suç, iki aile arasındaki husumet olduğunda ısrarcı oldular. Böylece mahkemelerde nefret suçu olarak değerlendirilerek cezalandırılmasının da önüne geçmiş oldular. Ankara Altındağ’daki olaylara gelince, her ne kadar basın bu yaşananları biraz önce benim yaptığım gibi “olaylar” diye adlandırmayı yeğlemiş olsa da, söz konusu olan bir “linç”. Bu yaşananlara basın her zamanki refleksiyle “tehlikeli gerginlik”, “mahallede provokasyon”, “Altındağ’da olaylar” başlıklarıyla yaklaştı. Oysa en baştan bunun bir linç olduğunu kabul etmek gerekiyor. İnsanların evleri taşlandı, dükkanları yağmalandı, araçları gasp edildi…

SİYASETÇİ DE MEDYA DA MEŞRULAŞTIRIYOR

Medyanın ve siyasilerin söylemlerinin bu olayları tetiklediğini söyleyebilir miyiz? Örneğin Altındağ’daki insanları saldırmaya teşvik etmiş olabilir mi?

Bunları yapanlar, sosyal medyada ülkemde mülteci istemiyorum hashtag’i açanlarla aynı insanlar diyemeyiz. Ancak işlerin bu noktaya varmasında, siyasetçilerin ağzından meşrulaştırılan, gazete sütunlarına taşınan, son derece olağan bir tepkiymiş gibi yaygınlaştırılan nefret söyleminin payı var. Dahası, bugün yaşananlar bundan sonra olabileceklerin yalnızca bir provası gibi görünüyor ne yazık ki. Olmaz öyle şey, demeyin çünkü daha önce de oldu. 6-7 Eylül’de, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta yaşandı…

ÇOK DAHA BÜYÜK BİR TEHLİKENİN EŞİĞİNDEYİZ

"Sokağa yansımasının sonuçları ağır olabilir" uyarısı mı bu?

Sadece mültecilere ya da göçmenlere yönelik nefret söyleminden söz etmiyorum aslında. Toplumdaki herhangi bir grubu şu ya da bu şekilde düşmanlaştırmaya başlarsanız bunun devamı gelir. Bugüne kadar AKP’nin başvurduğu başlıca stratejiydi yeni düşmanlar yaratmak. İktidar mensubu siyasetçilerin ağzından kadınlara, LGBTQİ+lara, üniversite öğrencisi gençlere, HDP’lilere, Kürtlere, Alevilere, sekülerlere, aydınlara, akademisyenlere, sanatçılara, insan hakları savunucularına, Fransızlara, Amerikalılara, Ruslara, İngilizlere, Almanlara, Hollandalılara, Rumlara., Ermenilere yönelik nefret söyleminin her türlüsüyle karşılaştık.  Listeyi uzatabiliriz. Ancak bu dilin olağanlaştırılması, her an başkalarının da benzer argümanlarla benzer bir söylemin hedefi haline gelebileceğini gösteriyordu. Bugün iktidarıyla muhalefetiyle mültecilere, Suriyelilere, Afganlara yönelen nefret söylemi de bunu gösteriyor. Ve ne yazık ki, yıllardır ısrarla söyleyip durduğumuz gibi nefret söylemi ile nefret suçu arasında çok çok ince bir çizgi var. Siz kalkıp da bizim gençlerimiz iş bulamazken Suriyeliler ucuza çalışıyor derseniz, o laf ağızdan bir kez çıktığında, arkasından yaşanabileceklerin önüne geçemezsiniz. Biz bunu 2007’de çok çok acı bir şekilde gördük. Hrant Dink önce basında hedef gösterildi, Türk düşmanı olarak yaftalandı, sonrasında gerçekte kim olduğunu dahi bilmeyen bir genç tarafından, sadece Ermeni bir gazeteci olduğu için katledildi. Şimdi çok daha tehlikeli ve çok daha büyük bir katliamın eşiğindeyiz. Siyasetçileri sağduyuya davet etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden. İlk seçimde oyunuzu bana verin, hepsini göndereceğim, bu işi bana bırakın demekle de olmuyor ne yazık ki.

Bu saldırgan tutumun temel nedenleri ne olabilir… İşsizlik mi? Yoksulluk mu?

Bu ülkede yoksulluk da işsizlik de her zaman vardı. Ancak aynı zamanda işlerin bir gün daha iyiye gideceğine dair bir umut da vardı. AKP iktidarı da aslında kendi seçmenini uzun süre bu şekilde oyaladı. 2015 seçimleri öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan “400 milletvekili verin, bu işi sorunsuzca halledelim” diyordu. 400 milletvekiliyle halledeceği iş Anayasayı değiştirerek başkanlık sistemini getirmekti. Bu sistemle yalnızca ekonomide değil, dış politikada da Türkiye’nin “şaha kalkacağını” vaat ediyordu. 400 milletvekiliyle olmasa da Devlet Bahçeli’nin desteğiyle getirdiği bu sistemde geçen süre içinde insanlar kendilerine vaat edilenin tam tersiyle karşı karşıya geldiler. Sorunları çözmek bir yana, derinleşen ekonomik krize bir de önce AB ile sonra şimdilerde Amerika ile yapıldığı anlaşılan kirli pazarlıkların daha da tırmandırdığı göç krizi eklendi. Diğer yandan, her türlü itirazın, muhalefetin gayr-ı meşru ilan edildiği, sosyal medyada, sokak röportajlarında eleştirilerini dile getiren sıradan vatandaşların dahi gözaltına alındığı, yargılandığı bir süreç ortaya çıktı. İktidarın izin verdiği, meşru gördüğü alanların dışına çıkan her türlü muhalefet marjinal ve suçlu ilan edilmeye başladı. Şimdi ülkemde Suriyeli istemiyorum, mülteci istemiyorum diyen bu güruha kalkıp da nasıl yanıt vereceksiniz? Bu yaptıklarının ırkçılık olduğunu, asıl itiraz etmeleri gerekenin ülkelerinde yaşama şansları olmadığı için ve daha iyi bir hayat uğruna binlerce kilometre yolu göze alıp kat eden insanlar değil, politikaları ve kirli pazarlıklarıyla bunlara yol açan iktidarlar olduğunu anlatmaya kalktığınızda işitmediğiniz hakaret kalmıyor. Ben KHK ile ihraç edilmiş ve iktidar tarafından ağaç kökü yemeye mahkum edilmiş bir akademisyen olarak, AB fonlarını yemekle suçlanıyorum mesela. Sağcısı da solcusu da aynı dille, aynı sözcüklerle itham ediyor üstelik. Ama diğer yandan AB ile yapılan mülteci anlaşması iktidar tarafından göç finansmanını başarıyla yürüttük diye lanse edildiğinde sesleri çıkmıyor bu kesimlerin. Ya da Afganistan’dan çekilen ABD ile zamanında Taliban’a karşı işbirliği yapmış olan Afganların Türkiye’ye yerleştirilmesi konusunda bir anlaşma yapıldığı iddiaları basına yansıdığında yine ses etmiyorlar. Bunun yerine bana/bize çıkışıyorlar: Al evinde üç beş tane Suriyeli besle diye. Başta söylediğim gibi, öfkesini sorunun gerçek sebebine, kaynağına değil sorunun kaynağı karşısında en kırılgan olana yöneltmek çok daha kolay.

Türkiye’nin demografisi değişiyor endişesi de dile geliyor…

Haksız bir korku değil. Özellikle toplumun seküler kanadında iktidarın bu nüfusu kendi İslamcı yaşam tarzı ideallerini gerçekleştirmek için kullanacağına dair bir endişe ve güvensizlik var. Ancak burada da tepkinin gerçek sebeplerinden ve kaynağından uzaklaşıp yine hem bu iktidar karşısında hem de toplum nezdinde en kırılgan konumda olan mültecilere yönlendirildiğini görüyoruz. On yıldan bu yana Türkiye’de yaşayan, iyi kötü bir hayat kuran, burada doğup büyüyen, artık dönebileceği bir ülkesi, toprakları, evi olmayan insanların geri gönderilebileceğini düşünmek gerçekçi bir çözüm değil. Belki bir kısmı döner, ama araştırmalar yüzde 80’inin hiçbir şekilde ülkesine geri dönmek istemediğini gösteriyor. Bunda ısrarcı olmak, mevcut durumda hem mültecilere yönelik kamuoyundaki nefreti körükleme işlevi görüyor, hem de Türkiye’de yaşamaya devam eden mültecileri toplumdan daha da uzaklaştırıyor.  Kendi içlerine kapanmaya ve hem politik hem de ekonomik bakımdan istismara açık hale gelmeye yol açacaktır.

Sizin bu kaostan çıkış için bir yol haritanız var mı? "Suriyelileri gönderelim" siyaseti gerçekçi mi? Bu bir çözüm mü ayrıca?

Muhalefetin popülist söylemin getireceği üç beş puanın peşine düşmekten vazgeçmesi gerekiyor öncelikle. Siz beni seçin, ben sizi bunların hepsinden kurtaracağım taktiğini daha önce Muharrem İnce denedi, ama tutmadı. Mülteci sorunu ancak mültecilerin yaşadığı sorunları da dikkate alarak çözülebilir. AKP iktidarının hemen hemen 2019 yılının başından bu yana tümüyle terk ettiği entegrasyon ve uyum meseleleri dikkate alınmadan bu halden çıkmak mümkün değil. Şu anda Türkiye’de bulunan 4 milyona yakın mültecinin artık geri dönecek bir topraklarının, yurtlarının olmadığını kabul etmek gerekiyor.

Diğer yandan, sınırlardan geçen Afganların görüntüleri beni de ürkütüyor. Kim olduklarını, ne amaçla geldiklerini bilmiyorum çünkü. Muhtemelen tıpkı Suriyeliler gibi, bir gün Avrupa’ya geçebilmek, daha iyi bir hayata kavuşmak, eğitim görmek, iş sahibi olmak amacıyla buradalar. Belki çalışıp geride bıraktıkları aileleri hayatta kalabilsinler diye para biriktirecekler. Belki Türkiye’de en azından öldürülmeyeceklerini, hayatta kalabileceklerini düşünüyorlar. Belki tıpkı Libya’da ya da bilmediğimiz başka bir sürü yere gönderilecek paralı askerler, milis gücü olarak kullanılacaklar. Sanırım Facebook’ta ülkemde Afgan istemiyorum logolu profil resmi yapanları en çok bu ihtimal ürkütüyor. Ancak sınır dışı edilip ülkelerine geri gönderilmeleri durumunda Taliban tarafından katledileceklerini bile bile bu insanların geri gönderilmelerini savunmak ne kadar doğru? Eğer bugün bu insanlar bile bile ölüme gönderilebiliyorlarsa yarın başkalarının da bambaşka sebeplerle ölüme gönderilebileceğini unutmamak lazım. Belki, eğer Hrant Dink’in öldürülmesine yol açan o karanlıkla baş edebilmiş olsaydık, bugün bu linçlerle de baş etmiş olurduk.

Çıkış yolu, mültecileri can güvenlikleri olmayan ülkelerine geri göndermek değil, iktidarın Avrupa Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri ile yaptığı kirli anlaşmaları iptal ederek batıyı mülteci yükünü paylaşmaya zorlamak olmalı.

 

ÖNCEKİ HABER

İHD Ankara: Devlet mülteci çocukların güvenliğini sağlamak üzere acilen önlem almalı

SONRAKİ HABER

TMMOB İzmir: Orman yangınlarına karşı acil eylem planı ve hava filosu oluşturulmalı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa