15 Ağustos 2021 00:59

Konya, Altındağ, orman yangınları | Bülent Küçük: Münferit olan politiktir

Göçmenlerin ve Kürtlerin maruz kaldığı şiddete ilişkin konuştuğumuz Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bülent Küçük, münferit olanın politik olduğuna dikkat çekti.

Fotoğraf: Bülent Küçük'ün kişisel arşivi

Paylaş

Meltem AKYOL
Ankara

“Ankara Altındağ’da Emirhan Yalçın’ın hayatını kaybettiği kavganın ardından bir grup ‘Suriyelileri istemiyoruz’ diyerek Suriyelilerin yaşadığı ev ve işyerlerini hedef aldı.”

“Konya'da saldırıya uğrayan Dedeoğluları ailesinden 7 kişi katledildi. Saldırının ardından ev ateşe verildi.”

“Konya'da yaşanan bir kavgada 43 yaşındaki Diyarbakırlı Hakim Dal silahla vurularak öldürüldü.”

“Orman yangınlarının yaşandığı bazı yerlerde kimi vatandaşlar yol kesip, kimlik kontrolü yaptı. Bu sırada Kürtlere ve mültecilere yönelen saldırılar oldu.”

Bir çırpıda sıraladığımız bu olaylar ve daha niceleri sadece son bir ayda yaşandı. Hemen her olay sonrası yetkililer yaşananların “ırkçı saldırı” değil “tekil mevzu” olduğunu; “sıradan bir anlaşmazlık ve ikili husumetler” olduğunu ileri sürdü. Dahası olayları “ırkçı saldırı” olarak nitelendirenler “ayrımcılık ve kışkırtıcılık” yapmakla suçlandı.

Farklı yerlerde, benzer biçimde yaşanan bu olaylar bize ne gösteriyor? ‘Öteki’lere yönelen nefretin kaynağında ne var, dahası ‘sıradan’la ‘sistematik’ olan birbirinden ayrılabilir mi? Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bülent Küçük’le konuştuk.

IRKÇILIK HER YERDE OLDUĞU İÇİN GÖRÜNMEZDİR

Kürtlere ve mültecilere yönelik ayrımcılık, son dönemde provokatif kışkırtmaların da etkisiyle açık saldırılara dönüştü. Her saldırı sonrası yaşananların ‘ırkçılık’ olmadığına dair tartışma yürütülüyor. Saldırılara zemin oluşturan tepkinin, öfkenin nedenleri nedir sizce? Dahası nedir bu ırkçılık?

Nasıl ki kadınların yüz yüze kaldığı şiddette kişisel olanın politik olduğunu öğrendiysek, göçmenlerin (ve Kürtlerin) maruz kaldıkları şiddette de münferit olanın politik olduğunu görmeliyiz. En basit ‘adli’ vaka, bir alacak verecek meselesi bir anda biz ve öteki meselesine tercüme olur ve politikleşir.

Türkiye’de yükselen ırkçı ayrımcılığa ve şiddete bakmadan önce ırkçılığa sosyolojik bir çerçeve getirmek gerekir. Ev basıp insanları katledenler ve dükkanları ateşe verenler yaptıklarını ırkçılık olarak görmez. Ankara Altındağ’da göçmenlerin dükkanlarına saldıran ve “Biz ümmeti biliriz fakat bunlar ensar değil sansar” diyen sıradan insan da Bolu’da göçmenlerden 10 kat fazla su faturası kesmek isteyen belediye başkanı da yaptığını ‘normal’ görüyor. Irkçılığı tam da bu ‘normal’ görülenin içinde aramak ve bu ‘normal’i tartışmaya açmak gerekir. Zira, ırkçılık tam da popüler kanaate, gündelik deneyime, sağduyuya, bayağı ve basmakalıp olana, komploya ve klişeye içkin olduğu için, yani her yerde olduğu için görünmezdir. Varlığı da bu yüzden bu kadar rahatlıkla inkar edilir.

Literatürde ırkçılık sosyal ve kültürel eşitsizliğin iç içe geçtiği, simgesel, mekansal ve sosyal mesafe üzerinden işleyen, yapısal ve kurumsal söylemlerle ilişkili olan gündelik pratikler bütünü olarak tanımlanır.

Eğer ‘ideoloji’yi geniş bir tanım üzerinden anlarsak, ırkçılık devletin, piyasanın ve sivil toplumun kurumlarına içkin bir bakıştır. Irkçılığın kurumsal yapısı sıradan insanların popüler kanaatlerini ve gündelik anlamlandırma pratiklerini de biçimlendirir, algılama ve hissetme biçimlerini şekillendirir. Bu bakımından, ırkçı ötekileştirmeyi kafatası ya da genetik farklılık meselesi olarak değil; ötekilerle simgesel ve mekansal mesafeyi haritalandıran gündelik bir bilgi stoku olarak görmemiz gerekir.

Konya’da Dedeoğulları ailesine ‘Evinizi bize satacaksınız, sizi burada tutmayacağız’ diyenle ‘Suriyeliler gidecek’ diyen cüretin kaynağı kurumsal yapı mı?

Kurumsal olan ile popüler arasında elbette tek taraflı bir belirleme ilişkisi yok. Çünkü kurumsal yapılar ve makro siyaset sokaktan ve popüler kanaatten beslenir ve ona yaslanırlar. Sokağa çağrılınca hareket eden, eve yolanınca duran nesneler değil kitleler. Zira kurumları idare eden memurlar, güvenlik elemanları, hakim ve savcılar söz konusu egemen kanaatin içine doğan insanlardan oluşur. Devleti toplumsal dayanışmanın örgütlü siyasal bir ifadesi olarak tanımlarsak, ki muhafazakar sağ bu şekilde görür devleti, kurumsal yapının gündelik ve popüler olan deneyimlerle iç içe geçmiş ilişkisini daha açık görebiliriz. (Üretilen) Makbul yurttaşın zihniyet yapısı devletin kurumsal-ideolojik yapısında siyasi ifadesini bulur.

‘EN ALT SINIFTAN BİRİ BİLE KENDİNİ ‘ÖTEKİ’NDEN İTİBARLI GÖRÜR’

Peki, kurumsal ideolojik zihniyetin toplumu nasıl şekillendirdiğini biraz açabilir misiniz?

Irkçılık sadece bir temsiliyet meselesi değil. Eşitsizliğe içkin olduğu kadar toplumun duygu atmosferini ve politik psikolojisini şekillendirir. Neyin söylenip neyin söylenmeyeceğinin ötesinde, kimi sevip kimden nefret edeceği de millete telkin edilir. O halde ırkçılık ulusun muhayyile alanını, simgesel/temsiliyet alanını ve nihayet ahlaki-duygulanımsal alanını şekillendirir.

Bunun ötesinde; kültürel olarak değersizleştirilmiş göçmenlerin ve azınlıkların emeğinin piyasa değerini belirler. İdari alanda nüfus içinde çeşitli sınıfsal ve simgesel hiyerarşiler kurarak toplumsal rıza üretir. Normatif alanda ideal yurttaş ideali üzerinden cemaat içi farklılıkları düzenler, çatışmaları externalize eder, değerli olan ve değersiz olan hayatlar arasında ayrımlar yapar. Yani, ırkçı ayrımcılığın ahlaki-ulusal bir topluluk kurma ve tabanda toplumsal dayanışma sağlamak gibi büyülü bir yanı var. Hem cemaat içindeki farklılıkları ve eşitsizlikleri önemsizleştirir hem de ötekilere kalın bir sınır çizip onları mesafede tutar ve onlara üstünlük taslar. Öyle ki çoğunluk toplumundan en alt sınıftan biri bile kendini, sınıfsal konumuna bakılmaksızın ötekinden itibarlı ve daha güçlü görür.

Dolaysıyla, ırkçılık toplumsal ve simgesel eşitsizliğe içkin bir meseledir. Bu kadar derin ve yaygın olduğu için de onunla mücadele etmek sanıldığından çok daha zordur.

‘ÖTEKİNİN GÜÇLENMESİ İLE ONA YÖNELEN ŞİDDET ARASINDA KUVVETLİ BİR BAĞ VAR’

Ankara Altındağ’da mültecilere yönelen öfkede ‘Araba aldılar, iş yeri açtılar’ gibi ifadeler yaygın bir biçimde kullanıldı. Konya’da Dedeoğulları ailesine yönelen nefrette de gördük bunu…  Göçmenlerin ekonomik ve sosyal olarak güçlenmesinin bu olaylarda nasıl bir etkisi var?

Ben sosyolojik olarak ötekinin güçlenmesi (ve çoğalması) ile ona yönelen şiddet arasında kuvvetli bir bağ görüyorum.

Dezavantajlı gruplar daha görünür oldukça, hak talep ettikçe, kamusal alandan pay aldıkça, kendi seslerini duyurabildikçe şiddet olaylarında artış oluyor. Herkesin yerli yerinde durduğu ve kendisine atfedilen yerle yetindiği durumlarda ötekilere yönelen şiddet olaylarında düşüş gözlemlenir. Mesela Amerika’nın güney eyaletlerinde 1875’ten sonra ırkçı Jim Crow yasalarının uygulanması, ABD’de köleliğin resmen kaldırılması sonrasına tekabül eder, bu dönemde beyazların kendilerini yasa koyucu yerine koyarak organize bir şekilde linç ayinleri üzerinden siyahları öldürdüklerine tanık oluruz.

Birçok yerde olduğu gibi Türkiye’de de ırkçılık ötekinin eşitlenme ihtimalinin belirdiği veya güçlendiği (sayısal olarak çoğalmayı da güçlenme olarak görmek mümkün) konjonktürlerde tavan yapar. Bu çoğunluk tavrı dışlanmış kimliklerin kendilerine münasip görülen yerlerde kalmasını ister. Göçmenlerin çadırlardan ve toplama kamplarından çıkıp yanı başınızda ev sahibi olmasına ya da yan tarafınızda dükkân açmasına, oy vermesine veya sizinle aynı kumsalda güneşlenmesine tahammül etmez. Devletin herkese eşit değil, kendisine ve göçmene farklı şekillerde muamele etmesini arzu eder.

NE İKTİDARIN NE MUHALEFETİN ‘GİTSİNLER-KALSINLAR’IN ÖTESİNE GEÇEN BİR POLİTİKASI VAR

Bu süreçte Türkiye’nin göçmen politikası ve bu politikanın nasıl olması gerektiğine dair çok çeşitli tartışmalar yapıldı, yapılıyor. Sizce nasıl bir göç politikası geliştirilmeli?

Bilindiği gibi modern kapitalizm öncesi zamanda nüfusun mekansal hareketliliği olağan bir fenomenken, modern devletle bu durum müphem bir mesele haline dönüştü. Bir yandan nüfusun (emeğin dolaşımı) modernliğin yapısal özelliğini oluştururken, diğer taraftan, hareketlilik adeta bir “doğal felaket” gibi baş edilmesi gereken bir tehdit olarak görülür. Modern kapitalizm bir yandan ulusal ve uluslararası ölçekte nüfusu taşradan merkeze doğru çeker, diğer yandan yerinden ettiği bu nüfusu kent mekanlarında sabitleyip verimli ve idare edilebilir varlıklar olarak terbiye etmeye çalışır. Modern kapitalizm hem emek akışına hem de sermaye, meta ve hizmetlerin dolaşımına dayanan bir sistemdir. Fakat, sermayenin ve metaların hareketi problemsiz gerçekleşirken, emeğin dolaşımı bir skandal muamelesi görür. Nüfusun mekansal hareketliliğine buradan bakarsak göçmeni fail-mağdur ikiliğinin ötesinde görebilme kabiliyetine erişiriz diye düşünüyorum.

Bunu yaparken göçmenleri hareket kabiliyetine sahip özerk özneler olarak görmemiz gerekir. Göçmenleri nesneleştiren perspektif yerine, göçmenlerin perspektifine odaklanıp onların gözünden onları anlamaya ve deneyimlerini açıklamaya çalışmamız ve onların hayatla ilişki kurma biçimlerine, gerçekleri inşa etme ve yorumlama pratiklerine odaklanmamız gerekir.

Bunu yaparak: Bir yandan göçmenleri suçlulaştıran ırkçı ve güvenlikçi söyleme müdahale etmemiz, diğer yandan göçmenleri yalnızca sosyal yapıların kurbanları ve siyasi baskıların, suç örgütlerinin, kaçakçıların vb. sonuçlarının kurbanı olarak temsil eden insani söyleme karşı da konumlanmamız gerekir. Asıl mesele onların verdikleri mücadeleye odaklanabilmek ve göçmenlerin kendi içindeki farklılaşan pratiklerine ve motivasyonlarına bakabilmektir: Farklı sektörlerde çalışan işçi ve esnaflar olarak; yurttaşlar ve kaçaklar olarak ve nihayet göç sürecinde kendilerini ve içinde yaşadıkları toplumu nasıl dönüştürdüklerine bakabilmemiz gerekir. Göçmenler elbette çok ciddi zorluklarla karşılaşırlar, içlerinden iyisinden kötüsüne her türlü öznelliği barındırdılar, fakat karşılaştıkları yapısal şiddetten dolayı onları sadece ne “mağdur” olarak ne de ırkçı güvenlik rejiminin yaptığı gibi potansiyel “tehdit” olarak görmek gerekir. Göç bir sorun olmaktan ziyade bir yandan sosyal, kültürel ve ekonomik olarak yaratıcı bir güçtür. Diğer yandan çeşitli tahakküm biçimlerine meydan okuyan bir kaçış ve varoluş biçimidir diyebiliriz.

Başka bir ifadeyle göçmen ne sadece homo ekonomikustur, ne de sadece homo-emektir, göçmen aynı zamanda homo politiktir. Göçmenler yaşadıkları toplumlarda toplumsal yapılardan etkilenir ve dönüşürler fakat aynı yapıları etkiler ve dönüştürürler. Yani göçmeni, değişen, değiştiren ve eyleyen bir toplumsal güç, bir toplumsal hareket, bir kolektif aktör olarak görmek gerekir. Bu perspektife erişmediğimiz sürece ırkçılıkla proaktif bir şekilde mücadele edemeyiz ve özgürlükçü bir göç politikası geliştiremeyiz diye düşünüyorum. Yani, bizim göçmenlik durumunu yalnızca ekonomik yoksunluklar ve sosyal rahatsızlıkların sonucu ortaya çıkan bir mesele olarak değil,

Nitekim, göçmenler sosyal ve ekonomik gerekliliklere edilgen bir vaziyette yanıt vermezler, aksine içine atıldıkları hayatı aktif olarak inşa ederler. Bunun için göçmenlerin nasıl organize olduklarına, sosyal sermaye ağlarına ve kültürel insan sermayesine nasıl yatırım yaptıklarına ve yurttaşlık haklarını cari olarak nasıl kazandıklarına bakmamız ve bunu anlamamız önemlidir.

Oysa bizde ne iktidarın ne de muhalif partilerin “gitsinler-kalsınların” ötesine giden bir göçmen politikası var. Bir kesim tarafından ümmetin mağdur edilmiş mensupları olarak görülürler, diğer kesimler ise göçmenlere iktidarın doğal bir tabanı olarak yaklaşır. Ya ‘onlar olmazsa sanayi çöker’ denir, ya da ‘bunlar eşimizi, aşımızı ve mutluluğumuzu bizden çalıyorlar’ denir, “sahillerimizi ve parklarımızı istila ediyorlar” diye anlatılır. Yani toplumsal kutuplaşmanın göçmenlere karşı alınan tavırda temel faktör olduğunu gözlemliyoruz. Her iki durumda da göçmenlerin nesneleştirildiğini görüyoruz.

‘ÖFKE SORUMLUYA DEĞİL GÖÇMENLERE YÖNELİYOR’

Türkiye’de göçmen nüfusun genel nüfusa oranı Almanya’dan veya İsviçre’den daha fazla değil, suç oranları da daha yüksek değil. Saldırıların sıklaşmasını ve nefret atmosferini nasıl açıklamak gerekir?

Bu durumu çoklu faktörler üzerinden açıklamak gerekir. Elbette içinden geçtiğimiz üst üste binmiş çok katmanlı krizlerin bir neticesi olarak görmek lazım. Siyasi ve ekonomik krizden bunalanlar, artan işsizlikten mustarip olanlar mağduriyetlerinin gerçek sorumlularına yönelmeye mecalleri olmadığından, kendileriyle benzer şartlarda yaşayan; fakat kendilerinden sayıca az, hukuki, siyasi ve simgesel olarak zayıf olan göçmenlere yöneliyorlar. Dikkat edilirse göçmenler ağırlıklı olarak itibarsızlaştırılmış alt sınıfların yaşadıkları kenar mahallelerde yaşıyorlar. Saldırılar da bu mahallelerde cereyan ediyor. Göçmenlerle aynı mahallerde yaşayıp aynı enformel sektörlerde çalışan yerliler kendilerini göçmenler ile bir rekabetin içinde buluyor, kendilerine rakip gördükleri bu kesimlere karşı bir sınıf hıncı ile bilenmiş görünüyorlar. Alt sınıfların ezici çoğunluğunun oy verdiği sağ cenahtan siyasi partiler iktidarda olduğundan ne tuttukları siyasi partiyi sorumlu tutabilmekte ne de onları birbirine düşüren sistemden hesap sorabilmektedirler.

Muhalefete oy veren (görece eğitimli ve hali vakti yerinde olan) taban da zaten göçmenleri iktidarın doğal uzantısı olarak gördüğünden nefretini buraya rahatça kanalize edebilmektedir. Buradan ‘sadece eğitimsiz alt sınıflar ırkçıdır, merkezi mahallelerde yaşayan eğitimli orta ve üst orta sınıflar bundan azadedir’ anlamı çıkmaz. Orta sınıfların dışlama biçimleri daha farklı, daha simgesel biçimlerde olabiliyor. Kayıtsız kalmak, aşağılamak, tanımamak veya yüksek su faturası kesmek gibi dolaylı yollar. Göçmenler zamanla sınıf atlayıp ve merkezi mahallelere taşınıp orta sınıflara komşu oldukça beyaz yakalı orta sınıfların göçmenlerle nasıl ilişkilendiklerini görme imkanına daha fazla erişiriz. Şimdilik daha çok “ırkçı değiliz ama onlar sahillerimizi ve parklarımızı talan ediyor” üzerinden kendini ifade ediyor.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

Tarım ve Orman Bakanlığı Bozkurt ve Abana için uyarmış: Tespit var önlem yok

SONRAKİ HABER

Maraş'ta Rusya'ya ait yangın söndürme uçağı düştü: 8 mürettebat yaşamını yitirdi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa